24 Mart 2020 Salı

BİR GÜN KADRİM BİLİNİRSE


13 Mart 2016

Nâzım Hikmet, 1920’de arkadaşı Vâlâ Nureddin ile Milli Mücadele’ye katılmak üzere ailesinden habersiz Anadolu’ya geçer. Daha sonra Batum üzerinden Moskova’ya giderek Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’nde siyasal bilimler ve iktisat okur. 1921’de gittiği Moskova’da devrimin ilk yıllarına tanık olur ve komünizm ile tanışır.
1924’te Türkiye’ye dönerek Aydınlık dergisinde çalışmaya başlar, ancak dergide yayınlanan şiir ve yazılarından dolayı on beş yıl hapsi istenince tekrar Sovyetler Birliği’ne gider. 1928’de af kanunundan yararlanır ve Türkiye’ye döner, Resimli Ay dergisinde çalışmaya başlar. 1938’de yirmi sekiz yıl hapis cezasına çarptırılır.
1925 yılından itibaren şiirleri ve yazıları yüzünden birçok kere yargılanır Nâzım Hikmet. 1938 yılında orduyu ayaklanmaya çalıştığı gerekçesiyle 28 yıl 4 ay hapis cezasına çarptırılır. İstanbul, Ankara, Çankırı ve Bursa cezaevlerinde 12 yılı aşkın kalır. 1950 yılında bir af yasasıyla salıverilir. Ancak sürekli izlendiği ve çürüğe ayrıldığı halde 48 yaşında yeniden askerlik yapmaya çağrılması ve polis takiplerinden, komplo endişelerinden iyice bunalmıştır, yeniden yurt dışına çıkmak zorunda kalır. Sovyetler Birliği’ne gider.
25 Temmuz 1951 tarihinde Bakanlar Kurulunca Türkiye vatandaşlığından çıkarılır. Moskova yakınlarındaki yazarlar köyünde ve daha sonra da, eşi Vera Tulyakova ile Moskova’da yaşar. Memleket dışında geçirdiği yıllarda Bulgaristan, Macaristan, Fransa, Küba, Mısır gibi ülkeleri dolaşır, buralarda konferanslar verir, savaş ve emperyalizm karşıtı eylemlere katılır.
“Yoldaşlar, ölürsem o günden önce yani,/ -öyle gibi de görünüyor-/Anadolu’da bir köy mezarlığına gömün beni/ ve de uyarına gelirse,/ tepemde bir de çınar olursa/ taş maş da istemez hani...”demişti Nâzım Usta, hasta yatağında yazdığı 27 Nisan 1953 tarihli “Vasiyet” şiirinde. Tepesinde bir çınarın olduğu Anadolu’da bir köy mezarlığına gömülmeyi isteyen Nâzım Hikmet 3 Haziran 1963’te çok sevdiği ülkesinden uzakta hayata gözlerini yumar.
Cumhuriyet tarihi boyunca hükümetler, yönetenler değişse de, iktidarda ister sivil giyimliler ister üniformalılar olsun devlet zulmü değişmedi.
Dün Sabahattin Ali’ye Nâzım Hikmet’e, Ruhi Su’ya, Yılmaz Güney’e daha birçok sanatçıya, aydına yönelen her türden devlet şiddeti bugün de birçok sanatçıyı, aydını hedef alıyor, özgürlüklerini yok etmekle tehdit ediyor.
BENİM MESKENİM DAĞLARDIR
“Devlette devamlılık esastır” der devleti yönetenler. Cumhuriyet tarihi boyunca hayatının önemli bölümünü cezaevlerinde geçiren, devlet dersinde hayatını kaybeden sanatçılarımız da oldu. 25 Şubat Sabahattin Ali’nin doğum günüydü. Hayatının bir bölümünü cezaevlerinde geçiren aydınlardan, sanatçılardan biri de Sabahattin Ali’dir.
