03 Ocak
2016
Çocukluğumun
ilk kahramanları tüm çocuklar gibi, çizgi roman ve sinemadandı. Her çocuğun
hayran olduğu bir süper kahramanı vardı, bir de hepimizin neredeyse ortak
kahramanları olan çizgi romanlar vardı elden ele dolaşan. Teksas, Tommiks,
Zagor, Tom Braks, Kaptan Swing, Mandrake, Kızıl Maske, Red Kit en yaygın ve
hepimizin mutlaka okuduğu, biriktirdiği, değiş tokuş yaptığı çizgi romanlardı.
Her kahramanın eğlenceli yardımcıları da vardı bu çizgi romanlarda. Örneğin
Çelik Blek Teksas’ın Profesör Oklitus ve genç Rodi, Tommiks’in Doktor Salloso
ve Konyakçı, Baltalı İlah Zagor’un Çiko, kılıktan kılığa giren Tom Braks’ın
Tonton ve Baron, Kaptan Swing’in Gamlı Baykuş, Mister Blöf, Blöf’ün köpeği Puik
en eğlenceli olanlarıydı. ‘Esas kahraman’ kadar onları da severdik. Bunların
dışında yayınlanmış çok sayıda çizgi roman vardı. Çizgi romanların süper
kahramanları dışında, sinemanın kahramanları da bizler için örnek aldığımız
öykündüğümüz, onlar gibi olmak istediğimiz figürlerdi. Karaoğlan, Malkoçoğlu,
Kara Murat, Tarkan beyazperdeye yansıyan en önemli kahramanlarımızdı.
Şimdi yerinde
kendimi hep yabancı hissettiğim, sevimsiz bir apartmanın, soğuk bir beton
yığınının olduğu bahçe içindeki o güzelim eski evde doğmuştum; arka cephemizin
Çankırılı, ön cephemizin Erzincanlı güzel komşularla çevrili olduğu, mahalle
kültürünün, komşuluk ilişkilerinin yaşandığı, televizyonun, buzdolabının,
telefonun olmadığı fakat insanların varını yoğunu paylaştığı güzel yıllardı.
Karşı
komşumuz, yine bahçe içindeki evlerinde yaşayan dondurmacı Kamil amcalardı.
Dondurmacılığı Kamil amcadan sonra sürdüren büyük oğlu Mustafa ağabey, daha
sonra pamuk helvacılığa başlamıştı. Pamuk helvanın hazırlanmasını izlemek
büyülü bir serüvendi bizim için. Kızgın tepsiye serpilen toz şekerin tepsi
üzerinde gezdirilen çubuğa pembeleşerek sarılması, pamuk helvaya dönüşmesi
görsel bir şölendi; şekerin pamuk helvaya nasıl dönüştüğünü anlayamasak da.
Evlerde
telefon, televizyon, buzdolabı yoktu. Mahallede ilk telefon Seniye Hanım
teyzelere bağlanmış, ilk televizyonu da Azime hanım teyzeler almıştı. Bizim
evimize buzdolabı ve televizyon 70’lerin ilk yarısında gelse de telefon bir
türlü bağlanamamıştı, bahçe içindeki ev yıkılıp beton yığınına dönüşene dek.
Babam pikapla
eve geldiğinde yanında Suat Sayın plakları getirmişti. İlk kez 45’lik plaktan
dinlediğim Suat Sayın’la yıllar sonra tanışıp uzun sohbetler etme olanağı
bulmam da hoş bir anıdır yaşamımda.
İlkokul
öncesine uzanan anılarımı, bugün unutulmuş, adı bile anımsanmayan oyunlar
kaplıyordu. Saklambaç, köşe kapmaca, mendil kapmaca, yakar top, istop, aç
kapıyı bezirgân başı. Beş taş oynamaya, gazoz kapağı ve misket biriktirmeye
okul öncesinde başlamıştık. Bazen demir paralarla, bazen gazoz kapağıyla kimi
zaman da misketlerle ‘hangi baş’ oynardık daha çok. Misket oyunları arasında
kafa karış ve çukur da vardı. Birkaç büyük teneke kutu gazoz kapağı, onlarca
misket biriktirdiğimi anımsıyorum.
