25 Eylül 2016
Darbe (Ümit
Efekan 1990), işkenceye dayanamayarak örgüt arkadaşlarını ele veren, daha sonra
da Pişmanlık Yasası’ndan yararlanarak estetik ameliyatla yüzünü ve kimliğini
değiştiren bir devrimcinin yeni hayatında kendisiyle hesaplaşmasını anlatan bir
filmdir. Onun itiraflarıyla örgütten pek çok arkadaşı içeriye girmiş, bir
arkadaşı da idam edilmiştir. Kimliğini gizleyerek karısı ile tekrar ilişki
kurar, ama gerçek anlaşılınca karısı, devrime ve arkadaşlarına ihanet ettiği
için onu reddeder. İşkenceye dayanmak için direnen ama sonuçta yenik düşen
itirafçı ise tek suçlunun kendisi olmadığını, “toplum sorunları ile
ilgilenmeyen suskun aydınların da kendisi kadar suçlu olduğunu” düşünmektedir.
Televizyonda yayınlanan 80’li yılların bir özeti yayınlanmaktadır. Bir milyon
insanın ölümüne yol açan körfez savaşı, işgalci İsrail askerlerinin bir
direnişçinin kollarını taşlarla vurarak kırdıkları görüntüler... O esnada çalan
kapıyı açan kadın, karşısında eşi Hamdullah Şimşek’i soran polisi bulur. Teşhis
için karakola gelmesini söyler polis.
Morgda ölü diye teşhis ettirdikleri kocası ölmemiştir. Pişmanlık yasasından
yararlanarak itirafçı olan Hamdullah artık hayata yeni bir yüzle, yeni bir
kimlikle devam edecektir. Yeni kimliğiyle Yavuz, polis tarafından
yerleştirildiği evden dışarıya baktığında “Kim bilir bu koca şehirde kaç hain,
kaç namussuz, kaç korkak yaşıyordur? Yiğitler, yiğitler de vardır ama.” diye
düşünür.
Uzandığında
tavandan sarkan ampul idam ipi gibi görünür gözüne. Gözleri bağlı, işkence
gördüğü anları anımsar. Hiç kimsenin, en güçlü hayvanların bile dayanamayacağı
kadar ağır işkencelerden geçtiğini, çok büyük acılar yaşatıldığını düşünür.
Yaşadığı her an, her ses her görüntü ve hareket gördüğü ağır işkenceleri
çağrıştırır.
Gerçek
kimliğiyle yaşadığı eski hayatının izini sürmeye başlar. Eski dava arkadaşı
Taner’le bağlantı kurar, onun kaçıp kurtulmasını ister. Eşinin, oğlunun
hayatlarını izler uzaktan uzağa. Devletin ayarladığı bir işte çalışmaya başlar.
Bayramda eşinin oğlunun, anne ve babasının mezarı başında gözyaşı dökerek dua
ettiğini görür. Karısı onun bir devrimci olarak öldüğüne ya da öldürüldüğüne
inanıyordur. Babasını soran oğluna da bunları söyler.
Karısı Narin’le, oğluyla iletişim kurmaya çabalayan Hamdullah’ın
karşılaşmaları, buluşmaları çoğaldıkça eski eşiyle aralarındaki ilişki duygusal
bir ilişkiye dönüşür. Kocasının anılarıyla dolu yaşayan Narin’i, çelişkiye
sürükler yaşadığı duygular. Kocasının can ciğer arkadaşı Ali Akkuş’un annesi
Hatice teyze uğramış, oğlunun izini bulamadığını, kayıp olduğunu söylemiştir.
Narin de gündelik yaşamındaki sıkıntılarını aktarırken bu bilgiyi de söyler
adama. Ali Akkuş da Hamdullah’ın itiraflarıyla/teşhisiyle yargılanan ve idam
edilen bir devrimcidir.
Karısı ve
yeni kimliğiyle Yavuz birlikte olurlar. Gelen esrarengiz telefonun ardından
buluşmaya giden Narin, Hamdullah’ın eski dava arkadaşı Taner’den Yavuz’un
gerçek kimliğini öğrenir. Yavuz diye âşık olduğu, birlikte olduğu adam, saygı
duyduğu anısını yüreğinde yaşattığı devrimci olarak öldüğünü ya da
öldürüldüğünü sandığı, gerçekte ise itiraflarıyla örgütünü ve dava
arkadaşlarını ele veren, ölümüne neden olan eski kocası Hamdullah Şimşek’tir.
AV ZAMANI
Ferit
Edgü’nün senaryosuyla Erden Kıral’ın yönettiği 1987 yapımı film, 12 Eylül
öncesinde yaşanan terörden kaçarak bir adaya sığınan ancak burada da terörden
kaçmanın mümkün olmadığını gören bir yazarın hikâyesini anlatmaktadır.
12 Eylül
öncesinin -yakın arkadaşının da öldürüldüğü- terörize edilmiş ortamından
etkilenip yazmayı bırakan bir yazarın, yerleştiği Cunda Adası’ndaki yaratı
krizlerinin hesaplaşmasını izleriz filmde. 80 sonrası darbenin yarattığı
‘bunaltı’ günlerinde yalnızlaşan, yenilgi ya da korku duygusuna kapılan
aydınların/küçük aydınların, ‘kaçış’ günlerine çokça tanıklık ederiz.
Kahramanımız
12 Eylül öncesinin her gün ölüm haberlerinin olduğu terörlü günlerinden
yılmıştır, her şeyden vazgeçerek doğaya sığınmak için Cunda Adası’na gider,
oradaki evine yerleşir. Bu bir kaçıştır fakat kısa bir süre sonra terörün adaya
da sıçramasıyla kaçışın olanaksızlığını anlar.
Film bir
cinayetle başlar. Sabah evinden çıkan bir adam silahlı iki genç tarafından
evinin önünde öldürülür. Yere düştüğünde can verirken gözlük ve çantasından
uçuşan kâğıtlardan vurulanın ‘aydın’ olduğunu anlarız. Öldürülen bilim insanı
da yazar olan kahramanımızın yakın arkadaşıdır.
Yıllar sonra
baba toprağına, kürkçü dükkânına dönmüştür. Adada yaşayan çocukluk arkadaşı,
olan, adanın tarihini araştıran avcılık ve balıkçılıkla uğraşan eski dostuna
“Günlerini nasıl geçiriyorsun” diye sorar. “Zor geçiyor günler ama yakında av
mevsimi başlar” yanıtıyla duraklar kahramanımız. “Av mevsimi... Daha başlamadı
mı av mevsimi? Ben çoktan başladığını sanıyordum” diyerek yaşanan toplumsal
koşullara gönderme yapar. Ülkede bir av ortamı vardır, eli silahlı avcılar ve
avlananlar... Genç insanlar, aydınlar, gazeteciler, düşün insanları, yazarlar
çizerler her gün eli silahlı avcıların katlettiği avlardır.
Radyo haberleri arka arkaya işlenen cinayetleri, yapılan katliamları, Bursa’da
silahlı eğitim yaparken yakalananları verir. İstanbul’da kahveler taranıyor
masum insanlar öldürülüyor, Çorum’da, başka yerlerde katliamlar yapılıyordur.
Gaziantep’te silahlı saldırıya uğrayanlar, öldürülenler, ağır yaralananlar,
yakalananlar...
İstanbul’da
balık kalmadığı için adaya yerleşen bir balıkçı kahramanımızın hayatını yazmak
için adaya geldiğini öğrenince gösterdiği “ama henüz ölmedi ki daha” tepkisi
yeni bir yüzleşmeyi daha başlatır.
Yaşamını
yazmaya karar verdiği kişi, eli silahlı avcılar tarafından öldürülen,
kahramanımızın adaya gelmesine ve yeni içsel yolculuklara çıkmasına neden olan
bilim insanı arkadaşıydı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder