23 Mart 2020 Pazartesi

ERDAL EREN


 13 Aralık 2015
SON BAKIŞTAKİ O GÖZLER KALDI AKLIMIZDA  

Erdal benden 3 yaş küçüktü. Farklı şehirlerde benzer düşlerin peşine düşmüştük o yıllarda. Birbirimizi tanımıyorduk. Hepimiz için başka ve daha güzel bir dünya mümkündü. Gerçekçiydik ve imkânsızı istiyorduk. Dev gibi düşleri olan gençleri seviyor, açtıkları yoldan yürüyor, dev gibi düşler ve düşlediğimiz başka bir dünya için kök salacak çınarlar büyütüyorduk içimizde. Henüz yarattığımız aşklar dağlar, asırlık çınarlar gibi devrilmiyordu üzerimize. En yakınımızdan ihanetler görmemiştik; düşlerimizin, umutlarımızın üzerinden postallar, tank paletleri geçmemişti. Yükselen değerlerimiz, erdemlerimiz farklıydı. Düşündüğümüz ve söylediklerimiz gibi yaşıyor, kabul görmek için piyasa maymunluğuna soyunup gördüğümüz her objektifin önüne atlamıyorduk. Sahici düşlerimiz vardı. O sahici düşlerin, başka bir dünyanın izini sürmeye başlamıştık o günlerde.
YÜKSELEN TOPLUMSAL MUHALEFET VE DEVLET TERÖRÜ
Toplumsal muhalefet yükselmiş, işçiler fabrikalarda grev, köylüler toprak işgalleri, öğrenciler okullarında boykotlar yapıyor, bağımsız ve demokratik bir ülke için sokağa çıkıyordu. Diğer yanda ise 1977 1 Mayıs’ında düğmeye basan egemenlerin, kontrgerillanın toplumu terörize eden devlet terörü tüm acımasızlığıyla sürüyordu.
Kontrgerillanın izini süren savcı Doğan Öz öldürülüyor, Maraş’ta, Çorum’da katliamlar yapılıyor, okullarda, meydanlarda bombalar patlatılıyor, öğrenciler saldırıya uğruyor, öldürülüyordu. 16 Mart 1978 tarihinde, İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesinin önünde solcu öğrencilerin olduğu gruba bombalı ve silahlı saldırı düzenlenerek bir katliam gerçekleştirilir. Bu katliamda 7 öğrenci hayatını kaybeder, 41 öğrenci de yaralanır. İstanbul Üniversitesinde ülkücü öğrencilerin içinde faaliyet gösteren bir istihbaratçı, İstanbul Emniyetine ülkücülerin İstanbul Üniversitesi çıkışında solcu öğrencilerin üzerine dinamit atıp, silahlı tarama yapacaklarını bildirmesine karşın önlem alınmadığı gibi polis şefleri saldırı anında kayıtsızlığını sürdürürken bazı polisler de saldırıya uğrayan öğrencileri tekmeler.
8 Ekim 1978 günü Ankara Bahçelievler’de, başlarında Abdullah Çatlı ve Haluk Kırcı’nın olduğu bir gurup ülkücü katil Türkiye İşçi Partisi üyesi 7 öğrenciyi evlerinde katlediyordu. Bu kanlı ortamda 1980’e gelinir.
OĞLUNUZ ERDAL
5 Ocak 1980 tarihinde ODTÜ öğrencisi Sinan Suner, duvarlara yazı yazdığı gerekçesiyle Sağlık Bakanı Cengiz Gökcek’in sarkık bıyıklı, ülkücü koruması Süleyman Ezendemir tarafından arkadan vurularak ve eziyet edilerek öldürülür. Mahkeme yaptığı keşifte olay yerinde herhangi bir duvar bulamaz.
Tüm bu cinayetler ve katliamlar sonrasında sessiz kalmıyor, okullarımızda boykotlar, yürüyüşler, protesto eylemleri düzenliyor, sokağa çıkıyorduk. Ankara’da Erdal Eren’in de aralarında olduğu öğrenciler Sinan Suner’in öldürülmesini protesto etmek için protesto eylemleri düzenler. Erdal Eren’in de katıldığı eyleme jandarma müdahale eder, silahlar patlar, çıkan çatışmada bir jandarma eri hayatını kaybeder. Erdal’la birlikte bir grup gösterici gözaltına alınır. Askeri öldürdüğü iddiasıyla tutuklanan Erdal, ‘yargılanır, idama mahkûm edilir.
12 Eylül’den sonra kurulan sıkıyönetim mahkemeleri üst üste idam kararları veriyordu. Yıllarca uygulanmayan idam cezaları da hızla infaz edilmeye başlanır. Yaşanan acıların sözcüklerle anlatılmasının imkânsız olduğu ve darbe liderinin “asmayıp da besleyelim mi” dediği günlerde idama mahkûm edilen ve henüz 17 yaşında olan Erdal Eren, yaşı bir günde 18 yapılarak idam edilir.
Erdal, idam edilmeden 16 saat önce kendisini ziyaret eden Savaş Ay ve Emin Çölaşan’a, “avukatıyla görüştürülmediğini, 18 yaşının altında olmasına rağmen idam edilmek istendiğini, yaşının 18’den küçük olduğunu tespit edecek olan kemik testi yapılması talebinin kabul edilmediğini, vurduğu söylenen jandarma erine çok uzaktan ateş açtığını ama otopside yakın atışla öldüğünün kanıtlandığını, kendisini ibret olsun diye asacaklarını ve ölümden korkmadığını” söyler.
12 Mart’ta da Deniz Gezmiş ve arkadaşları gözdağı vermek ve ibret olsun diye asılır, Meclis bu idamların önüne geçemez. 12 Eylül’de Erdal Eren’i kurtarma çabaları, uluslararası kampanyalar da sonuç vermez. Darbe koşullarıdır Meclisin, toplumsal muhalefetin hükmü yoktur o dönemlerde.
Milli Güvenlik Konseyi tarafından onaylanan karar, 13 Aralık 1980’de Ankara Merkez Kapalı Ceza ve Tutukevinde infaz edilir. 1964 doğumlu olan Erdal, öldürüldüğünde 17 yaşındadır, hep 17 yaşında ve başı dik kalır. Darbeciler karşısında boynunu eğmez. Son bakıştaki o gözler kalır aklımızda.

Erdal, örnek aldığı Deniz Gezmişlerin yarım kalan düşlerinin izini sürüyordu. Yaşasaydı belki Metin Göktepe gibi, diğer yoldaşları gibi Evrensel gazetesinin gazetecileri arasında olacak, arkadaşlarıyla gerçeğin peşinden koşacaktı.
Evrensel gazetesi muhabiri Metin Göktepe de gerçeğin, haberin peşinde koşarken 8 Ocak 1996’da gözaltında uygulanan insanlık suçu işkenceler sonrası aramızdan ayrılmıştı. Anıları önünde saygıyla eğiliyorum.

GECE, MELEK VE BİZİM ÇOCUKLAR


 06 Aralık 2015
      
Yüreklerin hep tetikte olduğu, korkulara dar sokaklarda gece üşür, meleklerine sarılır. Beyoğlu’nun arka sokakları her dönem gece insanlarına ‘yataklık’ yapmıştır. Hayat kadınları, eşcinseller/travestiler, seks işçileri, üzerlerinden para kazananlar, alkol ve madde bağımlıları, garibanlar, evsizler…
Atıf Yılmaz’ın Yıldırım Türker’in senaryosuyla çektiği 1993 yapımı filmi Gece Melek ve Bizim Çocuklar Beyoğlu’nun arka sokaklarında yaşayan gece insanlarını anlatır. 20 yaşlarındaki Serap o sokaklarda bedenini satar, hayatını seks işçiliğiyle geçirir. “Bazen sokaklardan müşteri alır, bazen de gece kulüplerine takılır. Hakan da onun gibi Beyoğlu’nun arka sokaklarında yetişmiş, gene de fazla bozulmamış bir delikanlıdır. İki genç birbirlerine âşık olurlar.”
Polis sokaklarda seks işçiliği yapan travesti, hayat kadını avına çıkmıştır. Serap yakalanmaktan bir apartman girişine saklanarak kurtulur. Evine geldiğinde kapıda eski kiracı Meral’e gelen bir travestiyi bulur.
Serap’ın acıyıp evine aldığı ‘arkadaş’ sabah bin bir güçlükle kazanıp biriktirmeye çalıştığı paralarını çalıp çıkar evden. Serap gittiği gece kulübünde Hakan’la tanışır. Hakan işsiz, parasız efendi biridir. Birlikte gittikleri kulüpte paralarını çalan Arif’i yakalar Serap. Mecbur kaldığı aç olduğu için çaldığını söyleyen travesti Arif borcunu parça parça ödeyecektir.
Arif, bir gece kulüp sahibi Osman’ın sokağa attırdığı yaşlı hayat kadını Melek’i tanır, ona yardımcı olur.
Melek, Osman’ı bıçaklamış, hapse girmiş, yeni çıkmıştır. Ne yatacak yeri vardır ne de karnını doyuracak parası. Arif onu Serap’ın evine götürür. Serap, Hakan, Arif ve Melek bir arada dostluk ve dayanışma içinde yaşar. Melek hepsine ablalık yapıyordur. Başlarına gelmedik şey kalmasa da birlikte hayata tutunmaya çalışırlar. Hakan Serap’a âşık olmuştur; çalışmasını, bedenini satmasını istemez. Koruyucusu, “satıcısı” olmaya kalksa da beceremez. Serap bir gün Hakan’ı uygunsuz biçimde yakalar. Hakan para için yaşlı bir eşcinselle birlikte oluyordur. Serap Hakan’ı ve her şeyi arkasında bırakıp ortadan kaybolur.
Filmin Melek’i Deniz Türkali, 2009 yılında Kaos GL dergisinde Çağlar Yerlikaya imzalı söyleşide “Atıf Yılmaz’ın yönettiği, ‘Gece, Melek ve Bizim Çocuklar’ ve ‘Düş Gezginleri’ adlı iki tane eşcinsel temalı filmde oynadınız. Türkiye için baktığımızda, eşcinsel temalı film sayısı çok az. Bu filmi çeken yönetmenlerin, oynayan oyuncuların isimlerinin başına hemen marjinal sıfatı ekleniyor. Bu kadar az eşcinsel temalı çekilmesinin nedeni sizce ne? Yoksa İran gibi bizde de, hiç eşcinsel yok mu?” sorusunu şöyle yanıtlar:
“Z
amanında biliyorsun, Amerika’da Clinton zamanında, eşcinsellerin orduya alınmasıyla ilgili olayda Turgut Özal’a sormuşlar; ‘Bizde, orduda eşcinsel yoktur’ demiş. Tabii, Türkiye’de yoktu eşcinsel, yeni yeni çıkardınız. (gülüşmeler) Koskoca imparatorluk tarihine bakmıyor mu kimse, anlamıyorum? Ayrıca, bunu da anlayamıyorum eşcinseller askere neden gitmek ister, kadınlar neden askere gitmek ister? Eşcinseller ve kadınlar savaşa karşıyken, bu savaş sektörüne karşıyken, antimilitaristken neden illa bu toplumun bir parçası, bu mekanizmanın bir parçası olmak isterler, onu anlamam mümkün değil.

Az film yapılmasının nedeni, demin konuştuğumuz şey, sesini çıkarmadığın zaman bir sorun yok. Gizliden gizliye ne yapıyorsan yapıyorsun, herkes görmezden geliyor. Hatırlarsın, ‘Gece, Melek ve Bizim Çocuklar’da bir cümle vardı, Deniz Akantürk’ün oynadığı rol, ‘Bizim orada bir adam vardı, apaçık adam geydi. Ama katiyen öyle söylenmezdi. Bir kız sevmiş, vermemişler, hayata küsmüş, hiç evlenmemiş derlerdi’ diyor. Türkiye’de bunlar doluydu. Ama ne zamanki geyler bir varlık olarak seslerini çıkartmaya başladılar, o zaman onları görmeye başlıyorsun, o zaman da filmler yapılmaya başlanıyor.
HEMCİNSİNE TUTKUN BEDENLER
Son yıllarda, eşcinsellikle ilgili dikkat çekici tarih araştırmalarına imza atan Halit Erdem Oksaçan, Agora Kitaplığı’ndan yayınlanan ve beş ciltten oluşan “Modern Dünya Edebiyatında Eşcinsellik” dizisinin ilk kitabıyla okurlarını ilginç bir edebiyat yolculuğuna çıkarıyor. Halit Erdem Oksaçan Hemcinsine Tutkun Bedenler kitabında, cinsiyet rollerini ve cinsel kimlikleri modern dünya edebiyatındaki yansımalarıyla ele alıyor; hemcins aşkıyla eşcinselliğin açık ya da örtük olarak işlendiği eserlerde aşkın, bedenin, duygulanımın ve hazların dile getirilişini irdeliyor.
Cinsel kimliklerin siyasal ve toplumsal düzlemde görünür olmadığı, cinselliğin baskılandığı ve yasaklandığı dönemlerde edebiyat göreli bir özgürlük alanı olmuştur.
Dünya edebiyatından yazarların eserlerindeki sodomizmden homoerotizme, hemcins aşkından eşcinselliğe cinsel kimliklerin bedensel ve duygusal geçişkenlik gözler önüne seriliyor. (Hemcinsine Tutkun Bedenler; Modern Dünya Edebiyatında Eşcinsellik-1. Agora Kitaplığı, Kültürel Çalışmalar. Kasım 2015)
“Cezaevinde genç erkeklere sarkıntılık eden oğlancı mahkûmlar; Kuzey Afrika gezisinde genç bir Arap’ın ayak bileklerinden tahrik olup eşcinselliğini keşfeden yazar; barlarda ve umumi tuvaletlerde müşteri bekleyen genç erkekler; ergenlikte hemcinsine âşık olup bir ömür bu aşkla yanıp tutuşan sadık âşıklar; sevdiği oğlanı kimseyle paylaşamayıp kıskançlık kriziyle öldürmüş Zenci; uzun deniz yolculuklarında sefer ve yatak arkadaşlığı yapan denizciler; hemcinsiyle aynı yatakta karısına yakalanınca intihar eden genç adam; hemcinslerinin bedenine taparcasına ilgi duyan, kadın bedeninden tiksinen erkekler; erkekleri çocuksu bulan kadınlar; emrindeki askerlere âşık komutanlar; genç ve yakışıklı tayfalarıyla cinsel ilişkiye giren kaptanlar; kadın kılığında müşteri bekleyen seks işçileri; şuh kahkahaları ve tavırlarıyla gece hayatının vazgeçilmezi efemineler, travestiler; kandan, acıdan ve işkenceden haz duyan eşcinsel sadistler, mazoşistler ve fetişistler; cinsel kimliklerinden ötürü gasp edilen, taciz edilen, tecavüze uğrayan eşcinseller; sevdiği erkek uğruna karısını dahi gözden çıkaran tutkulu âşıklar; erkeksi kadınlar, kadınsı erkekler…”

GÜNEŞE YOLCULUK


29 Kasım 2015
İnsan insanın kurdu değil de yurdu olmalı diyenler çoktur, her toplumda. Yine de bencillikten, bireycilikten yakınılır. Çıkıp dağlara güneş toplasak birbirimiz için insanlığa yurt olmanın kapısını da aralamış oluruz.
Hayat bölüşmenin, paylaşımcılığın öne çıkamadığı anlamsızlıklar içeriyorsa, kenar süsü olmak yerine ona anlam katmayı seçtiğimizde güneşin fethi de yakınlaşacaktır. Dayanışmayı, dostluğu, bölüşmeyi seçtiğimizde hayat hepimiz için daha da anlamlı olacak, değişim, dönüşüm yolunda güneşin çocukları imkânsızı imkânlı kılabileceklerdir.
GÜNEŞE YOLCULUK
Yeşim Ustaoğlu’nun bol ödüllü Güneşe Yolculuk filminde bir dostluk ve dayanışma öyküsü anlatılır. Türkiye’nin iki ucundan iki genç -Batı’dan gelen Mehmet ve Doğu’dan gelen Berzan- İstanbul’un alt tabaka yaşamının içinde ayakta kalmaya çalışırken tanışırlar. Milli maç sonrası taşkınlaşıp sağa sola saldıran, arabaları parçalayan gruba engel olmak isteyen Mehmet, tepkiyi üstüne çeker. Kalabalığın saldırısına uğrayan Mehmet, Berzan’ın müdahalesi ve yardımıyla linç edilmekten kurtulur. Gün geçtikçe birbirine bağlanırlar. Şehre yeni gelmiş olan Mehmet, seyyar arabasında müzik kasetleri satan Berzan ile arkadaş olur.
Langırt oynayıp bira içerken sohbet eden ikili arasında, kolay kopmayacak bir dostluk başlar. Mehmet televizyonda haberleri izlerken polisin müdahalesiyle gözaltına alınanlar arasında Berzan’ın da olduğunu görür. Deniz kenarında oturup martıları sayarlarken aralarında şu konuşma geçer:

Mehmet: Niye geldin İstanbul’a?
Berzan: Martıları saymaya geldim
Mehmet: Nerden geldin peki?
Berzan: Eminim hayatında hiç duymamışsındır
Mehmet: Nerden biliyorsun, belki duymuşumdur.
Berzan: Zorduç’tan geldim
Mehmet: Zorduç mu?
Berzan: Gördün mü?
Mehmet: Peki nerede bu Zorduç denen yer?
Berzan: Irak sınırına yakın bir yerde.
Mehmet: Hâlâ bana İstanbul’a neden geldiğini söylemedin.
Berzan: Babamı vurdular Mehmet.
Mehmet: Kim vurdu babanı?
Mehmet, Tire’li olmasına rağmen koyu teni nedeniyle herkes tarafından doğulu sanılmaktadır. Mehmet, Berzan’a bir çamaşırhanede çalışmakta olan Arzu ile ilgili gelecek hayallerini, Berzan ise ona günün birinde Irak sınırındaki köyü Zorduç’daki sevgilisine geri dönme arzusunu anlatır.
Berzan’a olan bağlılığı onu, acımasız bürokratik engelleri görmezlikten gelip, bütün ülkeyi kat ederek dostunun köyüne, doğuya bir yolculuğa sürükler.
1998 yapımı filmin başlıca rollerinde Nazmi Kirik, Mizgin Kapazan, Lucia Marano, Ara Güler, Ercüment Balakoğlu, İsmail Yıldız, Berceste Akgün, Hasan Yıldız yer alır.
Berzan: Bir gece eve baskın yapıldı. Alıp bunu götürdüler ve bir daha da geri getirmediler.
Mehmet: Peki geri gelmediyse vurulduğunu nerden biliyorsun? Berzan: Biliyorum Mehmet, biliyorum. Çünkü bizim oralarda bir sürü insan böyle gitti. Alıp götürüyorlar da, bir daha geri getirmiyorlar. Kesin vurulmuştur, yoksa şimdiye kadar niye gelmesin?
Mehmet’in bir gece eve dönerken bindiği minibüs durdurulur. Polis kimlik kontrolü yapar ve Mehmet haksız yere tutuklanır. Bir hafta sonra serbest bırakılmasına rağmen, artık Mehmet’in hayatı tamamen değişmiştir. Önce evini, sonra da işini kaybeder. Berzan’ın yardımıyla yeni bir iş ve kalacak bir yer bulur. Arzu’ya olan duyguları da gittikçe güçlenmekte ama bir yandan da gelecek hayalleri korkuyla kararmaktadır.
İstanbul’un gecekondularına sürüklenen Mehmet, hayatın gerçeklerini istediğinden de sert bir şekilde öğrenir. Çöplerden atık toplar Mehmet. Berzan her konuda yardımcı olmaktadır. Bir yandan da cezaevlerinde açlık grevleri, içeride ve dışarıda eylemler sürmektedir. Berzan katıldığı bir sokak eyleminde yakalanır ve gözaltına ölür. Vücudunda darp izleri de olan Berzan beyin kanaması geçirmiştir.
Bir değişim içine giren Mehmet, Berzan’ın cenazesini Zorduç’a götürmeye karar verir. Çalıştığı otoparktan bir kamyonet çalan Mehmet Zorduç’a gitmek için yola çıkar. Uzun bir yolculuk olacaktır, Mehmet’in güneşe yolculuğu.
FOTOĞRAF
Kazım Öz’ün senaryosunu da yapıp yönettiği 2001 yapımı filmi Fotoğraf, “bir savaşın karşıt saflarına giden iki gencin tesadüfen çakışan öykülerinin filmidir. İkisi de aynı otobüsle, yan yana koltuklarda ve gidiş nedenlerini birbirinden gizleyerek yol alırlar. Aralarında yolculuklara özgü bir tanışma, bir sıcaklık gelişir. Paylaşılan yol, sigara ve sıkıntıdan kalan bir iz, yoğun savaşın cephesinde, dostluğun düşmanlığa dönüştüğü fotoğrafın üstünde bir ezgi olarak devam eder. Donuk bir kare haline gelen o an, vücuda yayılan bir virüs gibi iletişim yollarından, büyük bünyeye yayılmaya başlar.” Fotoğraf, dostluk olasılığı, militarizm, kirli savaş gerçekliği ve gözlerden uzak yaşanan acıların topluma bırakacağı silinmez lekeler üzerine tartışmak isteyen bir film. Filmin başlıca rollerinde Feyyaz Duman, Nazmi Kirik, Mizgin Kapazan, Muhlis Asan yer alır.

SİNEMAYI YAZMAK


 22 Kasım 2015
SİNEMANIN ABC’Sİ
Rıza Kıraç tarafından hazırlanan ve Say Yayınları ABC dizisinin dokuzuncu kitabı Sinemanın ABC’si, ‘yedinci sanat’ olarak belleklerimizde yer eden, yaşamın ve sanatın her noktasıyla doğrudan ilişki kuran sinema sanatına bir giriş niteliği taşıyor.
Sinemanın ABC’si, sinema tarihinden senaryoya, film yönetmekten yapımcılığa kadar sinemanın ana bileşenleri hakkında temel bilgileri içeriyor.
Yazar ve sinemacı Rıza Kıraç kitapla ilgili şunları söylüyor: “Bu kitap boyunca dünya ve Türkiye sinema tarihinin temelleri ve en önemlisi film üretim biçimlerinin teorik ve pratik süreçleriyle ilgili bilgiler vermeye çalıştım. Ama temelde unutmamamız gereken şey sinema yapma biçiminin kesinleşmiş, keskinleşmiş kuralları olmadığıdır. Bu sinema yapmanın temel kriterleri olmadığı anlamına gelmiyor. Sinemanın ABC’si, tam da bu kriterler üzerine yazıldı. Sanat yapan insan ‘yapan’ olduğundan daha çok ‘bozan’ biridir. Sanat değişime, gelişime ve önemlisi de muhalefete açık bir alandır.
Sinemanın ABC’si de sinema üretim biçiminin tarihsel köklerinden kopmadan geleneksel/konvansiyonel sinema yapma bilgisi üzerine inşa edilmiştir. Bunun nedeni çok açık, sinemanın temel kurallarını, olmazsa olmazlarını bilmeden, görmeden, uygulamadan bu kuralları bozma, yeni bir şey üretme şansımız yok. ‘Yaptım oldu!’ diyebilmek için daha önce yapılanları bilmek gerekiyor, bilmeden hiç kimse, ‘Yaptım oldu!’ diyemez. Diyebilenlerin de ‘dâhi’ olması gerekir ki, bu ciddi bir şeydir! Kısacası sinemanın temel bilgilerini bilmeden dâhi olmak mümkün değildir.”
SENARYOYA DAİR
Sinema yayıncılığında önemli bir yol alan Agora Kitaplığı arka arkaya yayınladığı kitaplarla sineme sanatına ve okuruna katkıda bulunmayı sürdürüyor.
İLERİ SENARYO YAZMA TEKNİKLERİ
Osman Akınhay çevirisiyle yayınlanan ve “Senaryonuzu Oscar’a aday olacak düzeye çıkartmak başlığıyla sunulan kitabın yazarı Linda Seger. Yazar, kitapla ilgili şunları söylüyor:
“Elinizdeki kitap, ayrıntılar hakkındadır. Odaklanmış ve özgün bir hikâyesi olup, sayfaları su gibi akan bir senaryo yaratmak hakkındadır. Büyük oyuncuların kendilerini göstermelerine imkân tanıyacak bir senaryo yaratmak hakkındadır. Hikâye, karakter, tema ve üslûp gibi çeşitli öğeleri tutarlı bir bütün halinde birleştirecek bir senaryo yaratmak hakkındadır. Kısacası elinizdeki kitap, seyirciye dokunup onları saran, belki de süreç içinde hayatlarını dönüştüren hikâyeler yaratmak hakkındadır.
Ben bu kitabı, salt senaryo yazma tekniklerinin ve bunların niçin işe yaradığının bir çözümlemesiyle sınırlı görmüyor; kendi çalışmalarınıza yaklaşımlarınızda sizi farklı biçimde düşünmeye teşvik etmenin bir yolu sayıyorum. O yüzden kitap boyunca, ele aldığım filmlerle ilgili şu tür sorular sormayı uygun görüyorum: ‘Önerdiğim teknik(ler) işinize yaradı mı?’ ‘Kendiniz bu tekniği biraz daha farklı bir yaklaşımla uygulayarak daha etkili olacağınız kanısında mısınız?’
Açık söylemek gerekirse, ben hikâye anlatma sanatında daha fazla yenilik görmek istiyorum. Yeni türde hikâyeleri ifade edecek yeni konular ve yeni biçimler olmasını istiyorum. Harika bir senaryoyu ilk bakışta fark edecek, sadece farklı olan bir metin ile istisnai bir metin arasındaki farklılığı hemen sezecek daha fazla yapımcı olmasını istiyorum. Büyük sanat ve büyük zanaat görmek istiyorum.  Cesur ve ustaca senaryo metinlerine daha fazla saygı duyulduğunu görmek istiyorum…”
SENARYODA UNUTULMAZ KARAKTERLER YARATMAK
Linda Seger’in, Agora Kitaplığından yayınlanan diğer kitabı Senaryoda Unutulmaz Karakterler Yaratmak’ın çevirisi de Osman Akınhay’a ait.
“Büyük bir hikâye kurmak istiyorsanız, büyük karakterler şarttır. Karakterler işlemiyorsa, hikâye de tema da seyircileri sinema salonlarına ve televizyon ekranlarının başına çekmeye yetmez. Akla gelen bütün iyi filmler, başarılarını kuvvetli ve iyi çizilmiş karakterlere borçludurlar.
Unutulmaz karakterleri yaratmak bir süreçtir. Ben bir senaryo danışmanı olarak, karakterlerin etkili biçimde geliştirilebileceği süreçler ve anlayışlar olduğunu öğrendiğimi söyleyebilirim. Eleştirel kabul görmüş çok sayıda yazarla yaptığım konuşmalarda, büyük yazarların büyük karakterler yaratmakta kullandıkları tekniklerle yöntemleri öğrenmeyi başardım.

Ben bu kitabımda, oturmuş tek tek karakterler ile birbirleriyle ilişki halindeki karakterler yaratma sürecine eğileceğim. Yeni bir yazarsanız, bu süreçleri kavramanız, ilham gelmediğinde hangi istikamete yöneleceğinizi bilmenizi sağlayabilir. Deneyimli bir yazarsanız da bu süreçleri irdeleyerek, işlemeyen karakterlerinizi geliştirmekte önemli yol kat edebilirsiniz.
Benim elinizdeki kitapta ortaya koyduğum yaklaşım, bütün kurmaca karakterlerin yaratılması hakkındadır ve bir drama öğretmeni (sonra da bir senaryo danışmanı) olarak keşfettiğim ilkelere dayanır. Karakter yaratmak, bilgi ve hayal gücünün bileşimiyle şekillenir. Dolayısıyla siz de yaratıcı sürecinizi hep tetikte tutmak durumundasınız.” (Linda Seger)
PROFESYONEL DİZİ YAZARLIĞI
Dünyada hikâye anlatıcılığı açısından zaman zaman sinemanın önüne geçen, 1990’lı yıllardan bu yana Türkiye’de en çok izlenen program türü haline gelen televizyon dizileri nasıl yazılıyor? Senaryo yazarı olmak isteyen biri nereden başlamalı? Bir senaryo ekibi nasıl çalışır? Senaryo yazarları nerelerden beslenir? Doğru proje nasıl bulunur? İyi bir hikâye nedir? Güçlü karakterler nasıl yaratılır? Olay örgüsü nasıl kurulur? Dramatik yapı nedir? Tretman ve diyalog nasıl yazılır? Senaryo biçimi nedir?
Profesyonel Dizi Yazarlığı, bir fikrin, çekilmiş bir dizi filme dönüşümünün yolculuğunu anlatıyor. Sinema filmleri ve televizyon dizilerinden görsel örneklerle hem senaryo kuramına hem de Türkiye’ye has sektörel pratik ve deneyimlere yer veriyor. Senaryo yazmak isteyenler, nereden başlayacağını bilemeyenler, bir dizide senaryo yazarı olarak çalışmayı düşünenler ve sektörün profesyonellerinin başvurabileceği eşsiz bir kılavuz. (Gülden Çakır Agora Kitaplığı)

VESİKALI YARİM


TUTKULU, İMKÂNSIZ AŞKLAR: VESİKALI YARİM 15 Kasım 2015
      
Lütfi Ö. Akad’ın unutulmaz filmlerinden “Vesikalı Yârim”de (1968) de manav Halil’le konsomatris Sabiha’nın tutkulu fakat karşılıksız aşkları anlatılır. 
Jenerik “Kalbimi Kıra Kıra” şarkısının müziği ile akar. Manav dükkânlarına götürmek üzere, üç arkadaşıyla birlikte at arabasına sebze yükleyen Halil’i (İzzet Günay) görürüz ilk sahnede. Filmin esas kızı, arzu ve aşk nesnesi konsomatris Sabiha’yı (Türkan Şoray) görmek için, dört arkadaşın Beyoğlu’ndaki Şen Saz’a gitmelerini bekleriz. Dört arkadaşın sıklıkla yaşadıkları, rakılı meyhane gecelerinden birinde Fethi’nin (Semih Sezerli) isteğiyle gidilir Beyoğlu’ya ve Şen Saz’a. “Bir büyük şişe ve nevalesi benden. Fazlasına aklım yetmez. Size bu ikramı Beyoğlu’da yapacağım. Bıktım Ayı Rıfat’ın meyhanesinden. Daha masraflı olur ama gözümüz gönlümüz açılır birazcık.” Sahnede Şükran Ay’ın sesinden “Kahverengi Gözlerin” söylenmekte, Müjgan (Ayfer Feray) elinde sigara dolanmaktadır dört kafadar içmeye başladığında. “Sokağın Ardındayım” başladığında keyifler yerindedir. Servisleri Yeşilçam’ın değişmez garsonu Hakkı Haktan yapmaktadır.  
Fethi: “Gariban kızlar işte, ne olacak. Bunların baktıkları aynalar bile küflenmiştir.”
Cemil: “Bunlar var ya, muhabbetin her türlüsünü bilirler. Erkeklerine kul köle olurlar. Dayaktan, küfürden, jiletten, bıçaktan geçtim, üste para yedirir de gene yaranamazlar. (…) Bunlar bir erkeğe tutuldular mı, hele bir de içip sarhoşladılar mı dağları düz ederler be.”
Bu diyalogdan sonra Halil’in de yaşantısını değiştirecek anlar başlar. Üç arkadaş aralarında fısıldaştıktan sonra başka bir yere gitmek üzere kalkarlar. “Kalkalım, Halil yabancımız değil, başımız da bağlı değil.” Halil, “Ben bir iki kadeh daha içip eve yollanacağım” diyerek kalır. Sahnedeki şarkı sigara dumanları arasında sürmektedir. “Sokağın ardı çarşı, evimiz karşı karşı/Sevgilim barışalım dosta düşmana karşı/Senin yüzünden bitmiyor derdim/Bir sevda uğruna ben ömrümü verdim.” Bir imkansız sevda uğruna ömür verilecek an da tam bu sırada yaşanır. Halil garsonu çağırmak için arkasına bakar, masaya döndüğünde hem vesikalı hem de yar olacak Sabiha ile göz göze gelir. 
“Bir sigara içebilir miyim? Yakar mısın?” Dumanlar arasında gülümseyen Sabiha’nın sigarasını yakar Halil. Sabiha masaya oturmuştur bile. Halil büyülenmiş bir biçimde “Emret ağabeycim” diyen garsona, “Ne istiyorsa getir” der. İlk anda çarpılmıştır Halil fakat Sabiha masada uzun süre oturmaz. Behçet Nacar’lı başka bir masada mesleğini icra etmektedir. Gecenin sonlarına doğru müşterilerini yolcu ettikten sonra bütün gece yalnız oturan Halil’in yanına döner. “Burada mısın hâlâ. Unuttum, afedersin.” İmkansız aşk, o anda başlamıştır Halil için. Şen sazdan ayrı ayrı fakat geceyi birlikte sürdürmek için çıkarlar. Gittikleri pavyonda Halil gözlerini Sabiha’dan ayıramamaktadır. Sabiha dans eden dansözü göstererek “Beni değil onu seyret” der.
Henüz isimlerini dahi bilmemektedirler. Sabaha karşı Halil, Sabiha’yı Hamalbaşı’ndaki evine bırakır. 
Halil: Eyvallah. Ne zamandır böyle vakit geçirmemiştim.
Sabiha: Eğlenmedin ki!
Halil: Niçin?
Sabiha: Ne gülüp açıldın, ne de doğru dürüst konuştun. Adını bile söylemedin, anla artık.
Halil: İsmim Halil’dir.
Sabiha: Ya... Nerelisin?
Halil: İstanbulluyum. Doğma büyüme. (Elini selam verir gibi göğsüne koyarak) Tanıştığıma da çok memnun oldum.
Sabiha: (Aynı hareketi yaparak) Benim adım da Sabiha. Sabah şerifleri hayrolsun.
Sabiha arkasını dönüp içeriye girdiğinde, Halil’in yüzünde mutlu bir gülümseme vardır. Kapıdan ayrılıp yürümeye başladığında arkasından Sabiha seslenir: “Halil... Gel bende kal köprü kapanıncaya kadar.”
Böylesine etkileyici sahnelerden sonra imkansız aşk yol alır. Vesikalı yar Sabiha çoğu zaman alaycı, umursamaz davranır Halil’e. Halil, sazdaki işinden ayrılan Sabiha’nın yanına taşınır. Sabiha içinse yaşadığı ev farklılaşmıştır. “Halil... Bu evi şimdi seviyorum. Ondan evvel, ne bileyim ben, bir barınaktı sadece. Şimdi ev oldu.” İkisinin de yaşam biçimi değişmiştir. Halil evine, Sabiha işine gitmemeye başlamıştır. Süslü, kokulu Sabiha sade, sıradan görüntüsüyle pazara, alışverişe çıkar, Halil manavda dalgındır, kendini işine veremez, arkadaşlarıyla içmeye çıkmaz. Halil, Sabiha’da gözü olan Necmi’yi bıçaklar ve hapse girer. Çıktığında gittiği sazda Sabiha’yı görür. Sabiha, Halil’i kendinden uzaklaştırmak için yine alaycıdır. “Ooo, Merhaba Halil. Çok eskiden tanırım Halil Bey’i. Benim için adam vurdu, içeri düştü. Yeni çıkmış olacak. Hapisteyken matem tutmadığıma bozulmuş herhalde. Öyle değil mi Halil?” Halil Sabiha’yı bıçaklar. Sabiha, “Ben vurdum kendimi. Elim kaydı. Kaza” der.    
Tutkulu bir aşktır yaşanan fakat aşkları dikiş tutmaz, imkansızdır, kalıcı değildir. Sabiha, Halil’in evli olduğunu öğrenmiştir. Evli olduğunu söyletemez Halil’e. Tutku sürse de aşkın imkansızlığı belli olmuştur. Bütün film boyunca anlatıyı destekleyen müzik eşliğinde finale yol alırız. İç hesaplaşmalar yaşar Halil. Sabiha’nın hediye ettiği tabakaya bakar, “Kalbimi Kıra Kıra” şarkısı eşliğinde. “Senden bana ne kaldı/ Bir hatıradan başka/Bir daha geri dönmem/ Yalan kattın aşka” 
Aralarındaki sorunlar Halil’in evine dönmesiyle sonuçlanır. Kapıyı açan çocuk içeri doğru seslenir, “Anne... Babam geldi.” Sabiha bir kez daha Halil’e dönmeyi dener, manav dükkânına uzaktan bakarken baba ile göz göze gelir. Halil, çocuklarını sevmekte, önlüğünü takmış işinin başındadır. Bu artık, aşkın imkansızlığının, Halil’e ulaşamayacağının ispatıdır. Sabiha, geri dönüp İstanbul sokaklarında, erkekler arasında yürümeye başladığında bir başınadır. Bu iç burkan sahneye Şükran Ay’ın sesi eşlik eder: “Gözyaşların boşuna/ Düşmem artık peşine/ Yansın yüreğin yansın/ Şimdi de bende sıra/ Kalbimi kıra kıra/ Bıraktın bir hatıra/ Günahını yalancı/ dudaklarında ara.”

KANLI TARİH VE TEKERRÜR (4)


  08 Kasım 2015
 12 Eylül 1980 sabahına Hasan Mutlucan’ın sesinden kahramanlık türküleriyle uyananlar radyo ve televizyonlarını açtığında okunan darbe bildirileriyle, pencereye koşup sokağa baktıklarında her köşe başını tutmuş silahlı askerlerle, sokaklarda dolaşan tanklarla, panzerlerle cemselerle karşılaşırlar. İlk şaşkınlık atlatıldığında ülkede askerin yönetime el koyduğu, darbe yaptığı anlaşılır. 
Toplumun huzurunu ve güvenliğini sağlamak için yapıldığı söylenen darbe, daha ilk gününden itibaren toplum için çok ciddi bir huzur ve güvenlik sorununa dönüşür. Kenan Evren 3 Ekim 1984’te Muş’ta yaptığı konuşmada, “Asmayıp da besleyecek miyiz?” der, gencecik insanları asarlar. Darbeci generaller ve hizmetindekiler ‘yanlış buldukları her şeyi toplum yararına’ değiştirmeye başlarlar. Evlerin duvarları emirle beyaza boyanır, 1980 öncesi yazılmış bütün yazılar, sloganlar silinir; boyamayanlar cezalandırılır. Geçmişi çağrıştıran hiçbir şeye izin verilmeyecek, toplumun hafızası tümüyle silinecektir. Düğünler bile izne bağlanır, kurallar getirilir. Çocuklara ‘milli kültüre, örf ve adetlere uygun olmayan’ isimlerin konması yasaklanır. Cadde, sokak, park ve meydan isimleri değiştirilir; ‘milli bütünlüğümüzle bağdaşmayan’ isimlerin yerini Kenan Evren Bulvarı, 12 Eylül Caddesi gibi isimler alır. 
Sokağa çıkma yasağı nedeniyle gece 24.00’ten sonra dışarı çıkılamaz, komşuya dahi gidilemez, devriye gezen askerler sokakta gördüğü herkesi gözaltına alırlar. Gizli genelgelerle siyasetle ilgilendiğinden şüphelenilen kişiler sıkıyönetim komutanlıklarınca izlemeye alınır, fişlemeler yapılır. Bunlar için gerçeklik değil, şüphe ve ihbar yeterlidir. 
Toplumun bütün kurumları ‘sıkı’ bir denetimle kontrol altına alınır, en başta da kitle iletişim araçları medya, sinema ve tiyatrolar. Gazeteler kapatılır, gazeteciler cezaevlerine atılır. Gazeteler askerden gelen talimatlarla yönetilir. Hapse atılan, dava açılan gazeteciler hakkında verilen ceza 3315 yılı geçer.
Filmler, kitaplar artık suç unsurudur; 39 ton kitap, dergi, gazete yakılır ve imha edilir, 937 sinema filmi sakıncalı bulunarak yasaklanır. Yasaklanan, yok edilen filmlerin başında Yılmaz Güney’in bütün filmleri vardır. TRT için Halit Refiğ’in yıllara yayılan yoğun bir emekle çektiği Yorgun Savaşçı dizisi yakılarak imha edilir.
Türkiye Yazarlar Sendikası’nın yöneticileri yasa dışı örgüt kurdukları gerekçesiyle yargılanırlar. ‘Anarşinin kaynağı’ üniversiteler de 12 Eylül’den payına düşeni fazlasıyla alır. 1253 üniversite hocası 3854 öğretmen ‘görülen lüzum üzerine’ işten çıkarılır. Üniversitelerdeki başıbozukluğun ortadan kalkması için İhsan Doğramacı’nın başkanlığında Yüksek Öğretim Kurumu (YÖK) kurulur. Artık bütün üniversiteler YÖK’ten sorulacaktır. Milli Eğitim’de din dersi zorunlu hale getirilir. Türk Dil Kurumu, Türk Tarih Kurumu kapatılır.
12 Eylül günlerinde bütün bunlar yaşanırken 650 bin kişi gözaltına alınır, 230 bin kişi yargılanır. 171 kişi işkenceden ölmüş, 299 kişi cezaevlerinde hayatını yitirmiştir. Çatışma diye sunulan yargısız infazlarda 95 kişi, açlık grevlerinde 14 kişi ölür. 217 kişinin ölümü de kayıtlara ‘kuşkulu’ olarak geçer. 30 bin kişi fişlenip işten çıkarılır, 14 bin kişi vatandaşlıktan atılır. Kanser gibi ağır bir hastalıkla boğuşan ve tedavi için yurt dışına çıkması gereken Ruhi Su’ya yasaklı/sakıncalı olduğu için pasaport verilmez, ölüme mahkûm edilir.
12 Eylül’ün ‘kurumsallaştırdığı’ işkence mekanizmasıysa anlatılır gibi değildir. Doğrudan insan onurunu hedef alan psikolojik ve fiziksel çöküntünün en ağırını, en onmazını yaratmaya çalışan, yarattığı hasarın yıllarca geçmeyeceği, dünya tarihinin en ağır işkenceleri uygulanır gözaltına alınan, tutuklanan insanlara. Gözaltına alınan herkes yaşına, cinsiyetine, suçlu olup olmadığına bakılmaksızın işkenceden geçirilir.
Yurtta ve dünyada barışın savunulması amacıyla yazarların, siyaset ve bilim adamlarının katılımıyla İstanbul’da 1977 yılında kurulan Barış Derneği de 12 Eylül 1980’den sonra kapatılır. Kurucuları ve yöneticileri hakkında dava açılır. 
Yargılananlar arasında Aziz Nesin, Sadun Aren, Jülide Gülizar, Rutkay Aziz, Tarık Akan, Ertuğrul Günay, Turgut Kazan da vardır. Tarihe Türkiye Barış Derneği Davası adıyla geçen dava, ilginç davalardan biridir. Türkiye ve dünya kamuoyunun, ‘barışın yargılanması’ olarak tanımlayıp büyük bir ilgi ile izlediği bu dava, aynı zamanda barışçı düşüncenin, barış düşüncesinin ve barış hareketinin karşılaştığı, dünya düzeyinde sayılı yargılama örneklerinden birini oluşturur. Üç kez yargılanan sanıklar sonunda beraat ederler. Yıllarca süren, sonuçlanmayan davalar açılır o günlerde.
Yaşanan acıların, tahribatın sözcüklerle anlatılmasının imkânsız olduğu ve faşist darbe liderinin “asmayıp da besleyelim mi” dediği günlerde başka bir dünya düşü kuran gencecik insanların asılmasını (yaşı tutmayan Erdal Eren yaşı büyütülerek asılır) Kenan Evren Mehmet Ali Birand’ın 12 Eylül Belgeseli’nde şu cümlelerle anlatır: “İlk idam kararı geldi önümüze, dedik ki sağcı solcu yok, mümkünse bir sağcı bir solcu, iki sağcı iki solcu. Neyse kaç taneyse, ikisini beraber yapalım. Sonra demesinler ki bize sağı tutuyor, solu tutuyor diye töhmet altında kalmayalım. Bir ondan bir ondan yapmak suretiyle infazı onaylıyorduk.”
12 Mart 1971’den 12 Eylül darbesine kadar geçen süreçte toplumsal muhalefetin iktidara aday olacak denli yükselmesi sosyalist-devrimci mücadelenin ülke çapında gelişmesi, yükselmesi, 12 Eylül askeri darbesinin uygulamalarının boyutlarını ve şiddetini de belirlemişti.
Bütün toplumu terörize eden, korkutan sindiren, pasif ve suskun yığınlara dönüştüren darbenin asıl amacı toplumu topyekûn yeniden yapılandırmaktır. Yapılan toplum mühendislikleriyle toplumun genleriyle oynanır. Psikolojik savaş geliştirilir. Yasaklamalar ve yeniden yapılandırma darbenin ilk günlerinden itibaren başlar; günümüzde AKP iktidarlarıyla sürdürülür.

KANLI TARİH VE TEKERRÜR (3)


 01 Kasım 2015
12 Mart, egemenler açısından ‘görece’ başarılamamış bir darbe olarak yeni baskı süreçlerine, dahası yine ülke egemenleri ve küresel sermaye güçleri açısından bütün toplumu yeniden yapılandıracak, uluslararası sisteme bağlayacak bir darbeyle sonuçlanacak sürecin ara durağı olmuştu. Yükselen toplumsal muhalefeti yok edebilmek, yönetemedikleri toplumu tasarımlamak ve içine düştükleri ekonomik açmazlara karşı küresel kapitalizminin dayattığı politikaları, ekonomik paketleri yürürlüğe sokabilecek ortamı darbeyle sağlayabilmek için 1 Mayıs 1977’de düğmeye basılır. 
1970’lerin ikinci yarısında zirve yapan toplumsal muhalefetin bastırılması, ekonomik ve siyasal istikrarsızlığın giderilmesi devleti yönetenler açısından kolay değildir. Yüz binler sokaktadır, işçiler ekmek, köylüler toprak, gençler özgür demokratik eğitim, insanca hayat/iş koşulları istiyordur. 
Süleyman Demirel, daha sonra tarihe 24 Ocak kararları olarak geçen ‘ekonomik istikrar programı’ hazırlama görevini, 1979 yılında Başbakanlık Müsteşarlığına getirdiği Turgut Özal’a verir. IMF’nin daha önce yaptıramadığı isteklerini içeren, Türkiye’yi tek taraflı olarak yabancı sermayeye açan bir programdır bu. 
Sindirilen, korkutulan, kurtarıcısını bekleyen sessiz yığınlara rağmen, kitleselleşebilen, halk yığınlarıyla bütünleşen, yok edilmesi gereken sol örgütler, muhalif güçler vardır. Onlar sokaktayken bu programı açıklamak, uygulamak zordur.
Derin ve karanlık güçlerin hızla ‘kardeş kavgası’na sürüklediği, karmaşanın, sokak çatışmalarının, kitlesel katliamların yaşandığı günlerde insanlar korkutulup, sindirilir. Her gün 25-30 kişi öldürülüyordur. Can korkusuna kapılan, sokağa çıkamayan geniş yığınlar artık bir kurtarıcı bekler duruma getirilmiştir.
Kurtarıcısını bekleyen, sindirilmiş sessiz yığınları rahatlatacak, güvenini, desteğini kazanacak fakat aynı zamanda solu, devrimci güçleri, muhalif aydınları yok edecek adımı atmaya gelmiştir sıra. Bu adım 24 Ocak kararlarını da dilediklerince uygulayabilecekleri ortamı da sağlayacaktır. 
27 Aralık 1979’da Genelkurmay Başkanı Kenan Evren ve diğer kuvvet komutanlarının imzalarını taşıyan ve ülkede yaşanan siyasal ve sosyal çalkantılar karşısında Türk Silahlı Kuvvetleri’nin görüşünü içeren bir uyarı mektubu sunulur. Cumhurbaşkanı Korutürk, 2 Ocak 1980 tarihinde, Başbakan ve Adalet Partisi Genel Başkanı Süleyman Demirel ile Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Bülent Ecevit’i Çankaya Köşkü’ne birlikte davet ederek kendisine sunulan “Türk Silahlı Kuvvetlerinin Görüşü” başlıklı uyarı mektubunun suretini verir. Akabinde de hükümetin Turgut Özal’a hazırlattığı istikrar programı 24 Ocak 1980’de açıklanır.,
Kenan Evren’in, 30 Ağustos 1980 tarihinde yayınladığı Zafer Bayramı mesajı da parmak sallayan, yumruk, postal ve üniforma altından silah gösteren içeriktedir. Sindirilen, korkutulan, ‘kurtarıcısını’ bekleyen sessiz yığınlar iyice hazırlanmıştır artık.
Toplumun her kesimine telafisi imkansız büyük acılar yaşatan, kanlı 12 Eylül faşist darbesine özetle hatırlamaya çalıştığımız böylesine çalkantılı, acılı süreçlerden geçilerek gelinmişti. Sonrasındaysa, daha evvel kimsenin hayal bile edemeyeceği, algılayamayacağı, ‘alacakaranlık kuşağı’nı çağrıştıran büyük alt üstlerin, köklü değişimlerin yaşandığı sonu karanlık, dönüşsüz bir yola açılmıştı kapı. Toplum mühendisleri beş koldan çalışacak, büyük alt üstler, köklü değişimler hayatın her alanına yansıyacaktı.
O ESNADA SİNEMADA...
Yılmaz Güney’in senaryosunu en küçük ayrıntısına kadar yazdığı Arife-Bayram (daha sonra Şerif Gören’in yönetmenliğinde Yol adıyla çekilen) projesine başlayıp anlaşmazlık nedeniyle ayrılan Erden Kıral, kısa film ve Osman F. Seden gibi yönetmenlere asistanlık sonrasında 1978 yılında Yaşar Kemal’in Teneke adlı yapıtından hareket ederek ilk uzun metraj sinema filmi Kanal’ı, 1979 yılında da Orhan Kemal’in aynı adlı romanından uyarladığı Bereketli Topraklar Üzerinde adlı filmi çeker. 
Bereketli Topraklar Üzerinde, 1981’de Strasbourg Film Şenliği Büyük Ödülü’nü kazanırken, Kıral da aynı yıl Antalya Film Festivali’nde En İyi Yönetmen ödülüne layık görülür. Ayrıca, Nantes Film Festivali Seçiciler Kurulu Özel Ödülü ve Nantes Film Festivali Sanat ve Deneme Filmleri Büyük Ödülü alan film, 1980’de 12 Eylül darbesi nedeniyle düzenlenmeyen Altın Portakal Film Festivali’nin ardından, 1981 yılında En İyi Film, En İyi Yönetmen ve En İyi Erkek Oyuncu (Yaman Okay) ödüllerini alır. Ancak En İyi Film ödülü, daha sonra filmin ‘muzur’ olduğu gerekçesiyle geri alınır. Kararı protesto eden Kıral, En İyi Yönetmen Ödülü’nü almayı reddeder.
Bu sırada, filmin negatif kopyası depodan ‘çalınır’. Avrupa dâhil olmak üzere her yerde filmi arayan Kıral’ın çabaları sonuçsuz kalır. Yıllar sonra, filmin negatiflerinin İsviçre’de bir stüdyoda olduğunu haber alan bir yakını sayesinde filmin izi bulunur. Filmin İsviçre’de bulunan negatifini, para vererek geri alan Erden Kıral, “Bu duruma sevineyim mi, üzüleyim mi bilemiyorum, şaşkınlık içindeyim. Bir yandan da seviniyorum. Çocuğuma ve yakınlarıma, ‘benden sonra bu filmi mutlaka bulun ve gösterin’ demiştim. Şimdi ele geçirdik” diyor ve ekliyor: “28 yıl sonra çocuğumu bulmuş gibiyim.”
Filmin çekimleri de oldukça maceralı geçer. Film Yeşilçam’ın üretim ilişkileri dışında yapılır, filmin sahipleri filmin ekibinden para yatıranlardır. Yıldız sistemine dayanmaz. Bu yanlarıyla da 1970’li yıllarda üretilen ilk bağımsız sinema örneklerindendir.
Erden Kıral, 1979 yılında da Ferit Edgü’nün O adlı romanından Onat Kutlar’ın yazdığı senaryoyla Hakkari’de Bir Mevsim adlı filmi çeker, fakat film Türkiye’de ancak 1987’de gösterime girebilir. 
Erden Kıral, Yılmaz Güney’in Endişe filmindeki unutulmaz oyunculuğuyla bütün Türkiye’nin tanıdığı efsane aktör, tiyatro oyuncusu Erkan Yücel’i Bereketli Topraklar Üzerinde ve Hakkâri’de Bir Mevsim filmlerinde oynatır.

KANLI TARİH VE TEKERRÜR (2)


  25 Ekim 2015
1970’te çalışma hayatını ve temel sendikalar mevzuatını düzenleyen tasarı, Adalet Partisi ve Cumhuriyet Halk Partisi’nin işbirliğiyle önce Millet Meclisi, ardından Senato’dan geçirilir. Yapılan değişiklik, işçilerin sendika seçme özgürlüğünü önemli ölçüde kısıtlamakta, sendika değiştirmeyi güçleştirmekteydi. Yasa taslağı 11 Haziran 1970’te cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’ın onaylamasıyla yürürlüğe girer.
Kanunlaşan tasarı esas olarak Türk-İş’ten DİSK’e işçi akışını önlemeyi amaçlamaktaydı. DİSK ve bağlı sendikalar yeni yasaya tepki gösterirler. Türkiye İşçi Partisi ise söz konusu yasa değişikliklerini Anayasa Mahkemesi’ne götüreceğini açıklar ve iptal davası açar.
DİSK’li sendikacılar, yöneticiler ve sendikaya bağlı işçiler, 15 Haziran 1970 sabahı tepkilerini göstermek için fabrikalarından sokağa çıkarak İstanbul’un belli başlı merkezlerine doğru yürüyüşe geçerler. Gösterilere pek çok fabrikadan 75 bin dolaylarında işçi katılır. Gösterilen tepki esas olarak DİSK üyesi işçilerden geldiği halde, yürüyüşlere çok sayıda Türk-İş işçisi de toplu halde katılır. Olayların birinci günü akşamı Bakanlar Kurulu 60 günlük bir sıkıyönetim ilan eder. DİSK ve bağlı sendikaların yöneticilerinin pek çoğu sıkıyönetim mahkemelerince tutuklanır ve yargılanırlar. Kadıköy’de meydana gelen olaylarda 2 işçi, 1 polis ve 1 esnaf hayatını yitirmiştir. 16 Haziran’da Ankara, Adana, Bursa ve İzmir’de de küçük çaplı olaylar yaşanır.
Uyguladıkları ekonomik politikalarda da başarısız olan devleti yönetenler homurdanmaya, bu anayasa bize bol demeye başlamışlardır. Durumdan vazife çıkaran ordu, 12 Mart1971’de bir muhtıra verir. Parlamento ve partiler kapatılmamış, anayasa askıya alınmamıştır. Askerler bir teknokrat hükümeti kurulması için, meclis içinden ‘tarafsız’ bir başbakanın çıkmasını ve güvenoyu almasını isterler. Parlamentodakiler, CHP Kocaeli milletvekili Nihat Erim ismi üzerinde anlaşır. 26 Mart günü CHP’den istifa ederek bağımsız Başbakan olan Erim’e, ‘partiler üstü reform hükümeti’ kurdurulur.
THKO, THKP-C gibi örgütlerin eylemleri sürüyordur. İstanbul’da ilan edilen sokağa çıkma yasaklarında çok sayıda muhalif bu örgütlerle ilişiği olduğu gerekçesiyle tutuklanır. TİP ve DİSK kapatılır. 12 Mart askeri darbesinden sonra THKO örgütlenmesi içinde yer alan Deniz Gezmiş ve arkadaşları asılır, THKPC örgütlenmesini oluşturan Mahir Çayan ve arkadaşları, TKPML-TİKKO lideri İbrahim Kaypakkaya öldürülür; onlarca gençlik ve işçi önderi devrimci, muhalif aydın tutuklanır işkenceli sorgulardan geçirilir, hapishanelere doldurulur. 1968 baharının ardından sancılı yıllar yaşanır. Devleti yönetenler yükselen muhalefeti bastırmak için kan dökmüşler, can yakmışlardır.
70’LER VE 78 KUŞAĞI
12 Mart faşist darbesi topluma, sol muhalif güçlere ağır bedeller ödetse de egemenler açısından başarılamamış bir darbedir. Toplumsal muhalefeti, demokrasi güçlerini bastırsalar da yok edememişlerdir. Öldürülen, hapishanelere doldurulan devrimcilerin ektikleri tohumlar filizlenir, takipçileri bayrağı devralmakta gecikmez. Afla cezaevlerinden çıkan devrimciler yeniden düşlerinin izinde dünyayı güzelleştirebilmek için muhalif yapılanmalarda saflara katılır.
12 Mart darbesiyle bastırılan toplumsal muhalefet yeniden yükselir. Halkçı muhalif aydınların ve 1968 kuşağının ışığı sonraki kuşağın da yolunu aydınlatır. Bugün 1978 kuşağı diye adlandırılan 1955-1965 doğumlu birçok genç devrimci, sosyalist düşüncelerle tanışır, sol yapılanmalarda yer alır.
Saldırgan egemen gücün karşısında naif ve romantiktirler. Soğuk Savaş yıllarıdır, dünyada yeni bir paylaşım savaşına yol açabilecek gelişmeler yaşanırken, içeride de yeni bir dünya düzeninin hazırlıklarını yapan Amerika’nın güdümünde gelişiyordur yaşananlar.
Amerika, oluşturmaya çalıştığı yeşil kuşakla Sovyetler Birliği’ni ve diğer ‘sosyalist’ devletleri kuşatıyor, bugün sonuçlarını çok açık gördüğümüz, 1980’lerde başlayan ‘yenidünya düzeni’nin temellerini atıyordu. Denetleyemedikleri ülkelerde darbeler yapıyor, iç karışıklıklar çıkartıyordu. Darbeleri de o ülkelerin NATO’ya bağlı ordularını ve sivil militarist güçlerini kullanarak gerçekleştiriyordu. Komünizme ve sol örgütlenmeye karşı gayri-nizamı harp amacıyla oluşturdukları özel harp daireleri; CIA bağlantılı Kontrgerilla yapılanmaları da diğer sivil militarist güçleri kullanarak, kışkırtarak darbe koşullarının oluşmasını sağlıyordu.
Henüz 12 Mart karanlığından çıkılamamış, yaralar sarılamamış ve geçmişin değerlendirmesi yapılamamışken yeni ve sonu belirsiz bir sürece girilmişti. Devrim rüzgârlarının estiği dünyada, sol örgütlerin sayıları da etki alanına aldığı insan sayısı da hızla çoğalıyor, seslerini sokakta duyurmaya çalışıyordu. Sosyalistlerin, devrimcilerin etkilediği geniş halk yığınlarının, emekçilerin, sendikaların ve üniversite gençliğinin yükselttiği toplumsal muhalefete karşı devlet de, resmi-gayrı resmi militarist güçlerini, silahlı antikomünist sivil örgütleri sokağa sürmüştü.
SUİKASTLAR VE KİTLESEL KATLİAMLAR
Kontrgerilla ve kullandığı derin/karanlık yapılar bütün güçleriyle halkın, emekçilerin ve sosyalist üniversite gençliğinin karşısına çıkarılmıştı. Devleti yönetenlerin yarattığı siyasal ve ekonomik istikrarsızlık da gerginliği körüklüyordu.
Ülke en küçük hücresine kadar iki kampa bölünmüştü. Bir yanda ‘başka bir dünya mümkün’ diyen sosyalistler ve etkilediği geniş halk yığınları, emekçiler, gençler; diğer yanda devletin asker/polis silahlı militarist güçleri ve CIA güdümündeki kontrgerillanın yönlendirdiği silahlı sivil güçler, örgütler.
Sayısı 1970’lerin sonunda her gün 30’u bulan ‘faili malum’ kaynaktan beslenen siyasal cinayetler, kitlesel katliamlar yaşanır. Bedrettin Cömert, Abdi İpekçi Cevat Yurdakul, Ümit Doğançay, Cavit Orhan Tütengil, Ümit Kaftancıoğlu, Kemal Türkler gibi toplumu, toplumsal olayları etkileyecek isimler öldürülür. Kahramanmaraş’ta Çorum’da, 1 Mayıs 1977’de onlarca insanın hayatını kaybettiği kitlesel katliamlar yapılır.