Kibrit kutusu kapaklarıyla daha çok da çikletlerden çıkan artist resimleriyle oynadığımız oyun da eğlenceliydi. İp atlama ve sek sek o yaşlardan başlayan bir ayrımcılıkla kız oyunu sayılırdı. Yaşımız ilerledikçe uzuneşek, isim şehir, amiral battı, adam asmaca gibi oyunlar da eklenmişti oyun dağarcığımıza.
Kibrit kutusu kapaklarıyla daha çok da çikletlerden çıkan artist resimleriyle oynadığımız oyun da eğlenceliydi. İp atlama ve sek sek o yaşlardan başlayan bir ayrımcılıkla kız oyunu sayılırdı. Yaşımız ilerledikçe uzuneşek, isim şehir, amiral battı, adam asmaca gibi oyunlar da eklenmişti oyun dağarcığımıza.
İlkokul
yıllarımızda ise laklak, topaç, niyet gibi yeni oyuncaklar, okul önlerinde
satılan macun, leblebi tozu gibi yeni tatlar edinmiştik. Sonrasında niyet çekme
oyununu geliştirerek kendi aramızda da oynamayı sürdürürdük. Yine o yıllardan
sepya görüntüler yansıyor gittikçe silikleşen belleğime. At arabaları,
faytonlar, sırtında küfelerle üzüm satan ‘çavuş üzüm’cüler, bozacılar,
omzundaki değneğe asılı tepsilerde satış yapan yoğurtçular, eşek sırtında
dolaşan yağcılar, sucular…
İlkokul
öncesine uzanan günlerden, babamın okul öncesi okuma yazma öğretme çabalarını
sıkıcı ve sinir bozucu olarak anımsasam da işime yaramadı diyemem. Okula
başladığımda ilk kırmızı kurdeleyi alan olarak ödüllendiriliyor, çalışkanlar
kümesi sayılan masaya oturuyordum. İlkokulda, mahallemizdeki yaşıtlarıma ders
çalıştırır, aileleri tarafından çocuklarına örnek gösterilirdim. Sonraki okul
hayatımda ise -belki bu ilk zorlamalara tepki- hiç çalışkan olmadım, okulu ve
dersleri önemsemedim.
Bahçeli
evimizin ilk kiracısı olarak eşi Almanya’da işçi olan, iki oğluyla yaşayan
Hediye ablayı anımsıyorum. Eşi Hediye ablayı ve çocuklarını yanına aldırdıktan
sonra, o zamanlar “fruko” diye anılan toplum polisi Halit ağabey taşınmıştı
annesi eşi ve kardeşiyle. Üniversite olaylarını ilk kez ondan dinlemiştim.
Yaptığı işi sevmiyordu ve sonra polisliği bırakıp Almanya’ya gitti.
Duvar
yazılarıyla ilkokulda tanışmıştım. Okul yolundaki evlerin duvarlarında “Tek Yol
Devrim Dev-Genç” yazıları olurdu. O dev gibi gençlerin “fruko”ları peşlerinden
nasıl koşturduklarını komşumuz Halit ağabeyden dinliyordum. 15-16 Haziran’ı
anımsıyorum. İşçilerin ‘ayaklandığı’ yakınımızdaki Yakacık Yolu’nda ve Ankara
Asfaltı’nda yürüyüş yaptıkları söyleniyordu. 12 Mart Darbesi’ni, devriye gezen
askerleri de anımsıyorum. O günlerde bahçelere saklanan gençler devriye gezen
askerleri kolluyor, onlar uzaklaştığında çıkıp duvarlara yazılar yazıp ortadan
kayboluyorlardı.
O günlerden
çok net hatırladığım iki olay vardı. Biri Deniz Gezmişlerin asıldığı gün,
diğeri de Mahir Çayan ve Hüseyin Cevahir’in Maltepe’de bir evde
kuşatıldıklarında yaşıma ve bacak kadar boyuma aldırmadan Maltepe’ye gidip
kalabalığın arasında olan biteni izlememdi.
Çıkarcılığın, ihanetin, her türden soysuzlaşmanın her gün çoğalarak yayılan
habis bir ur gibi her yanımızı sardığı günümüzde bunları anımsamak acı veriyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder