24 Mart 2020 Salı

BİR MAHALLEDE YAŞANABİLECEK HER ŞEY


  03 Ocak 2016
Çocukluğumun ilk kahramanları tüm çocuklar gibi, çizgi roman ve sinemadandı. Her çocuğun hayran olduğu bir süper kahramanı vardı, bir de hepimizin neredeyse ortak kahramanları olan çizgi romanlar vardı elden ele dolaşan. Teksas, Tommiks, Zagor, Tom Braks, Kaptan Swing, Mandrake, Kızıl Maske, Red Kit en yaygın ve hepimizin mutlaka okuduğu, biriktirdiği, değiş tokuş yaptığı çizgi romanlardı. Her kahramanın eğlenceli yardımcıları da vardı bu çizgi romanlarda. Örneğin Çelik Blek Teksas’ın Profesör Oklitus ve genç Rodi, Tommiks’in Doktor Salloso ve Konyakçı, Baltalı İlah Zagor’un Çiko, kılıktan kılığa giren Tom Braks’ın Tonton ve Baron, Kaptan Swing’in Gamlı Baykuş, Mister Blöf, Blöf’ün köpeği Puik en eğlenceli olanlarıydı. ‘Esas kahraman’ kadar onları da severdik. Bunların dışında yayınlanmış çok sayıda çizgi roman vardı. Çizgi romanların süper kahramanları dışında, sinemanın kahramanları da bizler için örnek aldığımız öykündüğümüz, onlar gibi olmak istediğimiz figürlerdi. Karaoğlan, Malkoçoğlu, Kara Murat, Tarkan beyazperdeye yansıyan en önemli kahramanlarımızdı.
Şimdi yerinde kendimi hep yabancı hissettiğim, sevimsiz bir apartmanın, soğuk bir beton yığınının olduğu bahçe içindeki o güzelim eski evde doğmuştum; arka cephemizin Çankırılı, ön cephemizin Erzincanlı güzel komşularla çevrili olduğu, mahalle kültürünün, komşuluk ilişkilerinin yaşandığı, televizyonun, buzdolabının, telefonun olmadığı fakat insanların varını yoğunu paylaştığı güzel yıllardı.
Karşı komşumuz, yine bahçe içindeki evlerinde yaşayan dondurmacı Kamil amcalardı. Dondurmacılığı Kamil amcadan sonra sürdüren büyük oğlu Mustafa ağabey, daha sonra pamuk helvacılığa başlamıştı. Pamuk helvanın hazırlanmasını izlemek büyülü bir serüvendi bizim için. Kızgın tepsiye serpilen toz şekerin tepsi üzerinde gezdirilen çubuğa pembeleşerek sarılması, pamuk helvaya dönüşmesi görsel bir şölendi; şekerin pamuk helvaya nasıl dönüştüğünü anlayamasak da.
Evlerde telefon, televizyon, buzdolabı yoktu. Mahallede ilk telefon Seniye Hanım teyzelere bağlanmış, ilk televizyonu da Azime hanım teyzeler almıştı. Bizim evimize buzdolabı ve televizyon 70’lerin ilk yarısında gelse de telefon bir türlü bağlanamamıştı, bahçe içindeki ev yıkılıp beton yığınına dönüşene dek.
Babam pikapla eve geldiğinde yanında Suat Sayın plakları getirmişti. İlk kez 45’lik plaktan dinlediğim Suat Sayın’la yıllar sonra tanışıp uzun sohbetler etme olanağı bulmam da hoş bir anıdır yaşamımda.
İlkokul öncesine uzanan anılarımı, bugün unutulmuş, adı bile anımsanmayan oyunlar kaplıyordu. Saklambaç, köşe kapmaca, mendil kapmaca, yakar top, istop, aç kapıyı bezirgân başı. Beş taş oynamaya, gazoz kapağı ve misket biriktirmeye okul öncesinde başlamıştık. Bazen demir paralarla, bazen gazoz kapağıyla kimi zaman da misketlerle ‘hangi baş’ oynardık daha çok. Misket oyunları arasında kafa karış ve çukur da vardı. Birkaç büyük teneke kutu gazoz kapağı, onlarca misket biriktirdiğimi anımsıyorum.
Kibrit kutusu kapaklarıyla daha çok da çikletlerden çıkan artist resimleriyle oynadığımız oyun da eğlenceliydi. İp atlama ve sek sek o yaşlardan başlayan bir ayrımcılıkla kız oyunu sayılırdı. Yaşımız ilerledikçe uzuneşek, isim şehir, amiral battı, adam asmaca gibi oyunlar da eklenmişti oyun dağarcığımıza.
İlkokul yıllarımızda ise laklak, topaç, niyet gibi yeni oyuncaklar, okul önlerinde satılan macun, leblebi tozu gibi yeni tatlar edinmiştik. Sonrasında niyet çekme oyununu geliştirerek kendi aramızda da oynamayı sürdürürdük. Yine o yıllardan sepya görüntüler yansıyor gittikçe silikleşen belleğime. At arabaları, faytonlar, sırtında küfelerle üzüm satan ‘çavuş üzüm’cüler, bozacılar, omzundaki değneğe asılı tepsilerde satış yapan yoğurtçular, eşek sırtında dolaşan yağcılar, sucular…
İlkokul öncesine uzanan günlerden, babamın okul öncesi okuma yazma öğretme çabalarını sıkıcı ve sinir bozucu olarak anımsasam da işime yaramadı diyemem. Okula başladığımda ilk kırmızı kurdeleyi alan olarak ödüllendiriliyor, çalışkanlar kümesi sayılan masaya oturuyordum. İlkokulda, mahallemizdeki yaşıtlarıma ders çalıştırır, aileleri tarafından çocuklarına örnek gösterilirdim. Sonraki okul hayatımda ise -belki bu ilk zorlamalara tepki- hiç çalışkan olmadım, okulu ve dersleri önemsemedim.
Bahçeli evimizin ilk kiracısı olarak eşi Almanya’da işçi olan, iki oğluyla yaşayan Hediye ablayı anımsıyorum. Eşi Hediye ablayı ve çocuklarını yanına aldırdıktan sonra, o zamanlar “fruko” diye anılan toplum polisi Halit ağabey taşınmıştı annesi eşi ve kardeşiyle. Üniversite olaylarını ilk kez ondan dinlemiştim. Yaptığı işi sevmiyordu ve sonra polisliği bırakıp Almanya’ya gitti.
Duvar yazılarıyla ilkokulda tanışmıştım. Okul yolundaki evlerin duvarlarında “Tek Yol Devrim Dev-Genç” yazıları olurdu. O dev gibi gençlerin “fruko”ları peşlerinden nasıl koşturduklarını komşumuz Halit ağabeyden dinliyordum. 15-16 Haziran’ı anımsıyorum. İşçilerin ‘ayaklandığı’ yakınımızdaki Yakacık Yolu’nda ve Ankara Asfaltı’nda yürüyüş yaptıkları söyleniyordu. 12 Mart Darbesi’ni, devriye gezen askerleri de anımsıyorum. O günlerde bahçelere saklanan gençler devriye gezen askerleri kolluyor, onlar uzaklaştığında çıkıp duvarlara yazılar yazıp ortadan kayboluyorlardı.
O günlerden çok net hatırladığım iki olay vardı. Biri Deniz Gezmişlerin asıldığı gün, diğeri de Mahir Çayan ve Hüseyin Cevahir’in Maltepe’de bir evde kuşatıldıklarında yaşıma ve bacak kadar boyuma aldırmadan Maltepe’ye gidip kalabalığın arasında olan biteni izlememdi.
Çıkarcılığın, ihanetin, her türden soysuzlaşmanın her gün çoğalarak yayılan habis bir ur gibi her yanımızı sardığı günümüzde bunları anımsamak acı veriyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder