24 Mart 2020 Salı

NİLÜFER AYDAN


 O HÂLÂ ROMANTİK 13 Kasım 2016
Beyazperdede ve daha sonraları televizyonlarda birçok filmde hayranlıkla izlediğimiz oyuncularla tanışmak, dostluklar kurmak, söyleşiler yapmak beni hep heyecanlandırdı. 90’lı yıllarda Sevda Ferdağ’a uğradığım günlerden birinde tanıştığımız birçok kez İstiklal Caddesi’nde, sinema derneklerinde rastladığım Nilüfer Aydan’la söyleşi yapmaya giderken de aynı heyecanı yaşamıştım. Genç kız coşkusunu hiç yitirmemişti Nilüfer Aydan.
İlk filmi Zeki Müren’le birlikte oynadığı Altın Kafes. Kemal Film’in 1957 yılında çektiği Altın Kafes filminde oynamadan önce, dans ediyordur Nilüfer Aydan. Çok küçük yaşta Sinop Gemisi’nde telsizci olan babasını kaybeder. Annesi çalışmaya başlar, ablası da Kervansaray’da dans ediyordur. “Ablamdan dolayı Yılmaz Duru’yla tanışmıştım. Ondan dans dersleri aldım ve beraber dans etmeye başladık. Kemal Film’den teklif geldi.” 1941 doğumlu olan Nilüfer Aydan henüz 15’indedir. Her şey “pespembedir”. Teklifi kabul eder. “Birden bire beni başrole oturttular. Ben çok çaba harcamadım, yaşım küçüktü, çocuktum o zaman. Her şey kendiliğinden oturunca pek kıymetini bilmiyoruz galiba.” Sonra Yılmaz Duru’yla evlenirler ve dans etmek üzere Amerika’ya giderler. “Evlenmiştik. Oğlumuz Turhan doğmuştu, Amerika’ya giderken burada, anneme bıraktım. Döndükten sonra Halit Refiğ’in ilk filmi Yasak Aşk’la sinemaya da döndüm. Seviştiğimiz Günler, Şehirdeki Yabancı, Şafak Bekçileri, Haremde Dört Kadın gibi filmler takip etti. Dansa da devam ediyordum. Yılmaz’dan ayrıldıktan sonra dansı bıraktım. Halit Refiğ’le evlendim sonra.”
Önemli filmlerde oynayarak oyunculuğunu kanıtlamıştır Nilüfer Aydan. Yeşilçam’ın “güzel devridir” 60’lı yıllar. Birçok filmde başrol oynar. Fakat o yılların ve başarısının kıymetini bilmediğini düşünüyordur. “Benim evliliklerim de mesleğim gibi biraz başarısız oldu. Birini seçmek gerekiyordu galiba. Ya evliliğini götüreceksin ya mesleğini. Sinemanın hiçbir eğitimini görmeden gelmiştik. Güzelsen, yeteneğin de varsa, bu işi becerebiliyorsan oluyordu o zamanlar. Bir anlamda sokaktan bulup getirdiler bizi sinemaya. Ondan sonrasını tutmak çok zor, önemli olan da o. Ama biz hayal dünyasında olduğumuz için bunların kıymetini bilemedik.”
En çok Halit Refiğ’in filmlerinde oynamıştır, oyuncu olarak da Göksel Arsoy, Cüneyt Arkın ve Orhan Günşiray’la... “Bir okuldan gelmediğim için, içgüdüyle kendime göre üstesinden geliyordum rollerin. İyi yönetmenlerle çalıştığımız zaman daha iyi oluyordu filmler. Kötü filmlerim de var tabii, hepsine iyi diyemem. Ama iyi yönetmenlerle iyi işler çıkıyordu. Benim bir de Moskova’dan ödülüm var, Şehirdeki Yabancı filminden, en iyi kadın oyuncu ödülü. Bir de Simone Signoret almıştı o zaman.”
1961 yılında da Sinema dergisinin açtığı soruşturmada Yasak Aşk filmindeki oyunuyla en başarılı kadın oyuncu seçilir. Nilüfer Aydan da yıldız sisteminin oyuncusuydu fakat yıldız sisteminin çarklarında ezilmediğini söylüyor. Yıldız sisteminin olumsuzluklarının daha fazla olduğunu düşünüyor. “Filmin adından önce yıldızın adı yazılırdı. Zaten işletmeciler karar veriyordu oyuncuya. Ben o anlamda yıldız olmadım, bir dönem belki ama… İyi filmlerde oynayan bir oyuncuydum. O çarka girmedim. Ben bağımsız yaşamasını sevdiğim için o kadar şeyi kaldıramam, onu taşımak istemem. İşimi seviyorum tamam, ama özgürlüğümü de seviyorum. Sokağa makyajsız da çıkmalıyım, istediğim gibi yaşayabilmeliyim. Kurallara uyamam, o bana göre değil. Hayatımdan da bellidir bu zaten.”
Çocukluğunda da sinema vardır Nilüfer Aydan’ın kafasında. Amerikan filmlerini, müzikalleri izleyip, “Hollywood’da artist olacağım” diye hayaller kurar. Müzikalleri izleyip eve döndüğünde aynanın karşısında danslarla Gene Kelly’lerin taklitlerini yapar.

70’lere gelindiğinde sinemaya ara verir. Zaten büyü bozulmuş, sinema krize girmiştir. Seks furyası da başlayınca tamamen uzaklaşır. 80’lerde tekrar sinemaya döner, “kürkçü dükkânı hesabı”. Çok farklı bir sinema vardır artık. Çok az film yapılıyordur üstelik.
“Şimdi ben şunu söylemek istiyorum; sinemacılar birbirini sevmiyorlar. Yeşilçam’ın küçük yazıhanelerinden yetişenler bizleri sevmiyorlar, belli bir düşmanlıkları var. Bizi alıp küçük rollerde oynatıyorlar, az para veriyorlar. 60’lı yılların oyuncularını seven genç kuşak bize daha çok değer veriyor, el üstünde tutuyor. Çok enteresan bizi seven ve sahip çıkanlar hep Yeşilçam dışından yetişenler. Tabii son dönemi anlatıyorum ben, 80’den sonrasını anlatıyorum. 60’larda biz zaten yıldızdık ve el üstünde tutulurduk. Şunu söylüyorum, bana Nilüfer Aydan olarak saygı duymayabilirsin. Ama bizim tarihimizde sinema tarihinde yer edinmiş filmlerimiz var, bunlara saygı duymak mecburiyetindeler. Ben bir şey kaybetmiyorum, ben yine Nilüfer Aydan’ım.”
Yeşilçam dönemiyle yeni Türk sineması arasında ne gibi farklar vardı Nilüfer Aydan’a göre? Bugünün sinemasını Nilüfer Aydan nasıl değerlendiriyordu?
“Şimdi daha özgür, daha uçuk, daha cüretkâr filmler de yapabiliyorlar. İnsanların yaşanmış hayatları var, çirkinlikleri ve güzellikleri var. Eskiden sadece güzellikler işleniyordu. Şimdi o çirkinlikler de konuyor. Bence galiba doğru yapılıyor. Filmler mutlu sonla biterdi, bu tartışılırdı yapımcıyla yönetmen arasında. Haremde Dört Kadın’da iki final çekilmişti. Biri mutlu bitmişti, diğerinde ölmesi gerekiyordu. Eskiden sansürün de çok olumsuz etkisi vardı. Şimdi filmler daha gerçekçi; masaldan çıktı. Eskiden de gerçekçi filmler yapılıyordu ama genelde masalsıydı. Mecburdular, çünkü o seyirci vardı. 60’lı yıllarda da tabii çok güzel filmler yapıldı, az yapıldı ama yapıldı. Süzgece koyduğunuzda bir Lütfi Akad’ın, Halit Refiğ’in, Atıf Yılmaz’ın, Memduh Ün’ün güzel filmleri çıkıyordu ortaya. Genelde iş filmleri yapılıyordu. Şimdi artık öyle bir hale geldi ki iyi film yapmak mecburiyetindeler. Kötü yapamazlar. Çünkü iyi filmin seyircisi var şimdi.”

HULUSİ KENTMEN


 YEŞİLÇAM’IN BABACAN AKTÖRÜ  06 Kasım 2016

300’e yakın filmde oynayarak dünya ölçeğinde bir rekora imza atan, Yeşilçam’ın pos bıyıklı babacan oyuncusu Hulusi Kentmen şöyle diyordu: “Yıllarca hep zengin, fabrikatör baba rolünü oynadım. İşin en acıklı kısmı ise bütün gün zengin baba rolünü oynayıp çekim bitiminde eve gitmek için soğukta, köşedeki durakta dolmuş beklemem olmuştur.”
Yeşilçam filmlerinin sevimli olduğu kadar babacan aktörü Hulusi Kentmen’i, birçok filmde baba ve dede rolünde izledik. Salon komedilerinin, melodramların babacan zengin fabrikatörü olarak kazındı belleklerimize. Birçoğumuz izlerken öyle bir babamız/dedemiz olsa özlemiyle iç çekmişizdir.

Yarattığı imajın simgesi pos bıyıkları, şen kahkahaları, güleç yüzü, muzip halleri ile oynadığı her role oturan Hulusi Kentmen, Yeşilçam filmlerinin en sevilen oyuncularından biri oldu. Hem komediye hem drama yatkındır, yalnız kötü adam oynayamaz.
1912 yılında Bulgaristan’ın Tırnova kentinde doğar Hulusi Kentmen. Balkan Harbi başladığında oradan kaçarak İstanbul’a gelirler. İlkokul’a İstanbul’da başlar, sonra İzmit’e yerleşirler.
İlkokul yıllarında tiyatroya merak sarar. Gelecekte sinemamızın unutulmaz aktörlerinden olan Atıf Kaptan da aynı okulda, üst sınıflardadır. İzmit Akçakoca İlkokulu’nda okuyorlardır ve okulun tiyatro sahnesi vardır. Atıf Kaptan tiyatro kolundadır ve piyeslerin sahnelenmesine öncülük eder. Hulusi Kentmen de birkaç kez sahneye çıkar orada. Sahne tozu yutmuş, tiyatro virüsü bulaşmıştır bir kez.
İzmit’te körfezde yaşıyor olmanın başka özendirici yanları da vardır. Yavuz Zırhlısı körfezdedir. Okul bahçesinden her baktıklarında denizi ve Yavuz’u görüyorlardır. Öğrencilerin çoğu denizci olmaya özenir. Bahriyelilerin afili kıyafetleri de bu özenmeyi çoğaltır.
Hulusi Kentmen’in deniz tutkusu İzmit’te, körfezde oturmalarından geliyordur. Babasının kayığı vardır, birlikte balığa çıkarlar. Denize ve yosun kokusuna tutkundur. O da arkadaşları gibi bahriyeli olmak istiyordur. Ortaokul yıllarında İstanbul’a gidip deniz astsubay okulunda okumaya başlar. Bir tutkusunu gerçekleştirmiştir, bahriyeli olur; 34 yıl denizcilik yapar.
1940’lı yıllardır. Kara göreviyle Kasımpaşa dikimevine tayini çıkar. Dikimevi öğle saatlerinde kapanıyordur. Yaz günleri yapacak iş şoktur. Kadıköy’de oturuyorlardır. Eski mahalle arkadaşları Halkevi tiyatro koluna gidiyordur. Boşlukta canı sıkılan Hulusi Kentmen onlarla Halkevine gider, provalarını izler.
İbn-ür Refik Ahmet Nuri Bey’in Hisse-i Şayia adlı oyunu sahnelenecektir fakat bir oyuncu eksiği vardır. Yönetmen Reşit Baran, “Hulusi Bey gelip provaları seyrediyor, oldukça da ilgili. Teklif etsek acaba kabul eder mi, oynar mı?” der. Teklif ederler. Önce bir tereddüt yaşar Hulusi Kentmen. “Olmaz, ben askerim, nasıl olacak? Görev yaptığım yer devlet dairesi” der. Sonra gözünü karartıp, ne olacaksa olsun diye düşünür ve kabul eder.
İlkokulda bulaşan sahne tozu ve tiyatro virüsü baskın çıkmıştır ve sahneye çıkar Hulusi Kentmen. Bir tutkusunu, düşünü daha gerçekleştirecektir. Avni Dilligil Ses Tiyatrosu’nu kurmuştur ve kadroda Hulusi Kentmen de vardır.
1942 yılında yine bir tesadüf sonrası Adolf Körner’in yazıp yönettiği Sürtük filmiyle sinemaya geçer. Sonrası gelir. 1943 yılında Şadan Kamil’in yönettiği On üç Kahraman, 1945 yılında Mümtaz Ener’in Refik Kemal Arduman’la birlikte yönettiği Köroğlu filminde oynar. Şansı yaver gidiyordur. Tesadüfler de yolunu açık tutar. 1946 yılında oyuncu, yönetmen ve dublaj sanatçısı Ferdi Tayfur, İpekçilere Senede Bir Gün filmini çekecektir. Ses Tiyatrosu’ndan tanıdığı Hulusi Kentmen’i de oynatır. Filmin başrol oyuncusu Cahide Sonku’dur.
1960’lı yıllara gelindiğinde setten sete koşuyordur Hulusi Kentmen. Bazı yıllara 8-10 film sığdırır. Salon komedilerinin aranan, vazgeçilmez oyuncusu olmuştur. Bir dönem Ayşecik’li, bir dönem Tarık Akan’lı, bir dönem Öztürk Serengil’li, Vahi Öz’lü filmlerde görürüz. Tatlı sert babadır, beybabadır, dededir, fabrikatördür, komiserdir, ağadır, beydir, efedir, çavuştur, kaymakamdır, zabıta memuru, albay, kolej sahibi, kaptandır… Bütün bunların toplamında sevimli, pos bıyıklı Hulusi Kentmen amcamız, babamız, dedemizdir. Bizden biridir, mahalle komşumuz gibidir.
Bazı filmlerde Vahi Öz’le bazılarında, Mürüvvet Sim’le unutulmaz ikililer oluştururlar. Osman Seden, Ülkü Erakalın gibi bazı Yeşilçam yönetmenlerinin filmleri Yeşilçam yüzleri (oyuncuları) resmigeçidi gibidir. Kimi ararsanız vardır filmde. Bazen filmde yoksa da jenerik takdiminde yer alır. Hulusi Kentmen, Vahi Öz, Mualla Sürer, Mürüvvet Sim o Yeşilçam filmlerinin muhteşem dörtlüsü olarak belleklerimize kazınmıştır.
Hulusi Kentmen’in deniz, sinema, tiyatro kadar sevdiği bir başka tutkusu da kemandır. Uzun yıllar keman çalar. Keman konçertolarını çok sever. Özellikle de Beethoven’ın keman konçertosunu...

ERCAN KESAL


 HEKİM, YAZAR, OYUNCU, SENARİST... 30 Ekim 2016

Hekim, yazar, sinema oyuncusu, senarist, tıp doktoru. Önce hekim olarak tanıdık Ercan Kesal’ı. Sonra iyi filmlerin oyuncusu, senaristi ve yazar olarak çıktı karşımıza. Uzak filmiyle başlayan sinema serüvenine kısa sürede oyuncu olarak yer aldığı kısalı uzunlu 16 film, çekilmiş 3 senaryo ekledi.
Vavien’in Süleyman’ı, Üç Maymun’un Servet’i, Albatrosun Yolculuğu’nun Maruf Şükrü’sü, Bir Zamanlar Anadolu’danın Muhtar’ı, Yozgat Blues’un Yavuz’u, Hükümet Kadın’ın Aziz’i, Küf’ün Basri’si, Ben O Değilim’in Nihat’ı, Sen Aydınlatırsın Geceyi filminin İrfan’ı, Bulantı’nın Doktor’u, bütün bunların toplamında sinemanın Ercan Kesal’ı başarılı oyunculuğunun ve senaryo yazarlığının karşılığını da ödül olarak alır.
Üç Maymun filmine katkısıyla 2009 yılında 2. Yeşilçam Ödülleri’nde En İyi Senaryo, 14. Sadri Alışık Ödüllerinde En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu ödüllerini alır. 2012 yılında Bir Zamanlar Anadolu’da filmiyle hem En İyi Senaryo hem de En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu ödüllerini alır. 2013 yılında Yozgat Blues filmiyle 20. Adana Altın Koza Film Şenliği’nde ve 32. İstanbul Film Festivali’nde En İyi Erkek Oyuncu seçilir. Yine 2013 yılında Küf filmindeki başarılı oyunculuğuyla 13. Frankfurt Film Festivali’nde En İyi Erkek Oyuncu ödülünü alır.
Ercan Kesal 1959 yılında Avanos’ta (Nevşehir) doğar. ilk ve orta öğrenimini Avanos’ta, lise öğrenimini Nevşehir’de tamamlar. 1984 yılında Ege Üniversitesi Tıp Fakültesinden mezun olan Ercan Kesal 1984-90 yılları arasında Ankara’nın kasaba ve köylerinde hekimlik yapar.
1990 yılında geldiği İstanbul’da özel sağlık sektöründe yer alarak; poliklinik ve tıp merkezleri kurar. Halen, 1997 yılında kurduğu Özel Okmeydanı Hastanesinin yönetim kurulu başkanlığını sürdürmektedir. 2004-2006 yıllarında İTİCÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Uygulamalı Psikoloji dalında Master Eğitimini bitiren Kesal Yeditepe Üniversitesi Sosyal Antropoloji Doktora eğitimini sürdürüyor.
İlk şiir ve yazıları, tıp fakültesi öğrencisi iken, İzmir’de çıkan “Dönem” dergisinde yayımlandı. Mecburi hizmet yıllarında “Son Reçete” dergisinde söyleşiler yaptı, yazılar yazdı. “Era Yayınları”nın kurucularından oldu. “Şizofrengi”de yazdı. Radikal ve Birgün gazetelerinde her pazar düzenli olarak güncel hikâyeler ve denemeler yayımladı. “Peri Gazozu” isimli kitabı İletişim Yayınlarından 2013 Temmuz ayında, “Evvel Zaman” isimli kitabı ise 2014 mayıs ayında Ihtaki Yayınları tarafından yayımlandı. İletişim Yayınları’ndan 2015 yılında “Nasipse Adayız” isimli novellası, geçtiğimiz aylarda da Cin Aynası adlı kitabı yayınlandı. Sinema ve tiyatro oyuncusu Nazan Kesal’la evli. Kesal çiftinin Poyraz adını verdikleri bir çocukları var.

ÜRETKENLİĞİ SÜRÜYOR

Kısa sürede sinemanın sevilen isimlerinden/yüzlerinden olan Ercan Kesal, üretkenliğini gazete yazıları ve kitaplarıyla sürdürüyor.Ercan Kesal’ın ilk Kitabı Peri Gazozu. Kitabın arka kapağında şunlar yazılı:
“Vicdanımız kuruyor. Babalarını erken kaybetmiş yetim çocukların masum başlarını koyacakları göğüsler çoktan çöktü, farkında mısınız? Göğüs çöktükçe zulüm tepemizde kalıyor. Kavisli ve dolaşık geçmişimizse, bozuk düzenimizin telleri olmuş. Duyduğunuz sesler bu yüzden içli ve bu kadar derinden geliyor.
Şimdi bir türlü sığamayıp, delice bir kavgaya tutuştuğumuz, adına Anadolu denen şu kadim topraklarda, binlerce yıl önce hüküm sürmüş, bir Hitit kralının oğullarına bıraktığı vasiyete bakın isterseniz: ‘Öldüğümde beni, usulünce yıkayın, göğsünüze yaslayın ve toprağa bırakın.’ Bu kadar.” Hayatın en yalın ve en efsunlu meseleleri, ölüm ve yaşam, anne baba-çocuk arasındaki zor muhabbet, büyümek ve yaşlanmak üzerine... Vefalı bir oğulun gözüyle. Bilhassa ölümün, ölümle baş etmenin olağanüstülüğü ve olağanlığı üzerine...
“Alışmaya” direnen bir hekimin gözüyle.
Taşranın sıcak kucağı ve serin kasveti üzerine... Orayı hem içinden hem dışından bilen bir evladının gözüyle. Türkiye’nin ipin ucundaki yakın tarihinin gölgesi... Kalbi avucunda birinin gözüyle. Ercan Kesal’dan, aynanın kenarındaki fotoğraflar misali hayat parçaları, sohbet makamında insan hikâyeleri.
Doktor Ercan Kesal’ın herkese yardımcı olduğunu, olmaya çalıştığını bilen bilir. Sadece hastanede, hekimlikte değil birçok konuda yardımsever olduğu bilinir. İkinci kitabı Evvel Zaman’ın sunuş yazısında da şöyle yazmıştı Ercan Kesal: “Sinema, gerçekliği zaman boyutunda sabitlemiştir ve sinemayla birlikte insan, ilk kez zamanı durdurma, yeniden yaratma ve isterse ona geri dönme olanağına kavuşmuştur. Zamanın gerçekliğini bir film şeridi üzerinde dondurabilen sinemanın gücünün kaynağı, ‘zamanı, bizi her gün hatta her saat saran gerçekliğin maddesine çözülmez ve hakiki bağlarla bağlamasıdır’ (Tarkovski). İnsanın vicdanı da zamana bağlıdır ve yalnız onunla var olur. Bellek ise vicdan demektir ve unutmak vicdansızlık... Sinema unutmayı reddeden bir sanattır ve bu yüzden çok kıymetlidir.
“Elinizdeki kitap, bir film güncesidir. Bir Zamanlar Anadolu’da filminin hikâyesini konuşmaya başladığımız günden setin sona erdiği güne kadar tüm yaşadıklarımı, gözlemlerimi ve duygularımı yazdığım notlardan oluşmaktadır. Filmin senaristlerinden biri olarak, bir film senaryosunun nasıl başlayıp değişerek evrildiğini ve yönetmen için nasıl bir kılavuz haline dönüştüğünü de göstermeye çalıştığım özgün bir yol hikâyesidir.”
“Doktor, senarist, oyuncu ve yazar Ercan Kesal, Evvel Zaman’da, yaratıcılığın kökenlerine doğru uzanan çetrefil bir yolculuğa çıkarıyor bizi. Bütün içsel ve dışsal etkileriyle yaşanmış bir olaydan bir sanat eserine doğru uzanan esrarlı bir yolculuğa… (Ahmet Öz)
Üçüncü kitabı Nasipse Adayız’ın ardından Cin Aynası da İletişim Yayınlarından geçtiğimiz aylarda yayınlandı.
“Kimsenin birbirine acımadığı, herkesin kolayca birinden nefret ettiği, birinin ötekine yardım etmeyi aklından dahi geçirmediği soğuk ve ümitsiz bir dünyada yaşıyoruz. Yalnızlıktan korktuğumuz ama sürekli yalnız kalmaya çalıştığımız, yalnızlığımızın yetmediği ve bitmediği bir çağdayız.” diyen Ercan Kesal sinemada da, yazın alanında da üretkenliğini sürdürüyor; biz de onu merakla ve sevgiyle takip etmeyi sürdürüyoruz.

NAZAN KESAL


 İYİ FİLMLERİN İYİ OYUNCUSU  23 Ekim 2016

Büyüleyici bir oyunculuk, duru bir güzellik, tiyatroda sahne büyüsü denen durumun sinemadaki hali; beyazperdeye yansıyan etkileyicilik, kameranın sevdiği yüz. Nazan Kesal’dan söz ediyorum. Doktor, senarist, oyuncu, yazar Ercan Kesal’ın eşi, Poyraz’ın annesi. Tiyatro, sinema, reklam ve dizi oyuncusu; tiyatroda yönetmen. Oyunculuk onun yaşam kaynağı gibi. İyi filmlerin iyi oyuncusu. 
En çok, iyi bir oyuncu olabilmek için mücadele ettiğini söylüyor. Sinema kariyerinde Tayfun Pirselimoğlu, Yavuz Özkan, Zeki Demirkubuz, Nuri Bilge Ceylan ve Yavuz Turgul gibi önemli yönetmenlerle çalıştı. Bir söyleşisinde “Bu, özellikle seçtiğin bir durum muydu?” sorusunu, “Evet. Oyuncu, seçimleriyle vardır. Hayır diyebilmeli bir oyuncu. Bu tamamen mesleğinizi yapma biçimiyle ilgili. Oyunculuk yaparken bu filmlerin içinde olduğumda kendimi daha iyi ifade edebiliyorum. Ama çok iyi bir popüler film gelirse neden oynamayayım.” diye yanıtlıyor. 
ŞANSLI MERHABA: GÖLGE OYUNU
İlk filminden şanslıdır Nazan Kesal. Gölge Oyunu (1992) adlı iyi filmle ve Yavuz Turgul gibi usta bir yönetmenle başlamıştır sinema serüvenine. 1994 yılında Yavuz Özkan’ın ödüllü filmi Bir Sonbahar Hikâyesi’nde oynar. 1995 yılında Mustafa Altıoklar’ın yönettiği İstanbul Kanatlarımın Altında filmi de beklenmedik bir gişe başarısı yakalar. Nazan Kesal da Nazan Kırılmış olarak oyuncular arasındadır. Ödüllü filmin başlıca rollerinde Ege Aydan, Okan Bayülgen, Savaş Ay, Zuhal Olcay, Haluk Bilginer, Burak Sergen, Tuncel Kurtiz gibi isimler vardır.
2001 yılında Zeki Demirkubuz’un yönettiği bol ödüllü filmi Yazgı’da patronun karısı rolünde çıkar karşımıza. Hemen ardından Nuri Bilge Ceylan’ın Uzak (2002) filmi gelir. Benim Nazan Kesal’ı keşfim, fark etmem ise Nuri Bilge Ceylan’ın yine ödüllü filmi İklimler ile başlar. Sonrasında oynadığı bütün filmleri ve dizileri büyük bir hayranlıkla izlemeye, kaçırmamaya çalıştım. Kayıp Şehir (2012) adlı dizideki Meryem ve Bugünün Saraylısı (2014) adlı dizideki Üftade Katiboğlu rollerindeki ustalıklı ve sahici oyunculukları da görülmeye değerdi.
Sinemada geç keşfettiğim, dizilerde soluksuz bir hayranlıkla izlediğim, benim için artık ‘ustalar’ katında olan, önemli olduğu kadar değerli de bir oyuncu. Sinemada geç keşfettiğim cümlesini açmak isterim. Nazan Kesal olmadan önce izlediğim, oynadığı filmlerde ve dizilerde önemini ve değerini fark edememiştim. Bu da benim eksiğim ve ayıbımdı. Tiyatro çalışmaları dışında kısacık sinema kariyerine 15’in üstünde film ve birçok dizi sığdırmış çalışkan ve başarılı bir oyuncuydu Nazan Kesal.
Beyazperdede Nazan Kırılmış olarak izlerken Nazan Hanım Gölge Oyunu, Bir Sonbahar Hikâyesi, İstanbul Kanatlarımın Altında gibi filmleri geride bırakmış, Süper Baba, Tatlı Betüş, Bizim Aile gibi dizilerde rol almıştır. 1996 - 2004 yılları arasında Diyarbakır Devlet Tiyatrosu’nda oyuncu ve yönetmen olarak görev yapar. 
Nazan Kesal’ın yaşam öyküsü Nazan Kırılmış olarak 28 Mart 1969’da Manisa’da başlar. İlköğretim ve liseyi Manisa’da tamamlayan Nazan Kırılmış, yüksek öğrenimini İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi Tiyatro - Oyunculuk bölümünü 1991 yılında tamamlar. Beykent Üniversitesi Sinema TV bölümünde master yapar. 
İstanbul’a yerleştikten sonra TV dizileri, sinema ve reklam filmlerinde rol alır. 2004 başında Bursa Devlet Tiyarosu’na atanan sanatçı, Ankara Sanatevi Tiyatrosu, Tiyatro Ayna, Tiyatro İstanbul, Diyarbakır Sanat Merkezi gibi özel topluluklarda da çalışır.
ERCAN KESAL OYUNCULUĞA ONUNLA BAŞLADI
Nazan Kesal söyleşilerinde Ercan Kesal’la tanışmasını “ilk görüşte aşk” olarak tanımlıyor ve “Çocuğumun babası olacak adamı buldum” diye düşündüğünü söylüyor. 2005 yılında evlenirler, uyumlu evliliklerinden 2006’da Poyraz adını verdikleri çocukları dünyaya gelir. 
Sinemayla ilgilenmek, sinemanın içinde olmak isteyen Doktor Ercan Kesal’ın oyuncu olmasında da Nazan Hanım’ın payı ve etkisi var. Nazan Kesal Nuri Bilge Ceylan’ın Uzak filminde oynayacaktır, çekimler başlamıştır. N. B. Ceylan “Yarın senin sevgilini oynayacak bir oyuncuya ihtiyacımız var” der. Nazan Hanım sevgilisi Doktor Ercan Kesal’ı önerir. Tipi de role uyuyordur. Ve Ercan Kesal’ın oyunculuk serüveni başlar.
Seyircinin ve kameranın sevdiği Nazan Kesal’ın iyi oyunculuğu festivallerde de fark edilir ve ödüllerle değerlendirilir. Tayfun Pirselimoğlu’nun yönettiği Saç filmindeki başarılı oyunculuğuyla 30. İstanbul Film Festivali (2011), 44.Siyad Türk Sineması Ödülleri (2012) ve 17.Sadri Alışık Ödülleri’nde (2012) En İyi Kadın Oyuncu seçilir.
Atıl İnanç’ın 2013 yapımı Daire adlı film ve Ahu Öztürk’ün 2015 yapımı Toz Bezi filmlerindeki performansıyla da En iyi kadın oyuncu ödülü alır. Daire filmindeki Betül karakteriyle 25. Ankara Uluslararası Film Festivali (2014) ve Toz Bezi’ndeki Hatun karakteriyle 21. Nürnberg Türkiye/Almanya Film Festivali (2016)  En iyi kadın oyuncu ödüllerini alır.

GİOVANNİ SCOGNAMİLLO


KORKU EDEBİYATI VE KORKU SANATLARI UZMANI BİR SİNEMA TARİHÇİSİ 16 Ekim 2016
Aynı dergilerde yazdık, aynı mekânları paylaştık, aynı insanlarla arkadaşlık yaptık. Ne zaman Beyoğlu’ya çıksam Giovanni’ye rastlardım. En önemli ortak dostumuz birlikte kitaplar yazdığı ve çok erken yaşta yitirdiğimiz Metin Demirhan’dı. Giovanni’yi çoğunlukla Metin’in Atlas Pasajındaki dükkânı Atılgan’da bulurdum. Giovanni Scognamillo’nun, birlikte yazdığımız Merhaba Beyoğlu dergisinde “Mesut Kara ve Küçük İskender olmasa Beyoğlu çekilmez” demişliği de vardı.
(1929 - 2016)
Birçok kez evinde sohbetler, söyleşiler yaptık. Birçok konuda, özellikle fantastik sinema alanında Giovanni’ye danışırdım. 2006 yılında Giovanni Scognamillo, Metin Demirhan ve Yılmaz Atadeniz’in danışmanlığında Fantastiğin Sineması adlı belgeselimi çekmiştim. Yeni projelerimiz Metin’in vefatıyla yarıda kalmıştı. Birlikte Erotik Türk Sineması belgeseli çekecektik. Şimdi Giovanni’nin vedasıyla daha da yalnızlaştık.      
Kimi insanları tanımlamak, onları anlatmak çok zordur. Nereden başlayacağınızı, hangi özelliğini anlatacağınızı şaşırırsınız. Bay Giovanni Scognamillo da böyle insanlardan. Sinema tarihçisi, sinema yazarı, korku edebiyatı ve korku sanatları uzmanı, vampirolog… Sinema tarihçisi, İtalyan kökenli Giovanni Scognamillo 1929’da İstanbul’da doğar. İtalyan Lisesi’ni bitirdikten sonra, İtalyan Kitapevini yönetmeye başlar. Sonra dekoratör yardımcılığı ve 14 yıl bankacılık yapar. Şube müdürlüğü yaptığı bankadan ayrılıp reklam filmleri dağıtan bir şirkete ortak olur. 1964 yılından itibaren İstanbul’da çekilen birçok yabancı filmde, prodüksiyonda ya da reji asistanı olarak çalışır. 1948-60 yılları arasında daha çok yabancı basında muhabirlik yapar, sinema yazıları yazar. 1961’de Akşam gazetesine sinema eleştirmeni olarak girer ve 1967’ye kadar çalışır. 
SİNEMAYA ADANMIŞ BİR YAŞAM
Sinemaya ilgisi çocukluğunda başlar. Çünkü babası ve eniştesi sinema alanında çalışıyorlardır. 30’lu yılların başlarında Star Film’in sahibi olan babası, Elhamra sinemasının müdürlüğünü yapar bir süre, sonra İpekçilerin yanında, Fitaş’ta çalışır. 1951’den sonra da o yıl kurulan Atlas Film’e işletmeci olarak girer. Yine 1930’ların başlarında Fox şirketinin İstanbul şubesinde satış müdürü olan eniştesi Viktor Kastro, aynı dönemde Süreyya sinemasının da müdürüdür. Daha sonra da Atlas sinemasında müdürlük yapar. Vedat Ar’la birlikte reklam filmleri çeken bir şirket kuran eniştesi, reklam filmleri işletmeciliği de yapar.
Bay Giovanni ilk kitaplarını sinema yazarı ve araştırmacısı Agâh Özgüç’le birlikte hazırlar. 1965 yılında “Türk Sineması’nda Kadın ve Cinsellik” adlı kitabı ve “1965 Sinema Yıllığı”nı yapıyorlar birlikte. Giovanni Scognamillo bu kitapların ardından “Türk Sineması’nda 6 Yönetmen”i yazıyor. Sonra arka arkaya kitaplarını yayınlamaya başlıyor. Giovanni Scognamillo’nun yazdığı 1896-1986 yıllarını kapsyan iki ciltlik Türk Sinema Tarihi adlı kitabı, daha sonra genişletilmiş içeriğiyle tek cilt olarak da yayımlandı. Bu kitap dışında başka araştırmacı ve tarihçilerin de Türk Sinema Tarihi kitapları, çalışmaları, araştırmaları var. Bunların yeterli ve doğru olup olmadığını soruyorum. “Benim yazdığım sinema tarihi dahil olmak üzere yeterli olduğunu düşünmüyorum. Türk sinemasını sıfırdan başlayıp yeniden araştırmak gerekiyor. Çünkü acaba ilk Türk filmi Fuat Uzkınay’ın çektiği fakat kimsenin görmediği film midir? İlk gösteri gerçekten Sponeck Salonunda yapılan gösteri midir? O gösteriyi gerçekten Sigmund Weinberg mi yaptı? Bu tarz sorular sürekli olarak soruluyor fakat derinlemesine bir inceleme yok. En azından yayımlanmış incelemeler eksik.”
1980-2000 ARASI SİNEMAYA ELEŞTİRİLERİ
1980-2000 yılları arasında yapılan sinemaya da, sinema yazarlığına da biraz eleştirel bakıyordu Giovanni Scognamillo. 12 Eylül’ün baskılarında doğan sinemanın, kendini aşamadığını düşünüyordu. “Sadece 12 Eylül psikozuyla da açıklanamıyor bu. Cinsellik başta olmaz üzere bazı temalara daha özgürce yaklaşabiliyor Türk sineması. Bu arada unutulan bir şey var. Sinema sanattır fakat aynı zamanda popüler bir sanattır, bir gösteri sanatıdır. Bu filmlerin izleyici sayısına, hâsılatlarına baktığımda merak ediyorum, bu filmler kimler için yapılıyor? Bazen çok tutulan, iyi eleştiriler alan hatta ödüller alan film seyirci bulamıyor. Neden? Tamam, eski Türk sinemasının seyircisi televizyona kaydı fakat bu tür sinemanın seyircisi nerede merak ediyorum. 80’lerden bu yana birçok Türk filmi, yabancı festivallerde ödüller aldı. Ancak o ödül alan filmler, o ödül veren ülkelerde çok ender gösterildi ve o filmlerden birçoğu Türkiye’de de seyirci tarafından çok ilgiyle karşılanmadı. En basit tanımlamayla bir film niye yapılır? Sinemada gösterilmek ve seyircinin ilgisini çekmek için. Elbette bir filmin gişe yapması onun iyi film olduğunun ölçüsü değildir. Değişen sinema kendi seyircisini bulamadı. Her ülkede sanat sineması vardır. Fakat kendi pazarını da yaratır bu sinema. Bizde bu filmlere yeterli tanıtım da yapılamıyor. Bu sadece, salon bulamıyoruz edebiyatıyla da açıklanamaz. Salon bulsak da seyirci bulamıyoruz. Bir ulusal festivalde ödül almak ya da bir iki sinema yazarının övücü yazılarını okumak o yönetmeni ya da yapımcıyı tatmin ediyorsa benim söyleyecek bir şeyim yok.”
“Son dönem Türk sineması ne kadar bireyciyse kanımca eleştiri de aynı durumda. Yani bir elit için film yapılıyorsa, sanki bir elit için de sinema yazısı yazılıyor. Hem yeterli değil hem de bence doğru değil.”

SEN TÜRKÜLERİNİ SÖYLE


 09 Ekim 2016
Ülkenin yakın geçmişi ‘on yılda bir’ yapılan askeri müdahalelerin, darbelerin yaşandığı büyük altüst oluşlar, acılar, sarsıntılar yaşatan süreçlerle anılıyordu. 12 Eylül darbesinden bu yana 36 yıl geçmesine rağmen bugün de darbe koşullarında yaşamayı sürdürüyoruz. 12 Eylül AKP iktidarıyla sürüyor. Karşı devrim içinde karşı devrim yaşıyoruz sürekli. Fethullahçı darbe girişiminin ardından devletin tüm kurumlarını elinde bulunduran iktidar KHK’lerle ülkeyi cehenneme çevirmeyi sürdürüyor. Öğretmenler, akademisyenler görevden alınıyor, yazarlar, gazeteciler hapse atılıyor, muhalif gazeteler, televizyonlar kapatılıyor. Darbe girişimini fırsat bilen tek adam ve iktidarı karşı devrimini sürdürüyor.
12 Mart darbesi edebiyat ürünlerinde romanda, şiirde karşılığını bulurken, sinemada ertelenmiş, uzak durulmuş bir sorun olarak kalmıştı. 12 Eylül 1980 darbesiyle başlayan süreç sonrasında ise yaşananlar sinemada karşılığını bulur. 1986 yılından itibaren, sonrasında 12 Eylül filmleri olarak tanımlanan filmler, çekilmeye, arka arkaya gösterime girmeye başlar.
12 Eylül darbesiyle başlayan 1980’li yıllar (ve sonrası da) belleklerin silindiği bir süreç olarak geçer tarihe. Unutma, yok sayma, sonraki tarihlere erteleme eğilimi sinemada başlangıçta geri çekilme, içine kapanma olarak yansıyıp uzun süreli bir suskunluk yaşansa da bu sıkıntılı/sancılı süreçte 12 Eylül darbesinin yarattığı ‘yeni durum’u ilk dillendiren, perdeye yansıtan Sen Türkülerini Söyle (1986) filmiyle Şerif Gören olur. Zeki Ökten’in Ses (1986) ve Zeki Alasya’nın Dikenli Yol (1986) filmlerinin eklenmesiyle 12 Eylül Filmleri tanımlaması yapılır. Sonraki yıllarda çekilen başka filmler de bu sınıflandırmanın içine yerleştirilir.
Bu ilk üç filmde anlatılan, daha sonra çekilen başka filmlerde de göreceğimiz ‘eve dönüş’ öyküleridir. 12 Eylül’le birlikte hapse girmiş devrimcilerin hapisten çıktıklarında karşılaştığı ‘yeni toplum’ ve dışarıda bıraktıkları arkadaşlarının, yakınlarının bu yeni toplum içerisindeki değişimleri, yabancılaşmaları, çatışmaları anlatılır. Bütün bu filmlerde bir dönemi ‘çözme-açıklama’ çabasının olması dışında 12 Eylül hesaplaşmasının ‘daha sonra’ya bırakıldığı söylenebilir.
12 Eylül filmlerine, bir süreci konu eden filmler olarak bakıldığında, 12 Eylül 1980 askeri darbesi öncesinde yaşanan olayları anlatan filmler de bu bağlamda ele alınabilir. Sen Türkülerini Söyle filmiyle başlayan, farklı tarih aralıklarıyla Bu Son Olsun (2012) filmine dek süren 12 Eylül filmleri, yaşanan toplumsal dönüşümlere paralel özellikler içeriyordu.
HAYRİ’NİN HAYAL KIRIKLIĞI
Yedi yıl cezaevinde yatan, Hayri’nin (Kadir İnanır), af yasasıyla dışarıya çıktıktan sonra ailesiyle ilişkisi ve sol ideolojiden kopan eski dava arkadaşlarıyla geldiği yol ayrımı anlatılır. Hayri, dışarı çıktıktan sonra hiçbir şeyin aynı olmadığını anlar. Eski mücadele arkadaşlarının yozlaştığına tanık olur. Konya’ya sürgüne gider. 
Eve dönüşünde annesi ve kız kardeşi tarafından acıyı da, yılların burukluğunu da içeren bir sevinçle karşılanır. Babası politik eylemlere karışmış olduğu için onu evlatlıktan reddetmiştir, onunla konuşmaz ama annesi aracılığıyla cep harçlığı verir. Hayri’nin ailesiyle, babasıyla ilişkisi darbenin insanların hayatlarını nasıl etkilediğini, değiştirdiğini gösterir. Hayri’yle konuşmayan baba, “Ona polise teslim ol dedim, dinlemedi. Dik kafalı işte ne olacak. Onun yüzünden mahalleye çıkamaz olduk. Tabii evlatlıktan reddederim,” diye oğlunu suçlar. Baba ‘mini devlet aile’de devlet’i temsil ettiğinden onun sözünü dinlememek devlete karşı çıkmaktır.
Akrabaların geçmiş olsun ziyareti Hayri’ye cezaevinde olduğu yıllarda pek çok şeyin değişmiş olduğunu gösterir. Yapılan sohbetler 1980’lerde Türkiye’de yaşanan kimlik/bilinç değişimini gösterir.  
 “Eski solcu”ların kırpıp kırpıp reklamcı yapıldığı yıllardır. Medya da elverişli hale getirilmiştir bu ‘değerlendirme’ için. Arka arkaya yayımlanan kadınca ya da erkekçe dergiler uygundur bunun için; merkez medyaya geçişin de basamağını oluşturur. Yeni dünya düzeninin yükselen değerleri, bu medya üzerinden bir toplum mühendisliği uygulaması olarak sürdürülür. 
Geçmişinden, geçmiş değerlerinden, gelecek düşlerinden, ‘eski’ ideolojisinden kurtulmak ve ‘sistemin uyumlu insanına’ dönmek isteyen 80 öncesinin ‘bazı hızlı devrimcileri’ de geçer bu uyumlulaştırma yollarından. Filmin ana temasını da asıl bu dönüşüm oluşturur. Halil de dava arkadaşlarının 12 Eylül sonrası Türkiye’deki yeni düzene uyum sağladıklarını, geçmişle tüm bağlarının koptuğunu görür. Onlarla olan bütün bağlarının koptuğunu anlayan Hayri büyük bir hayal kırıklığı yaşar.
İşkence filmde ağırlıklı bir yer tutmasa da sık sık geriye dönüşlerle işkence hatırlatması yapılır. Hayri geceleri işkence kâbusları görerek uyanmaktadır. İşkence karanlık bir koridorda gözleri bağlı işkenceye götürülen bir adam ve çığlık motifiyle yer alır filmde. 
Annesinin Hayri’ye “Sana bir kötülük yaptılar mı oğlum, sana bir zarar verdiler mi? Hep dedim, Hayri’me bir kötülük yapsınlar bak ben neler yaparım,” sözleri üzerine iki kişinin Hayri’yi gözleri bağlı olarak bir odaya soktuklarını görürüz. İçeriden bağırtılar gelir. Fiziksel şiddetin varlığı bu sahnelerde açıkça olmasa da ortaya konulur. Bu sahneler film boyunca birkaç farklı yerde tekrar gösterilir.
Sen Türkülerini Söyle
Yönetmen/Senaryo: Şerif Gören
Oynayanlar: Kadir İnanır, Sibel Turnagöl, Tunca Yönder, Merih Fırat, Şerif Gören, Aytaç Öztuna, Levent Dönmez, Muadelet Tibet, Kutay Köktürk, Sibel Hotin, Hale Akınlı, Nuri Tuğ, Coşkun Göğen, Ümit Yesin, Bülent Bilgiç, Erdinç Akbaş, Pekcan Koşar

ŞENER ŞEN


KÖY ÖĞRETMENLİĞİNDEN OYUNCULUĞA, FİGÜRANLIKTAN ZİRVEYE 02 Ekim 2016
Köy öğretmenliğinden oyunculuğa, figüranlıktan zirveye büyülü bir yolculuk. Yeşilçam’ın unutulmaz oyuncularından Ali Şen’in oğlu Şener Şen. Sinema tarihimizin son 50 yılına damgasını vuran bir oyunculuk destanı. Hababam Sınıfı’nın Badi Ekrem’i, Süt Kardeşler’in Kumandan Hüsamettin’i, Tosun Paşa’nın Tellioğlu Lütfü’sü, Gülen Gözler’in Vecihi’si, Kibar Feyzo’nun Maho Ağa’sı, Çiçek Abbas’ın Şakir Serengil’i, Şekerpare’nin Ziver’i, Namuslu’nun Mutemet Ali Rıza’sı, Züğürt Ağa’nın Ağası, Çıplak Vatandaş’ın İbrahim’i, Değirmen’in Kaymakam Hilmi’si, Milyarder’in Mesudiyeli Mesut’u, Selamsız Bandosu’nun Latif Şahin’i, Arabesk’in Şener’i, Zengin Mutfağı’nın Lütfü Usta’sı. Gölge Oyunu’nun Abidin’i, Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni’nin Haşmet Asilkan’ı, Amerikalı’nın Şeref’i, Eşkıya’nın Baran’ı, Gönül Yarası’nın Nazım’ı, Kabadayı’nın Ali Osman’ı, Av Mevsimi’nin Ferman’ı, avcısı… Can verdiği, canlandırdığı unutulmaz karakterleriyle sinemamızın en önemli ve değerli usta oyuncusu Şener Şen.
Oyunculuğu ve sinemayı ciddiye alan Şener Şen, sinema hayatı boyunca kendisini keşfedip zirveye ulaşmasına vesile olan ‘yetenek avcısı’ Ertem Eğilmez gibi, sonraki yıllarda birçok projede birlikte çalışacağı Arzu Film ekolünden/okulundan Yavuz Turgul gibi hem kaliteli hem de seyircisine ulaşabilecek filmlerin peşinde/içinde oldu. 
1964 yılından itibaren Hizmetçi Dediğin Böyle Olur, Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, Sözde Kızlar gibi filmlerde figüranlıkla başlayan sinema serüveninde yeteneği, başarısı onu daha yan rollerdeyken, ikinci, üçüncü adamı oynarken yıldızlaştırmış, aranan oyuncu olmasını sağlamıştır. Ertem Eğilmez’in keşfi yıldızını parlatır, yolunu açar. Sonrasında kendi çabası ve yeteneğiyle başrole tırmanır, yıldızlaşır, sinema tarihine adını yazdırır ve sinemamızın yarım asrına damgasını vurur. Sinemamızda, oyunculukta ulaşılması zor bir zirvedir Şener Şen.
Şener Şen’in hayat hikâyesi 26 Aralık 1941 tarihinde, Adana’da başlar. Babası sonraki yılların unutulmaz oyuncusu marangoz Ali Şen’dir.1950 yılında İstanbul’a taşınırlar. Yoksul aile çocuğudur. Zeytinburnu’ya yerleşirler. Gecekonduda büyür. Baba Ali Şen Adana’da marangozluk yaparken dekor yapmak için gittiği halkevinde tiyatroyla ilgilenir, sahneye çıkar. Yeteneklidir. İstanbul’a taşındıktan sonra da hem marangozluk hem de tiyatro devam eder. Adana’dan tanışıklığı olan Muammer Karaca’nın desteğiyle tiyatro devam ederken sinema oyunculuğuna da başlar.
Hayat derdindedir; ekmek parasını kazanmak için şoförlük, pazarlamacılık, işportacılık gibi birçok iş yapar. Kepirtepe Öğretmen Okulu’nu bitiren Şener Şen üç yıl kadar öğretmenlik yapar. Gönlünde tiyatro ve oyunculuk vardır. Sinemayı istemiyordur çünkü babasının yaşam koşullarını, çalışma şartlarını görüyordur. O yıllarda sinema parasız pulsuz sadece sevgiyle yapılan koşulları ağır bir iştir. Düzenli gelir düşüncesiyle şehir tiyatrolarına girmek ister.
1967 yılında, kalabalık sahnelerde arkalarda yer alan figüran olarak başlar İstanbul Şehir Tiyatrosu’na. Dönemin ünlü oyuncularıyla repliksiz ya da birkaç cümlelik rollerde oynar. Kısa sürede kendini gösterir Şener Şen ve iyi oyunlarda, iyi rollerde oynamaya başlar. Başrole tırmanmıştır yeteneğiyle. Yıllar sonra sinemada da oynayacağı Vasıf Öngören’in Zengin Mutfağı’nda oynar şehir tiyatrosunda. Tiyatroda da, sinemada da yönetmen Başar Sabuncu’dur.
FİGÜRANLIKTAN YILDIZLIĞA
Sinema serüveni de küçük rollerle, figüranlıkla başlar. Bir yandan da setlerde çalışıyor, seslendirme yapıyordur. 1975 yılı Şener Şen için bir dönüm yılıdır. Sinemada geç gelen şöhretin, zirveye, yıldızlığa giden yolun kapıları açılır. Seslendirme devam ederken 1975 yılında Ertem Eğilmez’le, Arzu Film’le çalışmaya başlar. Ertem Eğilmez, Bizim Aile ve Hababam Sınıfı’nda seslendirme yapan Şener Şen’e Hababam Sınıfı Sınıfta Kaldı’da (1975) Badi Ekrem’i oynatır. Devam filmi Hababam Sınıfı Uyanıyor (1976) ve Hababam Sınıfı Tatilde (1977) ve Hababam Sınıfı Dokuz Doğuruyor (1978) filmlerinde Badi Ekrem’i oynayan Şener Şen bir süre Kemal Sunal’lı, İlyas Salman’lı filmlerin ikinci adamı olarak görünür beyazperdede.
1978 yılında Kartal Tibet’in yönettiği Türkan Şoray’lı, Bulut Aras’lı Sultan filminde Bakkal Bahtiyar’ı oynadıktan sonra Ertem Eğilmez’in yönettiği Erkek Güzeli Sefil Bilo’da (1979) İlyas Salman’ın karşısında Maho Ağa’yı canlandırır. 1980 yılında yine Ertem Eğilmez’in yönettiği İlyas Salman’lı Banker Bilo’da Banker Maho’dur ve unutulmaz bir oyunculuk sergiler. Kartal Tibet’in yönettiği Kemal Sunal’lı Davaro’da (1981) Süleyman Hıyarto, İlyas Salman’lı Dolap Beygiri’nde (1982) Banker Yakup, Çiçek Abbas’ta (1982) İlyas Salman’ın karşısında Şakir Serengil, İlyas Salman’lı Şekerpare’de (1983), Ziver’dir.
Oynadığı bütün bu filmlerde ikinci adam da olsa sergilediği performansla, büyük kentlerde de, Anadolu’da da seyircinin kalbini fetheder, yıldızlaşır. Artık seyirci de, filmleri iş yapan yapımcı da, salonları dolan işletmeci de Şener Şen’li filmler istiyordur. Bu sevgi ve istek Şener Şen’e başrol kapılarını açar. 
BAŞROLDEN EFSANEYE 
1964 yılından itibaren sinemada olan Şener Şen zoru başarmış başrol oynamadan yıldız olmuştur. 1984 yılına gelindiğinde bir Ertem Eğilmez filmi olan Namuslu’nun başrolünde oynar Şener Şen. Bu bir kırılma noktasıdır. Canlandırdığı karakter Mutemet Ali Rıza’dır. Ali Rıza Bey, bir işyerinde veznedar olarak çalışan, kendi halinde, az gelirli ama namuslu bir vatandaştır. Namuslu ve dürüst olmanın karşılığını hor görülerek, itilip kakılarak almaktadır. İşyerindeki herkes binbir dolap çevirip para kazanırken o dürüstlükten ayrılmaz. Günün birinde işyerinin büyük miktarda parasını soygunculara kaptırır. Ancak saldırıya uğradığına ve masum olduğuna bir türlü kimseyi inandıramaz. Çevresindeki herkes, ailesi bile, onun nihayet gözünün açıldığını ve parayı zimmete geçirdiğini düşünmektedir. Üstelik bu inançla ona olan itibarları birdenbire artmıştır.
Şener Şen, Uğur Vardan’la yaptığı söyleşide bu kırılma noktasını, başrole çıkışını şöyle anlatır: “Onun hikâyesi de aslında bir hayli ilginç. Şimdilerde nasıl TV’ciler oyunculara iş yazıyorsa o zaman da işletmeciler böyle bir misyonu üstlenirlerdi. Bölge işletmecileri Ertem abiye baskı yapıyor, beni kastederek ‘Bu adam işte çok güzel kırsal kökenli tiplemeleri oynuyor, işte ‘Banker Bilo’daki Maho ağada çok iyiydi. Ona öyle bir başrol yap’ diyorlar. Ertem abi beni yanına çağırıp durumu aktardı, aslında açıkça ‘Ben seni başrol falan düşünmüyorum ama işletmeciler istedi, ben de mecburum oynatayım dedim’e getiriyor konuyu. Benim oynadığım karakterler kötüdür ama sevimlidir. Her ailede, her çevrede öyle tatlı üçkâğıtçılar vardır. Ya amca öyledir, ya komşusu öyledir, ya bakkal öyledir vs. Hem kızarlar hem gülerler, ‘Ne sahtekâr adam’ derler, ‘namussuz orayı burayı dolandırdı ama işini de yürütüyor...’ Hep öyle bir hoşgörü payı vardır.” (Hürriyet, 01 Aralık 2014) 
1985 yılında sinema tarihimizin en ayrıcalıklı, önemli ve sevilen ödüllü filmi Züğürt Ağa’da oynar. “Haraptar adlı köyün haşmetli ağası (Şener Şen), her gün yeni bir kan isteyen babası Abdo’yla yaşadığı yörede egemenliğini sürdürürken her şey tersine gelişir. Yanaşmalarının küçük kızıyla gerdeğe giren baba, yaşamını yitirir. Köylüler ağanın ürünlerini çalıp satarlar. Kuraklık nedeniyle topraklarını da baraj yapmak isteyen politikacılara satarak kendini kente atan ağa, burada da tutunamayacaktır. Karısına varıncaya kadar herkesin terk ettiği ağaya sadık kalan yalnızca yanaşmanın kızı Kiraz’dır. Filmi Yavuz Turgul’un senaryosuyla Nesli Çölgeçen yönetir.
Türkiye’de feodalizmin çöküşünü konu alan filmde Şener Şen Haraptar köyünün ağasıdır. Yağmur yağmaması ve kuraklığın başlaması üzerine köylüler ağanın ürünlerini çalıp satar ve İstanbul’a kaçar. Ağa da topraklarını satarak, İstanbul’a göç eder. Fakat şehir yaşamına ayak uyduramayan ağa elinde, avucunda ne varsa yiyip tüketir. Karısı da evi terk eder. Sonunda onu yalnız bırakmayan Kiraz ile yaşamaya başlar ve en iyi bildiği iş olan çiğ köfte yapma işine başlar. 
Badi Ekrem’le başlayan ve oynadığı her filmiyle seyircinin beğeni çıtasının sürekli yükseldiği Şener Şen, başrol filmleriyle yıldızlaşmakla kalmaz nasıl büyük bir oyuncu olduğunu da gösterir, efsaneleşir.
Şener Şen bir söyleşisinde şunları söyler: “İçten olduğumu söyleyebilirim ve bu topraklara ait bir sentezim. Hani bazı yönetmenler vardır, belli yerlere geldikten sonra Tarkovski olmak isterler, oyuncusu da De Niro. Ben buraya aidim, Züğürt Ağa’yı oynayan adamım. Banane De Niro’dan, banane oynadığı rollerden. Ben Şener’im ve Şener olarak kalmak istiyorum.” 
ŞENER ŞEN: SON 50 YILIN ÖYKÜSÜ 

1985’te Âşık oldum ve Çıplak Vatandaş’ta da oynar. Çıplak Vatandaş’ın İbrahim’i (Şener Şen) “Dört çocuklu ve beşincisine de karısı hamile olan dar gelirli, limon satıcılığı, bulaşıkçılık gibi ek işler yapmasına karşılık yine de ailesini doyuramaz. Yorgunluk ve bunalım giderek ruhi dengesini bozar. Çırılçıplak kendini sokaklara atar. Olay gazete manşetlerine çıkınca İbrahim büyük reklam şirketlerinden aldığı tekliflerle yıldız olup çıkar.” Şener Şen 1986 yılında Atıf Yılmaz’ın yönettiği Değirmen ve Kartal Tibet’in yönettiği Milyarder filmlerinde oynar.
1987 yılında sinemamızın başyapıtlarından Muhsin Bey’de ve yine önemli bir film olan Selamsız Bandosu’nda, 1988’de Arabesk ve Zengin Mutfağı’nda oynar. Yıl 1990’dır ve yine bir başyapıt gelir Şener Şen ve Yavuz Turgul ikilisinden. Bu kez Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni filminin Haşmet Asilkan’ıdır. İkilinin 1992 yapımı filmi Gölge Oyunu’nda başrolü Şevket Altuğ ile paylaşır. Mahmut (Şevket Altuğ) ve Abidin (Şener Şen) bir pavyonda çalışmaktadırlar. Mahmut dürüst bir gençtir. Abidin ise tersine hırsız, yalancı ve çapkındır.  
SEYİRCİ YENİDEN SİNEMAYLA BULUŞUR 
1980-1990 yılları arasında yaşanan bunalımlı dönemin atlatılmaya çalışıldığı 1990’lı yılların ilk yarısında gerçekleştirilen iyi filmler, seyirciyi salonlarda yerli filme de yönlendirebilme kaygısındaki filmler seyirciyle sınırlı da olsa ilişki kurabilmeyi başarır. Yeşilçam dönemiyle kıyaslanamasa da, salonları işgal eden Amerikan filmlerine rağmen ‘iş yapan’ filmler sinemacıları umutlandırır.
Öncesinde de gişe yapan filmler olmasına karşın, 1993 yılında Şerif Gören’in yönettiği Şener Şen’li Amerikalı filmi önemli bir seyirci patlaması oluşturur. Yılın gişe rekorunu kıran film, sinemacıların uzun süredir hasretini çektiği seyirciyi salonlara çekmeyi başarır.
1996 yılındaysa hem popüler, ticari sinema hem de yönetmen sineması açısından önemli gelişmelere yol açabilecek, bir dönüşümü sağlayacak başlangıçlar yaşanır. 1980 sonrasının rekor sayılan ilk büyük gişe patlaması, Yavuz Turgul’un 1996 yılında yönettiği Şener Şen’li, Uğur Yücel’li Eşkıya filmiyle gerçekleşir. Seyircisiz yıllarda Muhsin Bey ve Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni gibi önemli filmler yapsa da Eşkıya’yla gişede de büyük bir başarı elde eder Yavuz Turgul.
Şener Şen’in Şener Şen efsanesini sürdürdüğü, ustalık döneminin son filmleri Gönül Yarası (2004), Kabadayı (2007) ve Av Mevsimi’ydi. (2010) 

DARBE VE AV ZAMANI


25 Eylül 2016
      
Darbe (Ümit Efekan 1990), işkenceye dayanamayarak örgüt arkadaşlarını ele veren, daha sonra da Pişmanlık Yasası’ndan yararlanarak estetik ameliyatla yüzünü ve kimliğini değiştiren bir devrimcinin yeni hayatında kendisiyle hesaplaşmasını anlatan bir filmdir. Onun itiraflarıyla örgütten pek çok arkadaşı içeriye girmiş, bir arkadaşı da idam edilmiştir. Kimliğini gizleyerek karısı ile tekrar ilişki kurar, ama gerçek anlaşılınca karısı, devrime ve arkadaşlarına ihanet ettiği için onu reddeder. İşkenceye dayanmak için direnen ama sonuçta yenik düşen itirafçı ise tek suçlunun kendisi olmadığını, “toplum sorunları ile ilgilenmeyen suskun aydınların da kendisi kadar suçlu olduğunu” düşünmektedir.
Televizyonda yayınlanan 80’li yılların bir özeti yayınlanmaktadır. Bir milyon insanın ölümüne yol açan körfez savaşı, işgalci İsrail askerlerinin bir direnişçinin kollarını taşlarla vurarak kırdıkları görüntüler... O esnada çalan kapıyı açan kadın, karşısında eşi Hamdullah Şimşek’i soran polisi bulur. Teşhis için karakola gelmesini söyler polis.
Morgda ölü diye teşhis ettirdikleri kocası ölmemiştir. Pişmanlık yasasından yararlanarak itirafçı olan Hamdullah artık hayata yeni bir yüzle, yeni bir kimlikle devam edecektir. Yeni kimliğiyle Yavuz, polis tarafından yerleştirildiği evden dışarıya baktığında “Kim bilir bu koca şehirde kaç hain, kaç namussuz, kaç korkak yaşıyordur? Yiğitler, yiğitler de vardır ama.” diye düşünür.
Uzandığında tavandan sarkan ampul idam ipi gibi görünür gözüne. Gözleri bağlı, işkence gördüğü anları anımsar. Hiç kimsenin, en güçlü hayvanların bile dayanamayacağı kadar ağır işkencelerden geçtiğini, çok büyük acılar yaşatıldığını düşünür. Yaşadığı her an, her ses her görüntü ve hareket gördüğü ağır işkenceleri çağrıştırır.
Gerçek kimliğiyle yaşadığı eski hayatının izini sürmeye başlar. Eski dava arkadaşı Taner’le bağlantı kurar, onun kaçıp kurtulmasını ister. Eşinin, oğlunun hayatlarını izler uzaktan uzağa. Devletin ayarladığı bir işte çalışmaya başlar. Bayramda eşinin oğlunun, anne ve babasının mezarı başında gözyaşı dökerek dua ettiğini görür. Karısı onun bir devrimci olarak öldüğüne ya da öldürüldüğüne inanıyordur. Babasını soran oğluna da bunları söyler.
Karısı Narin’le, oğluyla iletişim kurmaya çabalayan Hamdullah’ın karşılaşmaları, buluşmaları çoğaldıkça eski eşiyle aralarındaki ilişki duygusal bir ilişkiye dönüşür. Kocasının anılarıyla dolu yaşayan Narin’i, çelişkiye sürükler yaşadığı duygular. Kocasının can ciğer arkadaşı Ali Akkuş’un annesi Hatice teyze uğramış, oğlunun izini bulamadığını, kayıp olduğunu söylemiştir. Narin de gündelik yaşamındaki sıkıntılarını aktarırken bu bilgiyi de söyler adama. Ali Akkuş da Hamdullah’ın itiraflarıyla/teşhisiyle yargılanan ve idam edilen bir devrimcidir.
Karısı ve yeni kimliğiyle Yavuz birlikte olurlar. Gelen esrarengiz telefonun ardından buluşmaya giden Narin, Hamdullah’ın eski dava arkadaşı Taner’den Yavuz’un gerçek kimliğini öğrenir. Yavuz diye âşık olduğu, birlikte olduğu adam, saygı duyduğu anısını yüreğinde yaşattığı devrimci olarak öldüğünü ya da öldürüldüğünü sandığı, gerçekte ise itiraflarıyla örgütünü ve dava arkadaşlarını ele veren, ölümüne neden olan eski kocası Hamdullah Şimşek’tir.
AV ZAMANI
Ferit Edgü’nün senaryosuyla Erden Kıral’ın yönettiği 1987 yapımı film, 12 Eylül öncesinde yaşanan terörden kaçarak bir adaya sığınan ancak burada da terörden kaçmanın mümkün olmadığını gören bir yazarın hikâyesini anlatmaktadır.
12 Eylül öncesinin -yakın arkadaşının da öldürüldüğü- terörize edilmiş ortamından etkilenip yazmayı bırakan bir yazarın, yerleştiği Cunda Adası’ndaki yaratı krizlerinin hesaplaşmasını izleriz filmde. 80 sonrası darbenin yarattığı ‘bunaltı’ günlerinde yalnızlaşan, yenilgi ya da korku duygusuna kapılan aydınların/küçük aydınların, ‘kaçış’ günlerine çokça tanıklık ederiz.
Kahramanımız 12 Eylül öncesinin her gün ölüm haberlerinin olduğu terörlü günlerinden yılmıştır, her şeyden vazgeçerek doğaya sığınmak için Cunda Adası’na gider, oradaki evine yerleşir. Bu bir kaçıştır fakat kısa bir süre sonra terörün adaya da sıçramasıyla kaçışın olanaksızlığını anlar.
Film bir cinayetle başlar. Sabah evinden çıkan bir adam silahlı iki genç tarafından evinin önünde öldürülür. Yere düştüğünde can verirken gözlük ve çantasından uçuşan kâğıtlardan vurulanın ‘aydın’ olduğunu anlarız. Öldürülen bilim insanı da yazar olan kahramanımızın yakın arkadaşıdır.
Yıllar sonra baba toprağına, kürkçü dükkânına dönmüştür. Adada yaşayan çocukluk arkadaşı, olan, adanın tarihini araştıran avcılık ve balıkçılıkla uğraşan eski dostuna “Günlerini nasıl geçiriyorsun” diye sorar. “Zor geçiyor günler ama yakında av mevsimi başlar” yanıtıyla duraklar kahramanımız. “Av mevsimi... Daha başlamadı mı av mevsimi? Ben çoktan başladığını sanıyordum” diyerek yaşanan toplumsal koşullara gönderme yapar. Ülkede bir av ortamı vardır, eli silahlı avcılar ve avlananlar... Genç insanlar, aydınlar, gazeteciler, düşün insanları, yazarlar çizerler her gün eli silahlı avcıların katlettiği avlardır.
Radyo haberleri arka arkaya işlenen cinayetleri, yapılan katliamları, Bursa’da silahlı eğitim yaparken yakalananları verir. İstanbul’da kahveler taranıyor masum insanlar öldürülüyor, Çorum’da, başka yerlerde katliamlar yapılıyordur. Gaziantep’te silahlı saldırıya uğrayanlar, öldürülenler, ağır yaralananlar, yakalananlar...
İstanbul’da balık kalmadığı için adaya yerleşen bir balıkçı kahramanımızın hayatını yazmak için adaya geldiğini öğrenince gösterdiği “ama henüz ölmedi ki daha” tepkisi yeni bir yüzleşmeyi daha başlatır.
Yaşamını yazmaya karar verdiği kişi, eli silahlı avcılar tarafından öldürülen, kahramanımızın adaya gelmesine ve yeni içsel yolculuklara çıkmasına neden olan bilim insanı arkadaşıydı.