Bir arkadaş toplantısında Atatürk’ü yeren bir şiir okuduğu iddiasıyla tutuklanır, bir yıla mahkûm olarak Konya ve Sinop cezaevlerinde yatar, Cumhuriyetin onuncu yıl dönümü dolayısıyla çıkarılan af yasasıyla özgürlüğüne kavuşur.
“İçimizdeki Şeytan” romanı milliyetçi kesimde büyük bir tepki yaratır. Nihal Atsız’ın hakkında yazdığı hakaret dolu bir yazıya karşılık dava açmış, dava sırasında çok sıkıntı çeker. 1944 yılında davayı kazanmasına rağmen tepkilerden kurtulamaz. Olaylı duruşmalar sonunda bakanlıkça görevinden alınır, İstanbul’a giderek gazetecilik yapmaya başlar. Aziz Nesin ve Rıfat Ilgaz’la Marko Paşa, Malum Paşa, Merhum Paşa, Öküz Paşa gibi siyasal mizah dergilerini çıkarırlar. Ancak, tek parti iktidarının baskılarıyla karşılaşırlar, dergiler isimlerindeki Paşa ifadesiyle İsmet Paşa ile alay edildiği iddiası ile kapatılır. Yazılar ve yazarları hakkında kovuşturmalar açılır. Sabahattin Ali dergilerde çıkan yazılarından dolayı üç ay hapis yatar, karşılaştığı baskılardan bunalmıştır. Ali Baba dergisinde yayımladığı “Ne Zor Şeymiş” başlıklı yazıda, içinde bulunduğu durumu şöyle anlatır: “Çalmadan, çırpmadan bize ekmeğimizi verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz bırakmadan yaşamak istemek bu kadar güç, bu kadar mihnetli, hatta bu kadar tehlikeli mi olmalı idi?”
ŞEHİRLER BANA BİR TUZAK
Bir başka dava nedeniyle de Paşakapısı Cezaevinde üç ay yatar. Çıktıktan sonra zor günler geçirmeye başlar, işsiz kalır, yazacak yer bulamaz. Tek parti yönetiminin baskılarından uzaklaşmak için yurt dışına gitmeye karar verir fakat pasaport verilmez. Yasal yollardan yurt dışına çıkma olanağı bulamayınca da Bulgaristan’a kaçmaya karar verir. Geçimini yurt dışına adam kaçırmakla sağlayan, ordudan atılma bir astsubay olan Ali Ertekin adlı kaçakçıyla anlaştığı iddia edilir.
Sabahattin Ali’nin cansız bedeni 2 Nisan 1948 tarihinde Bulgaristan sınırında bulunur. Tutuklanan insan kaçakçısı Ali Ertekin “Millî Emniyet Hizmeti Riyâseti” adına ajanlık da yapmaktadır. Resmi açıklamalara göre Ertekin, “milli hislerini tahrik ettiği için” Sabahattin Ali’yi başına sopa vurarak öldürmüştür. Kırklareli Ağır Ceza Mahkemesinde yargılanır. Yaptırımı 18-24 yıl olan adam öldürme suçundan, “milli hisleri tahrik” gerekçesiyle cezası indirilerek 4 yıla hüküm giyer. Yakınları Sabahattin Ali’nin Kırklareli’de Milli Emniyet tarafından sorgulanırken işkence sonucu öldüğünü, Ertekin’in paravan olarak kullanıldığını düşünse de bu iddia kanıtlanamaz. Sabahattin Ali’yi öldürdüğünü “itiraf eden” ve Milli Emniyet mensubu olduğu iddia edilen Ali Ertekin, dört yıla hüküm giyse de birkaç hafta sonra çıkartılan aftan yararlanarak serbest kalır. Devlet sonrasında hep olacağı gibi katilini, katillerini korumuş, Sabahattin Ali’nin ölümü gerçekte “faili meçhul” olarak kalmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder