13 Mart 2016
Nâzım Hikmet, 1920’de arkadaşı Vâlâ Nureddin ile Milli
Mücadele’ye katılmak üzere ailesinden habersiz Anadolu’ya geçer. Daha sonra
Batum üzerinden Moskova’ya giderek Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’nde
siyasal bilimler ve iktisat okur. 1921’de gittiği Moskova’da devrimin ilk
yıllarına tanık olur ve komünizm ile tanışır.
1924’te Türkiye’ye dönerek Aydınlık dergisinde çalışmaya başlar, ancak dergide
yayınlanan şiir ve yazılarından dolayı on beş yıl hapsi istenince tekrar
Sovyetler Birliği’ne gider. 1928’de af kanunundan yararlanır ve Türkiye’ye
döner, Resimli Ay dergisinde çalışmaya başlar. 1938’de yirmi sekiz yıl hapis
cezasına çarptırılır.
1925 yılından itibaren şiirleri ve yazıları yüzünden
birçok kere yargılanır Nâzım Hikmet. 1938 yılında orduyu ayaklanmaya çalıştığı
gerekçesiyle 28 yıl 4 ay hapis cezasına çarptırılır. İstanbul, Ankara, Çankırı
ve Bursa cezaevlerinde 12 yılı aşkın kalır. 1950 yılında bir af yasasıyla
salıverilir. Ancak sürekli izlendiği ve çürüğe ayrıldığı halde 48 yaşında
yeniden askerlik yapmaya çağrılması ve polis takiplerinden, komplo
endişelerinden iyice bunalmıştır, yeniden yurt dışına çıkmak zorunda kalır.
Sovyetler Birliği’ne gider.
25 Temmuz 1951 tarihinde Bakanlar Kurulunca Türkiye vatandaşlığından çıkarılır.
Moskova yakınlarındaki yazarlar köyünde ve daha sonra da, eşi Vera Tulyakova
ile Moskova’da yaşar. Memleket dışında geçirdiği yıllarda Bulgaristan,
Macaristan, Fransa, Küba, Mısır gibi ülkeleri dolaşır, buralarda konferanslar
verir, savaş ve emperyalizm karşıtı eylemlere katılır.
“Yoldaşlar, ölürsem o günden önce yani,/ -öyle gibi de
görünüyor-/Anadolu’da bir köy mezarlığına gömün beni/ ve de uyarına gelirse,/
tepemde bir de çınar olursa/ taş maş da istemez hani...”demişti Nâzım Usta,
hasta yatağında yazdığı 27 Nisan 1953 tarihli “Vasiyet” şiirinde. Tepesinde bir
çınarın olduğu Anadolu’da bir köy mezarlığına gömülmeyi isteyen Nâzım Hikmet 3
Haziran 1963’te çok sevdiği ülkesinden uzakta hayata gözlerini yumar.
Cumhuriyet tarihi boyunca hükümetler, yönetenler değişse de, iktidarda ister sivil giyimliler ister üniformalılar olsun devlet zulmü değişmedi.
Cumhuriyet tarihi boyunca hükümetler, yönetenler değişse de, iktidarda ister sivil giyimliler ister üniformalılar olsun devlet zulmü değişmedi.
Dün Sabahattin Ali’ye Nâzım Hikmet’e, Ruhi Su’ya,
Yılmaz Güney’e daha birçok sanatçıya, aydına yönelen her türden devlet şiddeti
bugün de birçok sanatçıyı, aydını hedef alıyor, özgürlüklerini yok etmekle
tehdit ediyor.
BENİM MESKENİM DAĞLARDIR
“Devlette devamlılık esastır” der devleti yönetenler.
Cumhuriyet tarihi boyunca hayatının önemli bölümünü cezaevlerinde geçiren,
devlet dersinde hayatını kaybeden sanatçılarımız da oldu. 25 Şubat Sabahattin
Ali’nin doğum günüydü. Hayatının bir bölümünü cezaevlerinde geçiren
aydınlardan, sanatçılardan biri de Sabahattin Ali’dir.
Bir arkadaş toplantısında Atatürk’ü yeren bir şiir okuduğu iddiasıyla
tutuklanır, bir yıla mahkûm olarak Konya ve Sinop cezaevlerinde yatar,
Cumhuriyetin onuncu yıl dönümü dolayısıyla çıkarılan af yasasıyla özgürlüğüne
kavuşur.
“İçimizdeki Şeytan” romanı milliyetçi kesimde büyük
bir tepki yaratır. Nihal Atsız’ın hakkında yazdığı hakaret dolu bir yazıya
karşılık dava açmış, dava sırasında çok sıkıntı çeker. 1944 yılında davayı
kazanmasına rağmen tepkilerden kurtulamaz. Olaylı duruşmalar sonunda bakanlıkça
görevinden alınır, İstanbul’a giderek gazetecilik yapmaya başlar. Aziz Nesin ve
Rıfat Ilgaz’la Marko Paşa, Malum Paşa, Merhum Paşa, Öküz Paşa gibi siyasal
mizah dergilerini çıkarırlar. Ancak, tek parti iktidarının baskılarıyla
karşılaşırlar, dergiler isimlerindeki Paşa ifadesiyle İsmet Paşa ile alay
edildiği iddiası ile kapatılır. Yazılar ve yazarları hakkında kovuşturmalar
açılır. Sabahattin Ali dergilerde çıkan yazılarından dolayı üç ay hapis yatar,
karşılaştığı baskılardan bunalmıştır. Ali Baba dergisinde yayımladığı “Ne Zor
Şeymiş” başlıklı yazıda, içinde bulunduğu durumu şöyle anlatır: “Çalmadan,
çırpmadan bize ekmeğimizi verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz bırakmadan
yaşamak istemek bu kadar güç, bu kadar mihnetli, hatta bu kadar tehlikeli mi
olmalı idi?”
ŞEHİRLER BANA BİR TUZAK
Bir başka dava nedeniyle de Paşakapısı Cezaevinde üç
ay yatar. Çıktıktan sonra zor günler geçirmeye başlar, işsiz kalır, yazacak yer
bulamaz. Tek parti yönetiminin baskılarından uzaklaşmak için yurt dışına
gitmeye karar verir fakat pasaport verilmez. Yasal yollardan yurt dışına çıkma
olanağı bulamayınca da Bulgaristan’a kaçmaya karar verir. Geçimini yurt dışına
adam kaçırmakla sağlayan, ordudan atılma bir astsubay olan Ali Ertekin adlı
kaçakçıyla anlaştığı iddia edilir.
Sabahattin Ali’nin cansız bedeni 2 Nisan 1948
tarihinde Bulgaristan sınırında bulunur. Tutuklanan insan kaçakçısı Ali Ertekin
“Millî Emniyet Hizmeti Riyâseti” adına ajanlık da yapmaktadır. Resmi
açıklamalara göre Ertekin, “milli hislerini tahrik ettiği için” Sabahattin
Ali’yi başına sopa vurarak öldürmüştür. Kırklareli Ağır Ceza Mahkemesinde
yargılanır. Yaptırımı 18-24 yıl olan adam öldürme suçundan, “milli hisleri
tahrik” gerekçesiyle cezası indirilerek 4 yıla hüküm giyer. Yakınları
Sabahattin Ali’nin Kırklareli’de Milli Emniyet tarafından sorgulanırken işkence
sonucu öldüğünü, Ertekin’in paravan olarak kullanıldığını düşünse de bu iddia
kanıtlanamaz. Sabahattin Ali’yi öldürdüğünü “itiraf eden” ve Milli Emniyet
mensubu olduğu iddia edilen Ali Ertekin, dört yıla hüküm giyse de birkaç hafta
sonra çıkartılan aftan yararlanarak serbest kalır. Devlet sonrasında hep
olacağı gibi katilini, katillerini korumuş, Sabahattin Ali’nin ölümü gerçekte
“faili meçhul” olarak kalmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder