24 Mart 2020 Salı

KÜÇÜK KARA BALIKLAR


  24 Ocak 2016
 Küçük Kara Balıklar/Güneydoğu’da Çocuk Olmak” belgeseli on yıllardır sürmekte olan savaşı, çocukların ya da savaşın en şiddetli olduğu 90’lı yıllarda bu cehennemi çocuk olarak yaşayanların gözünden anlatıyor.
5 yönetmen (Haluk Ünal, Ezel Akay, Serpil Güler, Cem Terbiyeli ve Önder İnce) kameralarını Güneydoğu’ya, Kürt çocuklarına çevirmiş ve ortaya “Küçük Kara Balıklar / Güneydoğu’da Çocuk olmak” filmi çıkmıştı.
“Devlet Dersinde öldürülmüş tüm çocukların anısına.” Ece Ayhan’ın “Meçhul Öğrenci Anıtı” şiirinin bu dizesine göndermeyle başlıyor film. 90’lı yıllarda çocuk olan ya da o yıllarda doğan 11 Kürt ‘yaşadıklarını’ anlatıyor.
“Bir adam bağırıyordu ‘Vayyy, vayyy.’ Dediler ‘aç gözlerini.’ ‘Açamam’ dedim, ‘artık halim kalmadı.’ Açtım, karşımda on yaşlarında, göğüsleri belirgin olmayan bir kız çocuğu. Saçları kocaman, böyle dağılmış. Kızın bacaklarının arasından kan akıyor, boşalıyor böyle. Ya düşünsene babasını konuşturmak için küçücük kızını getirmiş, gözünün önünde tecavüz ediyorlarmış meğer. Biz dünyanın neresindeydik? ‘Bu Türkler niye bizi görmüyor’ dedim. Hiç mi kimse duymuyor sesimizi? Çocuk bunları yaşarken bu ülkenin insanları ne diyor, niye duymuyor bizi? Bu çamur bir gün onlara sıçrayacak.”
Suzan Çelebi: “Lise döneminde ilk gözaltı sürecimi yaşadım. Beyaz Reno geldi beni aldı götürdü. Dövüyorlar habire. Hiç soru sormuyorlar, habire dövüyorlar. Hiç bağırmadım. Hiç duymayacak o benim bağırmamı dedim. Eğer bu benim devletimse, beni koruması gerektiği yerde bana bunu yapıyorsa o benim sesimi hiç duymayacak. Daha hiçbir erkekle tanışmadan erkeklerin ne kadar çirkin olduğunu orada gördük. Ben Türkiye halkının da özgürleşmesini isterdim ama bir türlü gözleri açılmadı, görmedi. Barış derken kiminle barış, neyle barış? Kaybolan hayatları mı diriltecekler? Umutları… Ne bileyim, neyi geri getirecekler?”
Ahmet Öztekin: “Bir müfettiş gelmişti, sorular soruyordu. Matematik sorularının hepsinde ben el kaldırdım, hepsini de cevapladım. Dedi ki, hadi sosyalden bir soru sorayım. Kim kalkmak ister, kim cevaplayacak. Kimse elini kaldırmadı. Çünkü soruyu anlamıyor, nasıl cevap verecek. Kimse elini kaldırmayınca bana döndü, sen çalışkan bir öğrencisin, sen cevapla dedi ve ‘Türkiye’nin başkenti neresi?’ diye sordu. Düşünüyorum. Kürtçeye tercüme ettim, dedim ‘baş iyidir’, öğretmen de sürekli Atatürk’ten bahsediyor; ‘Mustafa Kemal Atatürk’ dedim. Anlamadığımız için bize geri zekâlı muamelesi yapılıyordu. Hoca anlatıyor, yabancı bir dilde. Biz tek kelimesini anlamıyoruz. Anlamadığımız için de bu öğrencilerden bir şey çıkmaz, bu öğrenciler anlamaz, aptaldır gibi muamelelere maruz kalıyorduk. Liseye geçtikten sonra, Türkçeyi anlamaya başladıktan sonra karneme zayıf gelmedi. Teşekkür, takdir belgeleri alıyordum. Çünkü artık o zaman bir problem yaşamıyordum. Aslında verilen derslerin hiç de zor olmadığını, sadece dilden kaynaklı problem yaşadığımızı anladım. Hayatımda en büyük yarayı dil yarası oluşturdu.”
Ayhan Kızıldoğan: “90’lı yıllarda bölgede yaşayan hiçbir çocuk ben iyi yaşadım, güzel yaşadım diyemez. Hele de bizim gibi sınır bir şehirde yaşayan bir çocuk hiç diyemez. Benim yaşıtlarımın çoğu okumadı. Sabah erken bir bakıyorsun baskın gelmiş, evini basıyorlar. Anneni itekliyorlar, babanı tartaklıyorlar. Çoğunda da ‘buraya akşam terörist gelmiş, burada silah var, buradan adam geçmiş, haber vermemişsiniz’ denirdi.”

Vehbi Yıldırım“93’e kadarki hayatımız güzeldi. Öğlene doğruydu, okula gidiyorduk. O dönem çatışma başladı ki üç gün devam edecekti. Tam meydana gelmemizle birlikte olay başladı. Aşağıda, sokağın başından bir panzer çıktı birkaç askerle birlikte. Bizi taramaya başladılar. Çitlerden atlaya atlaya bizim eve kadar ulaştık. Böyle üç günden fazla devam etti, her yerde mermiler uçuşuyordu. Ahırlarda yatarak geçiriyorduk o günü. Sonra bizi bir meydanda topladılar, artık toplu olarak öldürecekler miydi bilmiyorum. Mahşer yeri gibiydi orası. Yerde yaralı insanlar, kucağında çocuğu ölmüş anneler. 14-15 yaşlarında bir kız çıktı ‘velev ki büyüklerin suçu var, çocukların ne suçu var?’ dedi. ‘Onların cezasını siz de çekeceksiniz’ dediler. O arkadaşın çıkışı çok önemlidir, benim haşatım için bir modeldir. ‘Elbet bir gün bu çocuklarımız büyüyecek ve bu hesabı size soracaklar’ dedi. Tabi hemen apar topar alındı, götürüldü oradan. Sonra duydum ki, günlerce işkencelerden geçti. Daha sonra çocuklar bırakılsın dediler. Çocuklar kendi evine dağıldı. Geldiğimde baktım iki asker var, asker elindeki tüple evi yakmaya çalışıyor. Çocuk aklımla gittim ayağına sarıldım, yapma, bizim evi yakma biz fakiriz dedim. Beni kapıya bağladı, küfür etti, ‘bu da evle yanıp gitsin yarın öbür gün başımıza bela olacak’ dedi. Diğer asker Kürt’tü, beni kurtardı, kaçtım. Evi yaktılar tabii. Ev yandığı sürece ben ağladım. Belki de son ağlayışımdı. Yanan sadece bir ev değildi, yanan benim çocukluğumdu, benim geçmişimdi ve yanan benim geleceğim olacaktı,”
Nafya Zeybek: Bölge ve özellikle Şırnak çocukları için kapkara bir dönem başladı. Sene 1992, Newroz, savaş, ölüm, kan. 6 yaşındasınız, birden içeri bir ateş açılıyor. Annemin kanlar içinde yere düştüğünü hatırlıyorum. Bizim evimiz tümenin tam karşısında. O açıdan bizim evimize doğru ateş açıldı. Annem ve ablam yaralandı. O dehşet anını hatırlıyorum. O korku anlatılamaz.”
İmren Demirbaş: “Güneydoğu’da siz doğduğunuzda bir çocuk olarak, hele 90’lı yıllardan sonra, asla siz çocuk değilsiniz. Sadece bebeklik döneminizde, 1’le 5 yaş arasında çocuksunuz. 6 yaşından sonra sen artık büyüksün.
Muhbet Encü (Roboski): Eskiden o kadar güzeldi ki bu köy, ama şimdi bu olay olduğundan beri her şey var; acı var, öfke var, kahır var. Artık bizim için hayat yok oldu.”
Gördüklerinizin, dinlediklerinizin etkisinden günlerce kurtulamıyorsunuz. İnsanların direncini, tüm olumsuzluklara karşın umutlarını yitirmeyişlerini hayranlıkla izliyorsunuz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder