25 Mart 2020 Çarşamba

PARÇALA BEHÇET


08 Ekim 2017

Gazeteci Erol Dernek Sokak’taki Atlas Apartmanı’nın bodrum katında, duvarlarında film afişlerinin, aksesuarların, Danyal Topatan’lı, Arap Celal’li fotoğrafların bulunduğu yazıhaneye girdiğimde sinemayla iç içe bulmuştum Behçet Nacar’ı. Avantür filmlerin hızlı kavgacısı, kendi firmasını kurduktan sonra, film çekme ve işletmeciliğin dışında teknik malzeme kiralamasıyla da uğraşıyordu. “Firmanın 100 kilovata kadar ışıkları, minibüsü, 3-4 tane 35’lik kamerası var. Şarjörmüş, silahmış, polis elbisesiymiş, kostümmüş yani film için gerekli olan aksesuarları kiraya veriyoruz.”
1934’te İstanbul, Sultanahmet’te doğmuş Behçet Nacar. 
“Sultanahmet Erkek Sanat Enstitüsünü dökümcü olarak bitirdim. İstanbul’un çeşitli fabrikalarında dökümcü olarak çalıştıktan sonra şoförlüğe atıldım. 1964 senesinde şoförlük yaparken, tesadüf sonucu figüran olarak sinemaya girdim. 10-15 filmde figüranlık yaptım. Sonra ufak ufak ilerleme kaydettim, kavgacı olarak. Bu arada kötü adam, yani jönün karşısında ikinci adam olarak oynamaya başladım. 1972’de de ilk başrol filmimi yaptım. Adı ‘Parçala Behçet’ti. Ondan sonra Behçet serileri devam etti.” 

İZ BIRAKAN FİLM

Parçala Behçet filmi dönemin hızlı avantür filmlerindendir. Filmin adı mahalle aralarında kavga eden çocukların, gençlerin sloganı olur uzunca bir süre. Film Anadolu’da da çok iyi iş yapar. 
“Tabii bir iz bıraktı o film. Ne yapardı bizim jönlerimiz, bir tek yumruk atardı; baltayı alıp karşısındaki adamın kafasına vurmazdı, usturayla suratını kesmezdi, feci şekilde dövmezdi. Bu filmde biz bunların hepsini yaptık. Çok sert bir jöndüm o filmlerde. Onun büyük etkisi oldu ve Parçala diye isim yaptı.”
Fakat nedense o film birçok insanın kafasında erotik film çağrışımı yaptı. Bu, isminden mi yoksa seks furyasıyla aynı döneme denk gelmesinden mi kaynaklanıyordu? 
“Avantür filmdi o, erotik filmle hiçbir alakası yok. Tabii o zaman bir kadının göğüslerinin  gözükmesi büyük bir hadise, o filmde misal, kadının göğsü gözüktüğü zaman millet ayağa kalktı. Bugün o film kupkuru bir film olur fakat avantür olarak çok hızlıydı. Ben erotik, seks filmlerinin hiçbirinde oynamadım. Benim yaptığım filmler bellidir. Benim bildiğim seks filmi, seks başlar seks biter. Yoksa bugün görüyoruz, bütün jön arkadaşlarımızın filmlerinde de sevişme sahneleri var. Benim yaptığım avantür filmlerin içinde de, normal olarak sevişme sahneleri var ama bu filmlerin hiçbiri erotik bir film değil. Hepsinin günahını bize mi yıktılar artık, bilemiyorum. Biz o dönemlerde bir Kadıhan çektik. Kene, Ölüm Savaşçısı, Hıdır gibi filmler çektik. Hıdır, Antalya Film Festivali’ne katıldı. Benim o gün çektiğim filmlerin hepsi televizyonlarda oynadı. Seks filmi olsa oynamaz.”
Bir oğlu ve iki torunu vardır Behçet Nacar’ın. Son yıllarında torunu için filmler yapıyordu, Afacan serisi.. Maliyetler çok yükselmiş, yeni film yapmak çok zorlaşmıştı. Yeşilçam’da artık yeni oyuncu yetişmiyor, dahası teknik eleman yetişmiyordu. 
“Esasında sinema filmleri durmaz. Televizyon desteklese, iyi para verse gösterim hakkı olarak, bu piyasa olduğu gibi çalışacak, bütün arkadaşlar da ekmek yiyecek. Yeni oyuncu yetişmiyor zaten, bir de stüdyodaki arkadaşlar, laboratuvarlar yok oluyor. Stüdyodaki, laboratuvarlardaki arkadaşların hepsi 50-60 yaşında. Senkroncu, montajcı, ses mühendisi yetişmiyor, stüdyolar kapanıyor. Bir Lale Stüdyosu kaldı, bir de Yaşam Film’in kurduğu stüdyo var, onlarda da yeni elemanlar yok. Yarın sinema tekrar iyi bir duruma geldiğinde, negatifi yıkatmak için eleman arayacağız.” 

AMERİKAN FİLMLERİ YEŞİLÇAM’I MAHVETTİ’

Peki Yeşilçam niye bu hale geldi? “Amerikan filmleri mahvetti Türkiye’yi. Bütün pazarı elden aldı. Pazar olmayınca yeni nesil Türk filmini görmezse, Türk filmine nasıl alışacak, alışamaz ki. Maliyetler de çok yüksek. Film çeken arkadaşlarımız yok değil. Şimdi onlara film gözüyle bakmıyor büyükler. 15 milyarlık film çekersen Türk filmi çekiliyor deniyor.”
Hızlı avantürlerin sert jönü, filmlerinde en çok  araba parçalayan oyuncuydu. Elinden geliyordur, eski arabaları alır, gösterişli bir araba şekline sokar. Dışı güzel, içi hurda.
“Canımızı ortaya koyarak bir şeyler yapmaya çalışıyorduk. Kobra diye bir film çektik. Yangın sahnelerinde, arabaların kenarlarına bali süreriz. Fünyeleri barutları gömdük. Bombalar patlayacak ben de aralarından geçeceğim. Bir tanesi o kadar yakınımda patladı ki, ben ateşin arasında kaldım, ellerim falan yandı. Bir keresinde de yere patlayıcıları gömdük. Ben geçtikten sonra patlayacaktı, erken patladı. Göğsümde alev topunu hissettim, tutuştum. Sahilde çekiyoruz, ben bir sağa bir sola koşuyorum. Panikten denize atlamak aklıma gelmiyor. Cüneyt’le bir kavga sahnesindeyiz, Malkoçoğlu’yu çekiyoruz, orada hastanelik oldum. Zindancıyı oynuyordum, arka üstü düştüm. Samanların arasında bir taş varmış, ona çarptım. Gözümü açtım hastanedeyim. 4-5 gün bir sarsıntı geçirdim.”
İlk başrolünden bu yana 40-50 filmi vardır Behçet Nacar’ın. Yıllardır Arap Celal’den, Kazım Kartal’a kadar birçok oyuncunun uğrak yeri olan Atlas Apartmanı’ndaki bürosunda arkadaşlarına, sinema öğrencilerine yardımcı olmaya çalışıyor. “Okuldan talebeler gelir bana. Onlara lamba, kamera malzeme veririm. Yardımcı olurum, onlar da yetişsin. Uğraşıyorlar, didiniyorlar, bir şeyler yapmaya çalışıyorlar. Seviniyorum.” 
Eskiden 12 matinesini hiç kaçırmazken, aşağı yukarı 10 senedir sinemaya gitmiyor. Her sabah 7’de gelir bürosuna, akşam 5 oldu mu kapatır, doğru eve gider. 
 “Ben hayatta ne pavyon bilirim, ne gazino bilirim. Gitmem öyle yerlere.” Yeşilçam’dan kopmak zordur. Çektiği filmlerde birçok eski oyuncuya, eski arkadaşlarına rol vermeye, onlara yardımcı olmaya çalışır. “Biz Yeşilçam sayesinde bu güne geldik, çok memnunum. Aksini söylersek nankörlük etmiş oluruz. İş varken iyi de olmayınca mı kötü?”

METİN DEMİRHAN


BİR FANTASTİK KAHRAMANDI METİN DEMİRHAN 17 Eylül 2017

Fantastik kahramanlarımdan biriydi Metin Demirhan. ’90’lı yılların sonunda ne zaman Beyoğlu’ya çıksam, yolum Atlas Pasajı’ndan geçse Metin’i Giovanni Scognamillo ile “Atılgan adlı dükkanının önünde sohbette görürdüm. 
Metin’le tanışıklığımızın başlangıcı daha eskiye uzansa da arkadaşlığa, dostluğa evrilmesi de o tarihlerde başlar. Öküz dergisinde “Artizler Kahvesi”ni yazdığım günlerdi. Metin “iyi bir iş” yaptığımı, her anlamda beni desteklediğini söylüyor, kendi çalışmalarından söz ediyordu. Yeşilçam’ın “Zagor”u,, “uçan Süpermen”i Levent Çakır’ın hâlâ özenle koruduğum bir fotoğrafını vermişti, Levent Çakır söyleşisinde yayımlamam için. Öncesinde de kitap, lobi, film ve fotoğraf alışverişlerimiz olurdu. Fanzinleri ve bazı sinema dergilerini, kitapları Metin’den, Atılgan’dan alırdım.
Böylece sohbet edebilme fırsatımız olurdu. Daha çok fantastik edebiyat, çizgi roman  ve sinema meraklılarıyla dolu olurdu Atılgan. Müdavimleri de vardı sık sık sohbet ve alışveriş için uğrayan. O küçücük dükkana kocaman bir dünya sığdırıyordu Metin.
Metin hayata kenar süsü olan insanlardan değildi. Düşleri, yapmak istediği “büyük işleri” ve yaptıkları vardı. Biz büyümüştük ve kirlenmişti dünya fakat Metin içindeki çocuğu öldürmemişti. Çocuksu bir yürüyüşü vardı. 
Dünyayı Kurtaran Adam “furyası” başladığında dergilerde Dünyayı Kurtaran Adam ve Cüneyt Arkın özel sayıları yapılırken, afişleri, lobilere kapış kapış ve fahiş fiyatlarla satılırken filmin yönetmeni sevgili Çetin (İnanç) ağabey ile tanışmış ve bir söyleşi yapmıştım. Çetin ağabey, Cüneyt Arkın belgeseli çekiyordu o günlerde. Birlikte sete gitmiş, Cüneyt Arkın’la da bir söyleşi yapıp Öküz’de yayımlamıştım. Çetin Ağabey’le Atlas Pasajı’nın arka girişindeki çay ocağında buluşacağım gün Metin’e de uğramış, ayaküstü sohbet etmiş, Çetin Ağabey’le buluşacağımı söylemiştim. Tanışmak istediğini, dükkana uğrarsa mutlu olacağını söylemişti Metin. Mesajını Çetin Ağabey’e iletmiştim, Metin’le ilgili bilgi vererek. Sonrasındaki tanışma anlarını Çetin Ağabey de Metin de anlattı. Metin’in dükkanla ilgili bir nedenle polisle bir sorun yaşadığı ve dükkanda polislerin olduğu zamana denk geliyor Çetin Ağabey’in uğradığı an. Metin’i bu sıkıntılı andan Çetin Ağabey kurtarıyor. Böylece aralarında Metin’in ölümüne dek süren kalıcı ve güzel bir dostluk başlıyor.
“Dünyayı Kurtaran Adam 2” projesi bir devam filmi olarak bu dostluktan doğuyor. Sonrasında yapılan diğer film nedeniyle (Dünyayı Kurtaran Adamın Oğlu), Metin de Çetin Ağabey de haklı bir öfke ve üzüntü yaşamışlardı. Bu süreci yaptığımız söyleşi de Metin şu cümlelerle anlatmıştı:
“5-6 yıl öncesinde benim yakın arkadaşım Cem Koçak’la bu filmi izlediğimiz bir sırada ya neden bu projeyi geliştirmiyoruz dedik. Çetin İnanç’la da tanışmıştım o sıralar. Bunun için bir hikaye yazalım diye yola çıktık, başladık yazmaya. Bir yılda bir hikaye yazdık, Çetin İnanç’a söz ettik film yapalım diye. Aradan iki yıl geçti tam ciddi  bir girişimde bulunacağız, yapımcıyla görüşecektik ama 1999’da depremler tam bir kaos ortamı yarattı ve ardından gelen kriz bizim bu projeyi rafa kaldırmamıza neden oldu. Yani Dünyayı Kurtaran Adam 2 projesi Cem Koçak, ben ve Çetin İnanç’ın projesiydi. Bu en azından 20-30 makalede  ve söyleşilerde duyurulmuştu. Hatta internet aracılığıyla yurt dışında birçok dergide haberleri çıkmıştı. Lucas filmin, Star Wars’ın offical sitesinde dahi ‘Turkish Star Wars 2’ çekiliyor diye haber çıkmıştı. O dönem kriz içinde bulunuyor olmamız, Çetin İnanç’ın Amerika’ya seyahat etmek zorunda olması bizi biraz projeden uzaklaştırdı.
‘Dünyayı Kurtaran Adam’ın devamı ya da tekrar çevrimi Çetin İnançsız, Aytekin Akkayasız ve Cüneyt Arkınsız olmaz ve olacağına da inanmıyorum. Mehmet Ali Erbil’in dünyayı kurtaracağına da inanmıyorum. Kartal Tibet’in neden böyle bir projeye girdiğini de aklım almış değil. En azından bu projeyle benim ve arkadaşımın ilgilendiğini biliyorlardı. Bizden yardım isteyebilirlerdi. Belki daha iyi bir film ortaya çıkardı.” 
Çetin İnanç da devam filmi diye yansıyan filmle ilgili olarak düşüncelerini, şu cümlelerle anlatmıştı “Fantastik Türk Sineması Belgeseli” için yaptığımız söyleşide: “Bizim filmle ilgisi yok o filmin. Mehmet Ali Erbil, ‘box office’i olan bir adam. Reyting alıyor TV’de, gişe yapıyor sinemada. Cüneyt Arkın’ı da almışlar. Oynar, aktör. Oynaması doğru mu yanlış mı onu da kendi bilir. Bana göre yanlış. ‘Dünyayı Kuratan Adam’ın Oğlu’nu da yapma. Türk sineması bu kadar mı aciz? 20 sene önce yapılmış absürt, dünyanın en kötü kült filmini sen al, devamını yap. Demek ki sen hiç bir şey bulamıyorsun. ‘Dünyayı Kurtaran Adam’ın Oğlu’nu yapacağına ‘Uzaydaki Kahraman’ diye bir film yap.  Niye o ismi kullanıyorsun?” 
Metin Demirhan bir yandan kısa film projelerini hayata geçirmeye çalışıyor, “Baltam Gelecek Kellen Gidecek” adını verdiği filminin çekimlerini sürdürüyordu. “Kült bir korku filmi” yapmak istiyordu. Yeşilçam geleneğine bağlı “trash movie” (çöplük sineması) B sınıfı hatta kendi deyimiyle Z sınıfı, absürt film projeleri düşlüyordu. Filmler, fanzinler, dergiler, yeni kitaplar hazırlamak istiyor, internet siteleri, bloglar oluşturuyordu.  Hep çok heyecanlı ve çocuksuydu. Her zaman anlatacak yeni bir projesi, yeni düşleri vardı. 
Yaşımız ilerledikçe hep sağlıkla ilgili hastalık ve ölüm haberleri alır olmuştuk artık. Artık telefonları açmaya korkar olmuştum kötü haber alacağım endişesiyle. 
2007 yılının ekim ayında da yanılmıyorsam ilk Suat Bilgi aramıştı “kötü” haberi vermek için. Sonra da diğer telefonlar ve e-postalar gelmişti arka arkaya: “Metin beyin kanaması geçirdi, hastaneye kaldırıldı. Yoğun bakımda.” Sonbahar hüzünle, acıyla gelmişti. Ailesi, arkadaşları günlerce umutla beklemişti iyi haberi alabilmek için. Ne yazık ki beklenen iyi haber gelmedi. Metin Demirhan 1 Kasım 2007 sabahı ayrıldı aramızdan.

MİNE SOLEY


 YEŞİLÇAM’IN AÇIK SÖZLÜ GÜZEL OYUNCUSU 10 Eylül 2017

Yeşilçam’ın en açık sözlü, “mert”, güzel ve zarif kadınlarındandır Mine Soley. Fotoğraflarına en çok çocukluk yıllarımda cikletlerden çıkan “artist fotoğrafları”nda rastlardım. Magazin dergilerine ve gazetelere çok sık çıkmazdı. Yıllardır Yeşilçam’dan uzak kalmasına karşın belleklerden silinmemişti
Baskıcı aile ortamını bırakıp İstanbul’a geldikten sonra Yeşilçam’la tanışır Mine Soley. Teyzesi Nezihe Güler filmlerde anne rollerinde, yan rollerde oynuyordur. Mine Soley de birkaç filme figüran olarak gider. Sinemadaki isim babası Yönetmen Çetin Karamanbey’dir. Asıl adı Emine’dir. “Biraz da ailemin mutaassıplığından dolayı o ismi ve soyadımı kullanmadım. Onu öyle temiz olarak rafa kaldırmıştım. E’sini attık Mine oldu. Çetin Karamanbey de Eşref Şefik de, enteresandır o zaman çok güzel değildim aslında, hatlarım daha oturmamıştı, ‘Benim güzel Fransız kızım’ derlerdi. Çetin bey ‘Güneş koyalım’ dedi, Fransızcasını koydu öylece Soley kaldı.” Akçaabat’ta doğmuş Mine Soley. Ortaokulu bitirdikten sonra İstanbul’a gelmiş. “Babam biraz tutucuydu. Kaçmak istedim o baskıdan.” Filmlerde figüran rollerine çıkmaya başladığı günlerde Adalar Güzellik Yarışması yapılıyordur. Finalistlerden bazıları gelmediği için Mine Soley’i de sokarlar yarışmaya. Bir adanın güzeli seçilir. “79 kiloydum, numaram da 79’du. 1964 yılıydı. Ahmet Tarık Tekçe falan vardı. Onunla aynı filmde oynamıştık. İnanın onunla Karabük’e gitseydik ben de ölecektim belki. Bir işim çıkmıştı ben gidememiştim”
Adalar Güzeli Mine Soley’in sinemadaki serüveni devam eder. Filmlere figüran olarak gitmeyi sürdürüyor, İstanbul’da ayakta kalma mücadelesi veriyordur. “Çocukluğumdan bu yana desteksiz yaşamayı, mücadele etmeyi seviyorum. Madem buraya gelmiştim teyzemin yanında da asalak kalmayı yakıştıramıyordum kendime.” 
‘KAYIPLARIMA HİÇ ÜZÜLMEDİM’
Yavaş yavaş sivrilmeye başlamıştır artık. Dikkat çeker, “Bu kızda istikbal var” dedirtir. Birçok arkadaş edinmiştir figüranlık döneminden. Örneğin, Seher Şeniz, Zuhal Tan, Orhan Boran’ın eşi Güler Hanım o dönemden arkadaşlarıdır. “Sonra Allah yürü ya kulum dedi. Öyle çok şanslı bir aktrist de değildim, bütün Türkiye’ye kendimi kabul ettirebilmek için. Ama insanlar beni çok beğenmişlerdi, yeni bir tiptim. İzzet Günay’la Fatoş’un Bebekleri’ydi büyük bir olasılıkla. O filmde ‘Döküntü Emine’ tiplemesini oynamıştım, sokakta insanlar beni ilk öyle fark ettiler. ‘A Döküntü Emine gidiyor’ diyorlardı. Sonra en belirgin rolüm Hüseyin Peyda ile oynadığımız Perişan filmindedir. Sonra inişiyle çıkışıyla ama hiç kimsenin desteği olmadan, kösteği olduğu halde acizane 40 milyon tanımış. Kendinizle çok mutlu oluyorsunuz. Aman aman filmler çevirmedim. Ben o kadar çok başrol oynayamadım. Belki de hırssız olmamdan. Hırs kavramım olmadı benim. Her şey doğal ve kendiliğinden oldu. Ne bir basın danışmanım oldu, ne menajerim oldu ne de bir sevgilim oldu bu piyasadan. Hiçbir ezikliğim yok, pırıl pırıl bir geçmişim var. Kayıplarım çok açık sözlülüğümden ve dürüstlüğümden oldu benim. Ama hiç üzülmedim o kayıplara. Çünkü ödün vererek bir şeyler kazanmak beni bu kadar mutlu edemezdi. Çok mutlu hissediyorum kendimi. Sonra sahne çalışmalarım oldu.” 
“Sahneye çıkınca ekonomik olarak da rahatlamıştım biraz. Daha iyi bir eve çıktım Cihangir Akyol Sokak’ta. Erkek kardeşim geldi yanıma, beraber oturmaya başladık. 
‘KAZADAN SONRA VEFASIZLIĞI GÖRDÜM’
Mine Soley çok ciddi bir trafik kazası geçirir ve ölümden döner. Konuşmamız boyunca onu en çok hüzünlendiren, o günleri yeniden hatırlamak oldu. Gözleri doluyor, sesi titriyordu anlatırken. “Ağır bir trafik kazasıydı. Üç travma geçirdim. Kafa, akciğer ve karın travması. Dört kaburgam kırıldı, akciğerim su topladı. Golü yemedim ama. Hayata bağlılık beni ayağa kaldırdı. Bana da bu yakışır. Yoksa golü yemiştim. Patronlarımdan bir tek Türker İnanoğlu geldi. ‘Ne istersin benden’ dedi. ‘Hiçbir şey istemiyorum, sadece nasıl kalkacağımı bana söylerseniz, burada ona hazırlanacağım’ dedim. ‘International’e yatıralım’ dedi. ‘Ben çok memnunum doktorlarımdan’ dedim. Yedikule Hastanesinde yatıyordum. Mine International’da yatıyor dedirtmemek için veya International’da yatıyor ben de gideyim diye birilerine şov yaşatmak istemediğimden kabul etmedim. Yedikule’ye kimse gelmedi. (Gülerek) Çünkü orası fakir hastanesiydi. Zamanım çoktu, çok düşündüm, her şeyin yalan olduğunu, sahte olduğunu... Eridim, çok zayıfladım. Gandhi’nin torunu gibiydim, sonradan toparladım. Sendromlarımı yenmek için kaza yerinden geçtim arabayla, 50 gün sonra hastaneden dönerken. Korktum, ürktüm, ağladım orada. Yürüyerek geçtim sonra. Vefasızlığı kazadan sonra da gördüm. ‘Bir de sinema oyuncusu Mine Soley var, nerede bu insan’ diye hiç bir yapımcı ‘Bu da senin rolün gel oyna’ demedi. Biraz orada buruldum ama her şey değişmişti, anlayışlar değişmişti. Ben sanatçıyım, 70 yaşıma da gelsem oynarım. Sanatçının yaşı yoktur, emekliliği de yoktur, daima bir şeyler yapabilir. Ama sefil olur, ama yalnız kalır... Bir şeyleri feda ederek bir şeyleri kendi dünyasında yaşar.”
Gönül zenginliği içinde, sevgi dolu yüreğiyle ve her zaman zararını gördüğü güzelliğiyle kendisiyle barışık, mütevazı ve açık sözlü bir Mine Soley tanıdım. Daha önce filmlerinden, fotoğraflarından ve dergi sayfalarından tanıdığım Mine Soley’den daha sahiciydi...

SUPHİ KANER


YAŞAMI BOYKOT EDEN ‘YEŞİLÇAMZEDE’  03 Eylül 2017

Telgraf hat bakıcısı Ömer Efendi ve Nâzime Hanım’ın tek çocuğu olan Suphi Kaner, 19  Ocak 1933 yılında Cerrahpaşa’da dünyaya gelir. Alt katında marangozhane olan yoksul, ahşap, kira evinde... Babası genç yaşta ölür ve yaşlı, hasta annesi evlere çamaşıra gider. Suphi Kaner de çok küçük yaşlarda çalışmaya başlar. “İlk olarak Hayat Karamelaları” satar, okul tatillerinde de ayakkabı tamirciliği yapar. Elektrikçilik, marangozluk gibi işlerden sonra Şehzadebaşı’ndaki Ferah ve Turan sinemalarında fıstık, gazoz satar. O yıllarda oyunculuğa gönül vermiştir. Yazarlığı da vardır Suphi Kaner’in. Hikâye ve şiir yazar. Yazdığı hikâyeleri yayınlatmak üzere götürdüğü gazetenin yazı işleri müdürü, “Bununla para kazanamazsın. Gel en iyisi gazete sat” der ve Suphi Kaner o işi de yapar. Sonra yine bir sinemada yer göstericiliği yapmaya başlar.
1946 yılında Eyüp Halkevi’nde sahneye çıkar, “Süt Kardeşler” ve “Mozambik” revülerinde oynar. Ardından da Yeşilçam’a gelir. Film yazıhanelerinde çalışmaya başlar. Yeşilçam’ın ‘hamallığını’ yapmaya başlamıştır. Fikret Hakan ve Öztürk Serengil en yakın dostlarıdır. Ya kahvelerde ya da Fikret Hakan’ın annesinin evinde yatmaya başlarlar. Her gün beş parasız oyuncu kahvelerinde iş bekliyorlardır ve o iş bir türlü gelmiyordur. Fikret Hakan’la birlikte “Sahne 8” adlı bir tiyatro grubu kurup, turnelere çıkarlar. Zamanla Fikret Hakan da Öztürk Serengil de Suphi Kaner de, yaşadıkları çileli ve yoksul günlerden sonra, Yeşilçam’da ‘dikiş tutturur’lar. Suphi Kaner başrollerde oynamaya başlar. Halktan, sevimli tiplemeleriyle sevilen bir komedyen olarak ünlenir. Artık günlerce film teklifleri beklemiyor, setten sete koşuyordur.

Suphi Kaner 1959’da evlenir, Aşkın ve Taşkın adında ikizleri olur. Artık sadece eşi ve ikizleri vardır hayatında. Onlar için yaşıyor, onlar için daha çok çalışıyordur. Fakat Yeşilçam acımasızdır. Zamanla diğer yüzünü göstermeye başlar. Yaşadığı yoksul ve çileli geçmişin yarattığı tahribat yakasını bırakmamış, taşıdığı izler, yaşadığı hayal kırıklıkları sürekli yalnızlığa ve bunalıma itmiştir Suphi Kaner’i. O da birçok meslektaşı sanatçı gibi, örnekse Yıldırım Önal, Cahide Sonku, Tugay Toksöz gibi dostluğu içkide aramıştır en paralı, en yoksul günlerinde de. Yeşilçam’ın sevimli güldürü ustası bunalıma girdiği günlerde iki kez intiharı denemiştir. Alkolle sorunu olduğu için setlerde de ‘sorunlar’ yaşıyor, film şirketleriyle arasında anlaşmazlıklar çıkıyordur.
Suphi Kaner’le, -ne acıdır ki yıllar sonra o da yaşadığı ekonomik kriz, borçlar ve çeşitli sorunlar nedeniyle intihar edecek olan- Nevzat Pesen’in sahibi olduğu Pesen Film arasında bir sorun yaşanır. Suphi Kaner, anlaşması olduğu halde filmi yarım bırakır ve çekimlere gitmez. Bunun üzerine Nevzat Pesen, işi aksattığı ve şirketi zarara uğrattığı için Suphi Kaner’i, Prodüktörler Cemiyeti’ne şikâyet eder. Prodüktörler Cemiyeti de 1963’ün haziran ayında bir bildiri yayınlayarak tüm film şirketlerine gönderir ve “...Oynamayı kabul ettiği rolü filmin yarısında bırakarak film şirketini maddi, manevi zarara soktuğu için” anlaşmazlık çözülene kadar Suphi Kaner’e “iş verilmemesini rica eder.” Bu “ihtar” niteliğindeki bildiri, apaçık bir boykottur. Bu boykottan sonra sinemamızın önemli ve yetenekli aktörü Suphi Kaner en verimli günlerinde, işsiz kalmıştır.
Suphi Kaner de boykot kararına tepkilidir ve yapımcıları, film şirketlerini suçluyordur. Ölümünden birkaç gün önce ziyaret ettiği Ses dergisinde yaptığı söyleşide şunları söyler: “Yeşilçam’a geldiğim gün on beş liram vardı, işte şimdi on liram var. Ama ben o film prodüktörleri için hayatımı, kanımı, canımı verdim. Onlar benim iş hürriyetimi tahdit etmek cesaretini nereden buluyor? Bu insan haklarına aykırıdır, insan haklarını çiğnemektir. Fakat onlara göre ben ‘insan’ değilim ki. Prodüktörler Cemiyeti beni halktan ayırmak istiyor. Otuz milyon seyircinin tebessümlerini çalmaya kimsenin hakkı yok! Beni öldürmek istiyorlar, ama ben bile öldüremiyorum. İki defa intihar ettim, ölmedim.” Bu sözleri söylerken gözlerinden yaşlar boşanır Suphi Kaner’in. Sakinleşince sürdürür konuşmasını: “Türkiye’deki bütün kameraları sırtımda taşıdım. 18 yılda bu hale geldim. Hamalı aktör diye karşılarında görmek ağır geliyor. Aktör’ün cemiyeti, sendikası yok. İki çocuğuma dua etsinler, şimdi daha temkinli, daha efendice mücadele edeceğim. (...) İçkiyi aleyhime silah olarak kullanıyorlar. Bu olayların içki ile ilgisi yok. Beni ‘röntgenci’ rolüyle seyircilerimin karşısına çıkarmak istediler. Onu fark edince terk ettim. Beni seven seyircilerimin hanımlarına ben kötü gözle asla bakamam. Rol bile olsa bakamam.”
Suphi Kaner kendisine önerilen role içerlemiştir. Hep güldüren ve hüzünlendiren sempatik aktör, “kötü” adam rolünde seyircilerinin karşısına çıkmak istemez. Fakat Yeşilçam ve insanlar acımasızdır. Duyarlı ve içine kapanık aktör dişiyle, tırnağıyla mücadele ederek, yoksulluklarla, çilelerle boğuşarak geldiği yerde onurlu mücadelesini sürdürmek istemiştir yalnızca. O da birçok ‘benzeri’ gibi yalnızdır, kırgın ve küskündür.
Türk sinemasının güldürü ustası, sempatik aktörü Suphi Kaner, 1963 yılının ağustos ayında, henüz 30 yaşındayken arkadaşı Afif Yesari’nin evinde, üç tüp “Nembutal” adlı haplardan içip intihar ederek yaşamına son verir.

KUZEY VARGIN: YEŞİLÇAM’IN ASİ JÖNÜ


 20 Ağustos 2017

50’li, 60’lı yıllar Yeşilçam’da  starın en fazla yetiştiği yıllardı. Kuzey Vargın da bu yıllarda tanışır sinemayla. 1957’de Bakırköy’de Fuat Rutkay’ın Halk Film Stüdyosunda laborant olarak çalışıyordur. ’60’ların hemen başında Hasan Kazankaya’nın çektiği filmlerde rol alır. İlk filmlerinde Yılmaz Güney’le birlikte oynar. Sinemada adının duyulması Yasak Sokaklar filmiyle olur. 
“O zamanlar Ayhan Işık, Göksel Arsoy, Ediz Hun, İzzet Günay, Fikret Hakan, Cüneyt Arkın, Yusuf Sezgin var. Böyle bir ortamda sinemaya girdim. Buradan bize ekmek çıkar mı diye düşünüyordum. Fakat yanlış düşünüyormuşum. Ben aktörlerden korkarken, aslında yapımcı ve yönetmenlerden korkmam gerektiğini çok sonra öğrendim. O zamanlar çok az paralar alı-yorduk. Genellikle peşin para yoktu, 3 aylık, 6 aylık senetler veriyorlardı. Ferdinand Manukyan vardı, Matild Manukyan’ın abisi. Galatasaray’da tefecilik yapıyordu. Filmcilerin çoğu o adamla anlaşmış, senetlerin tarihini ne kadar uzun tutarlarsa, biz doğru o adama gidiyoruz. Yarıdan aşağıya kırıyordu senetleri. Çok az paralara oynamış oluyorduk. Böyle böyle 1969 yılına geldik.”
Kuzey Vargın sinemanın asi, deli dolu oyuncularındandı. Kendince haksız gördüğü şeylere tahammülü yoktu. Yeşilçam’ın James Dean’iydi o. Saç biçimi, yüz hatları ve asi tiplemesiyle James Dean’e benziyordu. Kollarında askerlikten ve cezaevlerinden hatıra olduğunu söylediği dövmeler vardı. 
“Şimdi saç kalmadı. O kadar gür ve güzel saçlarım vardı ki, berberler ‘Kuzey Vargın saçı yapılır’ diye yazılar asardı.”
Oynadığı rollerdeki gibi özel yaşamı da hızlı, hareketli ve olaylıydı. ’69 yılının sonlarında yaşadığı tatsız bir olaydan dolayı cezaevine girer ve 35 yıla mahkum olur. 3 yıl tutuklu kalır. Bir kavga esnasında Salih Güney’i ve iki arkadaşını bıçaklamıştır. 
“Salih Güney’le bu olay geldi başımıza. Barda oturuyorduk. Burhan diye bir arkadaş vardı, gazeteci. O zamanlar Kartal Tibet falan geliyor, pazarları maç yapıyoruz, sonra da Neşe meyhanesine gidip içiyoruz.  Salih Güney de kaleci. Bir maçta Burhan’ın köpeği ipini kopardı, tesadüfen topa çarptı ve gol oldu. Barda Salih hava atıyor ‘İyi oynarım’ diye. Burhan da ‘Ulan benim köpeğim bile gol attı sana’ dedi. Bunun üzerine Salih ‘Çık ulan dışarıya’ dedi. Çıkarım çıkmazsın derken ben de ‘Bırakın bu işleri ayıptır’ dedim, döndüm arkamı. Bitti benim olayım. Bunlar çıktı dışarı.  Pat bir el, Ahmet Mekin. ‘Kuzey hadi kardeşim ayır şunları’ dedi. Herkes duyuyor. Ben de ayırmaya gittim. Dışarı çıktığımda Burhan kan içindeydi. Ötekinin yanında iki arkadaşı daha var, üçü bir olup Burhan’a yükleniyorlar. Araya girdim, kıyamıyorum buna vurmaya. Bana bir kafa attı. Ne olduysa o anda oldu. Üçünü de bıçakladım. Anlık bir olaydı, taammüde soktular. Sonra konuşanlar, olayı görenler niye gelmedi şahitlik yapmaya. Daha dinlenmemiş şahitler olmasına rağmen 35 yılı yüzüme okudular. 74 affıyla çıktım. Çıktıktan sonra kimse aramadı, sormadı, Türker İnanoğlu ve Ümit Utku hariç. Onların hakkını ödeyemem.”
On-on iki filmde başrol oynadıktan sonra ikinci adamlığa geçer, “kötü adam” oynamaya başlar. Bu geçişten memnundur. 
“Ayhan Işık çok sevdiğim bir büyüğümdü, Ediz Hun da sevdiğim, güvendiğim arkadaşımdı. Onlardan fikir alırdım. ‘Aman Kuzey’ciğim para politikanı gevşek tut’ derlerdi. Filmcinin seni seçmesi için parayı önemsemeyeceksin, ben de önemserdim. Paramı vermedikleri zaman işe gitmezdim. Bunu tabii camiada böyle anlatmıyorlardı. Ben biraz özel hayatıma da dikkat etmezdim. Adımız çıktı. Birinci adamlık zor. İkinci adam olduğun zaman seninle uğraşan azalıyor. Kötü adam oynamaya başlayınca işle-rim çoğaldı. Bir de beni en çok baltalayan olay, Memduh Ün’le yaptığımız bir filmdi. Fatma Girik’le başrol oynuyoruz. Zeki Ökten asistan, Ayla Algan da asistanlığa heveslenmiş. Balıkçı Güzeli filmin adı. Senaryoyu okumuştum. Ben fakir gencim, Müjdat Gezen de zengin çocuğu oynuyor. Ben kızı kaçırıyorum, mutlu son falan. Çekim sırasında Ayla Algan, Memduh Ün’ün aklını çeliyor Fatma’nın kaybı oluyor diye, onun lehine değiştiriyor senaryoyu. Ben de bunu duydum. Topladım valizimi, setin ortasından geçip gidiyorum. Memduh Ün ‘Nereye gidiyor bu tokmak’ dedi. Ben de küfrettim, çıktım gittim. Otomatikman 
benim iş hayatım söndü. Memduh, hem yapımcı hem yönetmen, tabii ki herkes onu dinleyecek. Sonra çağırdılar, gittim filmi tamamladım ama başrol olayı bitti.”
1940 yılında Kadıköy’de doğar Kuzey Vargın. Babası subay olduğu için Ankara, Elazığ, Van derken epeyce yer dolaşır. Aklında hep Avustralya’ya gitmek vardır. 1973 yılının sonlarında  Bahçelievler’deki Ömür tesislerinin sahibi olan arkadaşı Tolga Yüzaltı, ‘Sana ihtiyacım var, gel benim müdürlüğümü yap’ der. 
“Ömür’ün müdürlüğünü yapmaya başladım. Düğün salonu, restoran falan derken mutlu bir hayatın içine girdim, para kazanmaya başladım.” Ömür tesislerinde müdürlüğü uzun sürmez. Sonra Bertan isimli bir arkadaşı “Gel senin vizeni alalım, Amerika’ya git” der. 15 gün içinde vize alınır ve 74 yılının başlarında  Amerika’ya gider. Çok çalışır, para biriktirir. ’84 yılına kadar kalır orada. Türkiye’yi de çok özlemiştir. Özlem gidermek için gelir. 
“Gezmeye gelmiştim. Dönmeden bir süre önce bir arkadaş grubuyla toplanmıştık. Orada bir hanımla tanıştım. 12 sene oldu hâlâ gideceğim. Evlendik, 8 yaşında çok güzel bir kızım var. Eşimi de kızımı da çok seviyorum. Bu dördüncü evliliğim. Ayrıca bir oğlum iki torunum var Amerika’da.”

ORHAN KEMAL VE SİNEMA


  13 Ağustos 2017

 

 “Çukurova’da bahar harikadır. Gök masmavi, kırmızı topraklar yemyeşildir. Çukurova’nın toprağına dört kilo çiğit at 80 kilo pamuk versin. Çukurova insanına peygamberler, kitaplar dolusu sabır, tevekkül ve kanaat getirmiştir. Allah hakkı! Ölseler bile ne! Öte dünya vardır. Kuş gibi uçup gideceklerdir cenneti âlâya. Cenneti âlâda yağdan, baldan dağlar; sütten ırmaklar…”
Bu cümlelerle başlar Çukurova gerçeğinin anlatıldığı Bereketli Topraklar Üzerinde filmi. Seyhan ve Ceyhan’ın kucakladığı Adana, hayatın her alanında olduğu gibi sanat alanına da, sinemaya da cömert davranmış, bereketini esirgememiştir.
Dadaloğlu’nun, Karacaoğlan’ın, Kul Halil’in ve edebiyatçısıyla, müzisyeniyle daha nice sanatçının yetiştiği topraklarda, sinemanın kaderini değiştirecek, ona güzellikler katacak güçlü sanatçılar da yetişmiştir.
Yeşilçam’a emek vermiş birçok sinemacı gibi, Adanalı sanatçıların da katkısıyla sinema hem daha geniş kitlelerce sevilmiş,  hem dünya çapında tanınır hale gelmiştir.
Bereketli toprakların sinemaya gönül vermiş öncüleri arasındadır Orhan Kemal.
Edebiyat dünyamızın da önemli isimleri olan Orhan Kemal ve Yaşar Kemal yazdığı senaryolarla ve yazdıkları öykülerden, romanlardan uyarlanan filmlerle sinemaya önemli katkıda bulunmuş sanatçılardandır.
Yedinci sanat sinema, kendi dilini oluştururken bütün sanatlardan yararlanır. En çok da edebiyattan yararlanmıştır. Türkiye sinemasında da edebiyat uyarlaması filmlerin sayısı oldukça fazladır, fakat edebiyatçıların sinemayla ilişkisi aynı oranda güçlü değildir. Bunun nedeni edebiyatçıların, sanatçıların, aydınların Yeşilçam sinemasına mesafeli durmaları, küçümsemeleriydi. Oyuncu, yönetmen ve teknik kadrolar açısından oldukça şanslı olan Yeşilçam’ın en önemli sorunu, eksikliği senaryoydu denebilir.
Bülent Oran, Safa Önal, Erdoğan Tünaş gibi rekortmen senaristin, az sayıdaki farklı ismin sipariş üzerine yazdıkları senaryolar bir süre sonra birbirinin tekrarı seri üretimlere dönüşmüştür. Sinemaya destek olan, senaryolar yazan edebiyatçılarımız da vardı. Bir elin parmakları sayısındaki bu edebiyatçılar arasında Vedat Türkali, Orhan Kemal, Kemal Tahir ve Yaşar Kemal’in ayrı/önemli bir yeri vardır.
Orhan Kemal’in sinemaya aktarılmış eserleri arasında Üç Tekerlekli Bisiklet, 72. Koğuş, Murtaza, Avare Mustafa, Devlet Kuşu, Kaçak, Bereketli Topraklar Üzerinde, Tersine Dünya’yı sayabiliriz.
Yazar bazı filmlerin senaryolarının yanı sıra Üç Arkadaş adlı filmin bazı diyaloglarını da yazmış, Senaryo Tekniği adında bir de inceleme kitabı yayınlamıştır. Bazı eserleri de televizyon filmi ya da dizi olarak çekilen Orhan Kemal’in, ekmek parası kazanabilmek için Yeşilçam’a imzasız ya da başka isimlerle çok sayıda senaryo yazdığı söylenir. Halit Refiğ’in Gurbet Kuşları filminin diyaloglarını da Orhan Kemal yazmıştır.
Orhan Kemal, İstanbul’a geldikten hemen sonra 1950’li yıllarda senaryo yazmaya başlamıştır. Anılarında senaryo yazmaya başladığı dönemi, şöyle anlatmıştır. “Bir gün arkadaş (Macit Doğudan) bana ‘Neden senaryo yazmıyorsun?’ dedi. Senaryonun çevrilecek filmlerin hikâyesi olduğunu biliyordum. Ama o güne kadar ne uğraşmıştım, ne de senaryonun nasıl yazıldığı üzerinde bir fikrim vardı. Yazılmış bir senaryo bile görmemiştim”
Orhan Kemal, bütün anlatılanları dinledikten sonra somut bir örnekle senaryonun nasıl bir şey olduğunu pekiştirmek istemiş, “Yanında senaryo için hazırladığın film hikayeleri var mı” diye sormuştur. Bunun üzerine arkadaşı, Orhan Kemal’e okuması için birkaç örnek senaryo vermiştir. Böylece Orhan Kemal’in senaryo yazarlığı başlamıştır.
Orhan Kemal, 1950’lerden başlayarak yazmış olduğu senaryolardan kazandığı birikimi bir kitaba aktarmak istemiş ve 1963 yılında ‘Senaryo Tekniği ve Senaryoculuğumuzla İlgili Notlar” kitabını yazmıştır.

ORHAN KEMAL’İN YAZDIĞI SENARYOLAR

Orhan Kemal’in yazdığı ya da yazımına katkıda bulunduğu senaryoları, eserlerinden uyarlanan filmleri belirlemek zor. Çünkü Orhan Kemal, ekmek parası kazanabilmek için onlarca imzasız senaryo yazmıştır. Bilinen filmlerin başlıcalarını sıralamaya çalışalım:
1- Altı Ölü Var / İpsala Cinayeti (1953) Yönetmen: Lütfi Ö. Akad / Senaryo: Ferdi Öner , Orhan Hançerlioğlu , Orhan Kemal , Lütfi Ö. Akad
2- Sevdaya Koşanlar (1959) Yönetmen: İhsan Tomaç / Senaryo: Orhan Kemal
3- Acı Zeytin (1961) Yönetmen: Nişan Hançer / Senaryo: Orhan Kemal
4- Aşka Kinim Var (1962) Yönetmen: Semih Evin / Senaryo: Orhan Kemal, Temel Karamahmut
5- Mağrur Kadın (1962) Yönetmen: Burhan Bolan / Senaryo: Burhan Bolan, Orhan Kemal
6- Gurbet Kuşları (1964) Yönetmen: Halit Refiğ / Senaryo: Orhan Kemal, Halit Refiğ,
7- Bu Şehrin Belalısı (1966) Yönetmen: Ertem Göreç / Senaryo: Bülent Oran, Orhan Kemal
8- Yaprak Dökümü (1967) Yönetmen: Memduh Ün / Senaryo: Orhan Kemal, Halit Refiğ, Memduh Ün
Orhan Kemal’in eserlerinden sinemaya uyarlanmış filmlerin bazıları: Meyhanecinin Kızı / Mapushane Çeşmesi (1958), Suçlu (1960), Avare Mustafa (1961), Üç Tekerlekli Bisiklet (1962), Murtaza (1965), Bu Şehrin Belalısı (1966), El Kızı (1966) Vukuat Var (1972), Sokaklardan Bir Kız (1974) Bereketli Topraklar Üzerinde (1979), Devlet Kuşu (1980), Kaçak (1982), Bekçi (1986), 72. Koğuş (1987), Eskici vi Oğulları (1990), Tersine Dünya (1993), 

MÜNİR ÖZKUL


MAHMUT HOCA, YAŞAR USTA YA DA MÜNİR ÖZKUL 06 Ağustos 2017

 “Ben tüccar değilim, eğitimciyim.” Hababam Sınıfı öğrencilerinin korkulu rüyası, otoriter fakat sevecen Mahmut Hocası, okul müdürüne gözleri dolu dolu bunları söyledikten sonra fenalaşır, yığılır kalır. İşte o sahne izleyicinin yüreğine bıçak gibi saplanır. Film boyunca gülen insanlar ağlıyordur artık. Yine başka bir film sahnesi; Adile Naşit hasta, yatağında yatıyor, Münir Özkul hemen yanındaki masada rakısını yudumlarken bir yandan da ağlıyor ve iç paralayan repliğini söylüyor. Eminim izleyiciler de onunla birlikte ağlıyorlar bu iç paralayan sahnede. Onlarca film, onlarca tiyatro oyunu; neredeyse yaşamı boyunca sahnedeydi Münir Özkul. “Bazı şeylere sanatla ulaşmamız gerekir, diğerleri yazgı ya da şansla elde edilir” (Agathon). Ne hayatını ne de oynadığı oyunları, filmleri, bu kısa yazıya sığdırmak olanaklıdır. Yaşamı da oynadığı roller gibi gelgitlerle dolu geçer.
1925 yılının 15 Ağustosu’nda Bakırköy’de doğar Münir Özkul. O doğuştan sanatçıdır. Daha ortaokul yıllarında yaptığı taklitlerle arkadaşlarını güldürür. Sahneye ilk kez 29 Ekim 1939’da Bakırköy Halkevinde çıkar. Çekingen, sıkılgan bir yapıya sahiptir.
“Yaptığı taklitlerin en gözdesi olan Arkaş Palabıyıkyan taklidini, Ferdi Tayfur’un ağzından, Grucho Marx’ın yürüyüşüyle canlandırarak, ilk alkışını” alır. Lise yılları zorlu geçer. O, okuldan kaçıp kaçıp sinemalara, kütüphanelere gider. O yıllarda en çok karikatürist olmak istiyordur ve Cemal Nadir’i çok seviyordur. 1940 yılında, Reşit Baran’ın Eugene Labiche’den adapte ettiği Mahcuplar oyunuyla tiyatro serüveni başlar. Bu aynı zamanda Bakırköy Halkevinde, Rauf Adın’ın yönettiği Temsil Kolu faaliyetlerinin de ilkidir. 
1943’te Sadık Şendil’in Bakırköy’e dönüşüyle başlayan ikinci dönem çalışmalarında da birçok oyundaki rolüyle başarılı olur. Temsil kolunun dağılmasıyla 1948 yılında, Ses Tiyatrosunda profesyonel oyunculuk dönemi başlar ve ilk oyununda bir Ermeni rolü oynar. Provalarda pek başarılı olamayan Özkul, sahnede herkesi şaşırtır, dakikalarca alkışlanır ve kesilmeyen alkışlar nedeniyle oyun devam edemez, aynı sahne iki-üç kez tekrarlanır. 
Sinemayla ilk kez 1949’da tanışır. Vatan ve Namık Kemal filminde “soldan sekizinci asker” rolüyle figüran olarak başladığı sinemada, 1950’de Üçüncü Selim’in Gözdesi filmiyle figüranlıktan oyunculuğa terfi eder. İki yüzün üstünde filmde oynar.
Ses Tiyatrosunda iki yıl çalışır. Genel havadan hoşnutsuzdur. Hemen karşı kaldırımda Küçük Sahneyi açan Muhsin Ertuğrul’la çalışmaya başlar. 13 Nisan 1951’de Muhsin Ertuğrul’un sahneye koyduğu, John Steinbeck’in Fareler ve İnsanlar oyununda Carlson rolündedir. 1952 yılında Vasfi Rıza Zobu ile karşılıklı oynadığı Edi ile Büdü filmiyle sinemadaki ilk başrolünü oynar. 
Arena Tiyatrosunda birçok oyunda rol alır. Sonraki yıllarda da defalarca oynayacağı Kanlı Nigar oyunundaki İbiş rolüyle özdeşleşir. Sinemada da birçok ödül almıştır. Kanlı Nigar’ı izlemeye gelen İsmail Dümbüllü, oyun öncesinde “Münir fesini giymesin, ona kavuğumu vereceğim” diye haber gönderir. 19 Nisan 1968 gecesi Arena Tiyatrosunda eskilerin ‘icazet’ dedikleri bir törenle, İsmail Dümbüllü, Münir’e el vermiştir.
Arzu Film yapımlarının, Ertem Eğilmez filmlerinin vazgeçilmez oyuncusudur. Hababam Sınıfı filmlerinin Mahmut Hocası rolüyle yıllarca belleklerden silinmeyecek bir karakter oluşturur. Adile Naşit’le oluşturdukları ikili çok sevilir. 1978’de İzmir Fuarında Adile Naşit’le birlikte şov yaparlar. ’80’li yıllarda birçok filmde birlikte oynarlar. Ferhan Şensoy uzun süredir Münir Özkul’la çalışmak istiyordur. Sonunda ikna eder ve Erol Günaydın’la birlikte Özkul’u Köşe Dönücü filminde oynatır. 1987-88 tiyatro mevsiminde Erol Günaydın’la birlikte Ortaoyuncular’la tiyatroya dönüş yapar. 32 yıl sonra onu Münir Özkul yapan Küçük Sahneye yeniden oyuncu olarak gelir ve Ferhan Şensoy’un yazıp yönettiği İstanbul’u Satıyorum’da Mimar Sinan rolüyle, yeni bir kuşak onu, ayakta alkışlar. 
Sinemamızın en efsane repliğini yine Münir Özkul, Yaşar Usta suretinde aktarır beyaz perdeye: “Bak beyim, sana iki çift lafım var. Koskoca adamsın. Paran var, pulun var, her şeyin var, binlerce kişi çalışıyor emrinde. Yakışır mı sana ekmekle oynamak? Yakışır mı bunca günahsızı, çoluğu çocuğu, karda kışta sokağa atmak, aç bırakmak? Ama nasıl yakışmasın! Sen değil misin öz kızına bile acımayan, bir damlacık saadeti çok gören. Anlamıyor musun beyim, bu çocuklar birbirini seviyor. Ama ben boşuna konuşuyorum. Sevgiyi tanımayan adama, sevgiyi öğretmeye çalışıyorum. Hıh, sen, büyük patron, milyarder, fabrikalar sahibi Saim bey! Sen mi büyüksün? Hayır, ben büyüğüm! Ben, Yaşar Usta! Sen benim yanımda bir hiçsin, anlıyor musun, bir hiç! Gözümde pul kadar bile değerin yok. Ama şunu iyi bil, ne oğluma ne de gelinime hiçbir şey yapamayacaksın. Yıkamayacaksın, dağıtamayacaksın, mağlup edemeyeceksin bizi. Çünkü biz birbirimize parayla pulla değil, sevgiyle bağlıyız. Bizler birbirimizi seviyoruz. Biz bir aileyiz. Biz güzel bir aileyiz. Bunu yıkmaya senin gücün yeter mi sanıyorsun? Dokunma artık aileme! Dokunma çocuklarıma! Dokunma oğluma! Dokunma gelinime! Eğer onların kılına zarar gelirse, ben, ömründe bir karıncayı bile incitmemiş olan ben, Yaşar Usta, hiç düşünmeden çeker vururum seni! Anlıyor musun, vururum ve dönüp arkama bakmam bile!” 
Türk tiyatro ve sinemasının unutulmaz, dev oyuncusu Münir Özkul, oynadığı rollerle bugün yaşayan bütün kuşakları derinden etkilemiştir. Herkes onda biraz kendini bulmuştur. Her rolünde kendinden bir şeyler vardır. İşte bu yüzden ölümsüzdür ve çok seviliyordur.
“Sanata ve biz sevenlerine, sinema-tiyatro izleyicilerine bir ömür harcayan Münir Özkul için, perde henüz kapanmamıştır ve dileriz daha yıllarca kapanmasın.”

ÇOLPAN İLHAN


TİYATRODAN SİNEMAYA  30 Temmuz 2017 

Turist Ömer filminin finalinde Rüknettin (Vahi Öz), Bedia’sına kavuşur. Turist Ömer de Avrupa’da ameliyat olup gözleri açılan Mine’sini (Çolpan İlhan) bekliyordur. “Artık o da bize vurgun iyi mi. Turist Ömer diyormuş başka bir şey demiyormuş.” Mine koşarak gelir, Turist Ömer’i (Sadri Alışık) geçip arkada “hususi” arabası ve şık giysileriyle “Mine hanımı göreceğim” diye bekleyen beyefendiye sarılır, Turist Ömer diye. Yüzünü kameraya döndüğünde Sadri Alışık olduğunu gördüğümüz şık giyimli beyefendi, “Bu kız turist, murist diye bir şeyler söylüyor, anlamıyorum. Kimdir bu Turist Ömer, tanımıyorum, bilmiyorum ama böyle güzel bir kız için Turist Ömer bile olunur ha, ne dersiniz?” diyordu. O “güzel kız”la, Çolpan İlhan’la bir ömür boyu birlikte olmuştu, Türk sinemasının unutulmaz aktörü Sadri Alışık. Küçük Sahne’nin turne grubunda başlayan ilk karşılaşma, ilk tanışma... 1958’de birlikte oynanan ilk tiyatro oyunu Soytarı... Birlikte oynanan ilk film Şeytan Mayası... Yine aynı yıl birlikte oynanan diğer filmler, Zümrüt, Yalnızlar Rıhtımı, Kalpaklılar... Yıllarca sürecek olan büyük bir sevgiye, dostluğa ve aşka dönüşmüş arkadaşlığın evlilikle noktalanması...
“Sadri’yle ilk tiyatroda karşılaştık, Küçük Sahne’nin turne grubunda. 1958’de beraber oynadığımız ilk oyun Soytarı’ydı, sonra da Yağmurcu. Filmlerde oynamaya başladık. Beraber ilk filmimiz Şeytan Mayası’ydı. Sonra Zümrüt’ü çektik, Fikret Hakan da oynuyordu. Ulvi Uraz, Kamuran Yüce vardı. Sonra Yalnızlar Rıhtımı’nı çektik aynı anda da Kalpaklılar’ı çektik. Bir Kuvayı Milliye filmiydi Kalpaklılar. 59 Ağustos’unda da evlendik. 63’te bir oğlumuz oldu, Kerem Alışık. Ondan sonra biz sinemayı sürdürdük birlikte. Türk sinemasının en muhteşem dönemiydi, o dönem. Senede 10-12 hatta 17-18 film yapanımız vardı. 70’li yıllara kadar sarktı o dönem. Uzun yıllar sinemada koşuşturduk, Sadri de ben de.”
Sadri Alışık gibi büyük bir oyuncuyla, “dünyalar sevimlisi” bir insanla birlikte olmak, yıllarca birlikte yaşamak nasıl anlatılabilirdi? “Sadri her anlamda ilginç bir adamdı. Tam bir sanatçı karakteri, yapısı taşıyordu. Müthiş ekstremlerde bir insandı. Hiçbir şeyin kararı yoktu onda. Ben onun o tarafını çok seviyordum. Zaman zaman çok uçuk, zaman zaman belli konularda çok istikrarlı. Çok zengin bir birikimi olan ve bunu çok iyi ifade edebilen, hem konuşurken hem yaşarken bunları çok iyi kullanabilen bir adamdı. Son derece espritüel, son derece karamsar yani hep uçlarda. Bir bakarsın güller açar Sadri’de, herkesi kahkahadan kırar geçirirdi. Hiçbir neden yokken karamsarlığa düşer, şiirler yazar, deniz resimleri çeker, bulut resimleri çeker. Her yaptığı tam bir sanat adamı manzarası gösterirdi. Çok güzel resim yapar, şiir yazardı. Oyunculuğu çok iyiydi, çok iyi yakalardı oynayacağı tipleri. Hayata sürekli oyunculuk adına birikim yapmak için bakardı. Çok enteresan bir adamdı Sadri, çok sıcak bir insandı. Hem bütün kurallara uyarak hem de bu kadar çılgın. 36 yıl bir evlilik sürdürdük. Çok yanıyorum, çok erken öldüğünü düşünüyorum. Yaşamasını seven bir adamdı. Bonkördü, çok cömertti. Yüreği bol bir adamdı. Böyle olunca da yaşamak istediği gibi yaşıyordu.”
Çocukluğu Anadolu’nun çeşitli yerlerinde geçer Çolpan İlhan’ın. Babası Kaymakam’dır o dönem, sonraki yıllarda İzmir Valiliği de yapar. Ortaokul ve Liseyi Kandilli Kız Lisesi’nde okur, yatılı olarak. Ailesi İzmir’dedir. Ağabeyi Attila İlhan, İstanbul’da kalıyordur o sıralar. Üniversite sınavlarına girmek için onun yanına gelir. Güzel Sanatlar Akademisi Resim Bölümü’ne girer. 
“Aynı zamanda Konservatuar’ın Tiyatro Bölümü sınavlarına da girmiştim. İkisini de kazandım. Gündüzleri Akademi’ye devam ettim, akşam saat 5’ten sonra da Konservatuar’ın Tiyatro Bölümü’ne devam ettim. 1956 - 57 sezonunda ilk kez Sevgili Gölge piyesiyle Küçük Sahne’de başladım tiyatroya. Ama bundan evvel önemli bir ayrıntı var, beni ilk duyuran Akademi’de, Akademi Tiyatrosu’nda oynadığım Modern Antigone oyunudur. Öğrenciler olarak Vedat Demircioğlu yönetiminde oynamıştık oyunu, sonra Vedat bey radyoda da yıllarca çalıştı, yönetmenlik yaptı. Şimdi bu dönemin Erol Keskin’i, Pekçan Koşar’ı aynı oyunda rol almışlardı. O çok büyük bir ilgi çekti. Hatta o oyunu oynadığım yıl Devlet Tiyatroları, Şehir Tiyatroları ve Küçük Sahne’den tiyatro teklifleri almıştım. O yıl değerlendiremedim teklifleri. Bir yıl sonra tekrar Küçük Sahne’den teklif gelince aynı anda hem Küçük Sahne’ye hem de ilk filmime başladım. Daha Akademi’yi bitirmemiştim. Şakir Sırmalı’nın çektiği Kamelyalı Kadın’dı ilk filmim. Sonra okul bitti hem tiyatro hem sinema birlikte yürümeye başladı. Küçük Sahne’den sonra Mücap Ofluoğlu’nun Oda Tiyatrosu’nda, Tersine Dönen Şemsiye oyununda oynadım. Sabahattin Kudret’in bir oyunuydu. Ondan sonra Kent Oyuncuları’na girdim, evlendiğim yıllara rastlar bu. Sonra da sadece sinemada yoğunlaştım.”

SEZER SEZİN


VURUN KAHPEYE, DAMGA, ŞOFÖR NEBAHAT VE... 

Sinemanın yarattığı ilk büyük yıldızdır Sezer Sezin. Çünkü tarihi doğru okumak ya da doğru yazmak gerekir. Bilgi eksikliğinden, var olan eksik ya da yanlış bilgilerin çoğaltılmasından, kişisel nedenlerle yok saymaya yönelik metinler üretmekten kaynaklanan yanılgılar zincirinin her yeni yayınlanan kitapta, metinde sürdüğünü görüyoruz. “İlk” ve önemli çalışmalar ürettiğini söyleyen araştırmacıların, akademisyenlerin, tarih yazıcıların, sinema üzerine fikir üretenlerin kendilerine ve “sahici” belgelere ulaşmaları zor değil. 
Yıldızlığın henüz bir sisteme dönüşmediği günlerin yıldızlarını yok saymak, öncesinde sadece Cahide Sonku’dan söz edip “yıldızlar geçidini” Ayhan Işık ve sonrasına bırakmak, dahası eğer yıldızlardan söz edilecekse başrol oyuncularıyla yıldızları ayırt etmemek bir yanılgı ve bilgi eksikliği olarak tanımlanabilir.
Sezer Sezin, Türk sinemasının ilk yıldız oyuncularından, öncü sinemacılarındandır. Muhsin Ertuğrul dönemi sineması “Tiyatrocular Dönemi”dir. Tiyatrocuların egemenliğinde olan sinemada oyuncular tiyatrocu, oyunlar tiyatrovaridir. Cahide Sonku bu dönemin yıldızlarındandır. Sinemacılar kuşağının ilk yıldızı, sinema dilindeki oyunuyla Sezer Sezin’dir. Birçok sinemacıda onun emeği vardır. Örneğin Ö. Lütfi Akad, Atıf Yılmaz, Memduh Ün, Semih Evin, Hüseyin Peyda gibi sinemacılarımızın ilk filmlerinde Sezer Sezin’in payı büyüktür. Âlim Şerif Onaran’ın hazırladığı Lütfi Ö. Akad kitabında (AFA yay.), Ö. Lütfi Akad hocamız şöyle der: “Sezer’in şöyle bir özelliği vardır: Az oyuncuda rastlanan bir özelliktir bu. En kötüsünden en iyisine kadar hangi rolü alırsa, yüklenirse, onun üzerinde elinden geldiğinin fazlasını yapan, her şeyi son derece ciddiye alan bir oyuncu idi. O bakımdan Sezer’e söylenecek, Sezer için söylenecek hiçbir şey yoktur. Yani o filmleri bugün seyretseniz ve Sezer’e baksanız; yönetmenden, görüntü yönetmeninden, diğer oyunculardan, her şeyden farklı bir kişiliği olduğunu fark edersiniz.”
‘SEZER’İN ÜSTÜN BİR OYUN VERİŞİ VARDIR’
Lütfi Akad’ın sözünü ettiği filmler, Tahir ile Zühre ve Arzu ile Kamber’dir. Filmler başarısız olmuştur. Fakat Sezer Sezin’in yeri ayrıdır. Yine aynı kitapta Âlim Şerif Onaran, “Meyhanecinin Kızı filminin sizin filmolojinizde nasıl bir yeri var” diye soruyor. Akad’ın yanıtı şöyle: “Hiçbir yeri yok. Yalnız orada Sezer’in üstün bir oyun verişi vardır. Sezer gerçekten iyiydi. Filmde hapishaneden çıkmış bir adam var: Turan Seyfioğlu. İstanbul’un kenar semtlerinde geçiyor film. Sezer’in kuvvetli bir kişiliği, diğer elemanlar işi sevmeseler bile hepsini sürükleyen bir kişiliği vardı. Yani işe dört elle sarılan bir insandır. (...) Çok kuvvetli kişiliği var. Kişiliğinin kuvvetliliği bedbaht olmasına sebep olmuştur.” 
Sezer Sezin 1929 yılında Eyüp Sultan’da doğar. Çok küçük yaşta tiyatroya ve sinemaya ilgi duyar. Evden kaçıp filmlerde küçük rollerde oynar. İlk ciddi çalışması Atilla Revüsü’ndeki çalışmasıdır. Kendi kendini yaratan insanlardandır Sezer Sezin. Çok küçük yaşlarda Hürriyet Apartmanı (1944) ve Yayla Kartalı (1945) filmlerinde küçük rollerde oynar. Yapımcı Necip Erses’in isteğiyle, Köroğlu filminde başrollerden birini oynar. Damga (1948) filmindeki ilk önemli oyunuyla ünlenir. Filmin bir hafta salonlarda kalmasını umarlarken, dört hafta gösterilir, kapılarda uzun kuyruklar oluşur. Arkasından Vurun Kahpeye (1949) filmi ile yıldızlaşır.
Üstelik sadece oyuncu olarak da yer almaz sinemada. Oynadığı filmlerin öykü-senaryo seçiminden, yönetmen seçimine, oyuncuların belirlenmesine kadar bütün aşamalarında yer alır. Çeşitli araştırmalarda, kitaplarda Sezer Sezin’i kendisinden sonra sinemaya gelmiş ve başrol oyuncusu olarak yer almış oyunculardan sonra saymak, kişisel nedenlerle bilerek yok saymak değilse, en azından bilgi eksikliğinden ve yanlış bilgiyi çoğaltarak üretmekten kaynaklanmaktadır. Kimi çalışmalarda da yine aynı nedenlerden kaynaklanan, o dönemin ve sonrasının başrol oyuncularını, yıldızlarını sayarak “Sezer Sezin (...) gibi oyuncular yönetmenlerin kendilerini beğenmeleri ile sinemaya başlamışlardır” gibi cümlelere rastlayabiliyoruz. Oysa biraz araştırıldığında bunun böyle olmadığı görülür. 
“(...) Erman Kardeşler’de müdür olarak çalışmaya başlamıştım. Erman Kardeşler’in ilk filminde Sezer Sezin oynamıştı. Onun getirdiği bir teklifle Hürrem Bey, Vurun Kahpeye üstünde düşünmeye başladı. (...) Satın aldık telif hakkını. Sonra da oturduk, Hürrem Bey, Sezer Sezin, Temel Karamahmut, İbrahim Serpil, Selahattin Küçük ve ben tartıştık. Sanıyorum bir iki günlük bir ön çalışma yaptık. (...) Bir gün sordum Hürrem Bey’e ‘bunu kim yürütecek?’ diye. ‘Sen yapacaksın’ dedi. (...) ‘Bu ağır bir işti. Ben şimdiye kadar böyle bir şey yapmadım’ dedim. ‘Yaparsın, yaparsın!’ dedi. O zaman tereddüt ettim. Sanıyorum Hürrem Bey’in bu teklifinde Sezer Hanım’ın bir etkisi olmuştur. Tabii karar veren Hürrem Bey’di ama Sezer Hanım’ın teşviki olmuştur, sanıyorum. Sezinlediğim kadarıyla böyle oldu.” (1) 
Lütfi Akad usta, Işıkla Karanlık Arasında adıyla yayınlanan anılarında o günleri tekrar şu cümlelerle aktarır: “Bir gün Hürrem Erman bir kitap uzattı ‘Bunu oku bakalım’ dedi. Halide Edip Adıvar’ın Vurun Kahpeye adlı kitabıydı, Sezer Sezin getirmiş. (...) Bir gün sırf merakımı gidermek için sordum: ‘Yönetmeni kim olacak bunun?’ Hürrem Erman gülerek ‘Sen’ dedi. Gülüyordu ama şaka eder bir hali yoktu. Ciddi olduğundan kuşkulanarak ‘Ben böyle bir şey yapamam’ dedim. Sakin bir şekilde ‘Yaparsın, biz düşündük yaparsın’ dedi. Biz dediği Sezer Sezin’di. Vurun Kahpeye kitabını o seçtiği gibi ‘Aliye öğretmen’ rolünü kendisinin oynayacağı doğaldı. Bu nedenle kafa dengi, rahat konuşacağı, ortak çalışma yapabileceği bir yönetmen arıyordu. Benim bu işin altından kalkabileceğime kendince inanmış olacaktı.”(2)
SADECE BİR OYUNCU DEĞİLDİR
Sezer Sezin sadece bir oyuncu, sadece bir yıldız değildir. Öncesinde “Erman Kardeşler” film şirketinin kurulmasında, “Damga”, Vurun Kahpeye ve sonraki filmlerde yaşanan tüm süreçlerde, sonrasında kimi oyuncuların, yönetmenlerin sinemaya kazanılmasında Sezer Sezin’in önemli katkıları vardır. “Sezer Sezin’in bulduğu bir hikâye ile Hürrem Erman kararını verdi ve ‘Damga’ adını koyacakları filmi Adapazarı’nda çekmeye koyuldular. (...) Baş erkek oyuncunun, elektrik idaresinde çalışırken Sezer Sezin’in zoruyla filmde oynamaya razı olduğu söyleniyordu. Adı Memduh’tu. İleriki yıllarda sinemamızın sözü edilen yönetmenlerinden biri olacaktı.”(3) Sözü edilen başrol oyuncusu Memduh, filmde Turhan Ün adıyla oynayan sonraki yılların usta yönetmeni Memduh Ün’dür.
Örnekler çoğaltılabilir, belge ve kaynak çok, tanıklar hayatta; yeter ki araştırılsın. 1996 yılında “Sezer Sezin Türk sinemasının ilk yıldızıdır, öncü sinemacılarındandır” cümlesini yazdığımda “efsane yaratma” türünden çeşitli eleştiriler almıştım. Oysa o günlerin en önemli tanığı Lütfi Akad usta, anılarında bu gerçeği gerekçeleriyle ve yaşanmışlıklarla anlatıyor, açıklıyor, belgeliyordu. Öncesinde efsaneler yaratıp, tarihi kendilerine göre yorumlayanlar, kişisel nedenlerle ya da bilgi eksikliğinden Sezer Sezin’i yok sayanlar için belgeler, bilgiler, tanıklıklar ulaşılacak kolaylıkta.   
Atıf Yılmaz’ın anılarında da benzer cümlelere rastlarız. “Bugün hiçbir kadın yıldızımızın cesaret edemediği, özgür, serseri, atak, cesur, kararlı kişiliğiyle Sezer Sezin... Sezer, gerçekten olağanüstü bir insandı.” (4)
Sezer Sezin’in de, sonraki yıllarda çokça konuşulan ve en çok Ayhan Işık’tan, Türkan Şoray’dan bildiğimiz “yıldız kanunları, kuralları” vardır. Ayhan Işık, Türkan Şoray kanunlarını, kurallarını bilenlerin Sezer Sezin kanunlarını, kurallarını da bilmesi, araştırması gerekir. Yıldız olmanın bütün özelliklerini taşıdığını, kitleleri salonlara çekmekten aldığı ücrete, ‘kanun’larına, kurallarına kadar birçok kriteri nasıl uyguladığını o dönemin tanıklıklarından kolayca öğrenebiliyoruz. Bilgi tekelinin kırıldığı, iletişim araçlarının, olanaklarının yaygınlaştığı günümüzde, (bilgiyi de bilgisizliği de ranta çevirenlerin dışında) bilgi paylaşımını gerçekleştirmek mümkün olabiliyor.
Sezer Sezin 50’li yıllar boyunca sürdürür sinemadaki başarısını. 1960 yılında oynadığı Şoför Nebahat filmi ile ikinci önemli çıkışını yapar Sezer Sezin. Şoför Nebahat filmleri seri olarak çekilir. Önünde uzun kuyruklar oluşan, tıka basa dolu salonlardan çıkanlar filmdeki şarkıyı söyleyerek çıkıyordur: “Haydi Nebahat abla, Dodge arabana atla / Dümenimiz yolunda, gazla ablacığım gazla...”
(1) Âlim Şerif Onaran. Ö. Lütfi Akad, Sf 23, 24, 25. Afa Yayınları Mart 1990
(2-3) Lütfi Akad. Işıkla Karanlık Arasında, Sayfa 54, 56. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Nisan 2004
(4) Atıf Yılmaz. Hayallerim, Aşkım ve Ben, Sf. 44. Simavi Yayınları, 1991

FİKRET HAKAN


 ŞAİR, ÖYKÜCÜ, TİYATROCU, SİNEMA OYUNCUSU 16 Temmuz 2017

      
Fikret Hakan Türkiye sinemasının en “baba” oyuncularından, ilk yıldızlarındandı. 1953 yılından bu yana neredeyse hiç aralıksız yüzlerce filmde rol almıştı ve film çalışmalarını bugün de aynı heyecanla sürdürüyordu. Türk sinemasının duayenlerinden olan Fikret Hakan sadece sinemacı da değildi üstelik. Şair, öykücü, tiyatrocuydu aynı zamanda. 60’lı yılların dergilerini karıştıranlar onun için “Türk sinemasının en entelektüel oyuncusu” gibi manşetlere rastlayacaklardır.
“Benim şöyle bir konumum oldu, yıldızdım ama öyle Ayhan Işık gibi, Zeki Müren gibi, Orhan Gürşiray gibi hiçbir zaman kapı baca kırdıran cinsten bir yıldız olmadım. Ama ben daima var oldum. Yıldız olup da bir yere çıkıp, sonra da halkın bıkıp sırtından attığı oyunculardan olmadım. Bu tuzağa düşmedim. Benim dönemimdeki oyuncuların büyük çoğunluğu bir dönem çok büyük yıldız oldular, ondan sonra da bazıları patır patır döküldüler. Üzülerek söylüyorum ama bir gerçektir bu.

Şimdi söyleyeceklerim önemli, bunu bütün genç arkadaşlarım bilmeli, bunun altını çizmeni isterim. İyi bisiklet sürücüsü olmak gerekir. O nedir biliyor musun? İyi bisiklet sürücüsü en önde gitmez. Daima önüne birisini alır, onun rüzgârına girer. Öndeki büyük bir çalımla geçer, alkışları toplar, ama bütün rüzgârı o yer, pedallara basarken herkesten daha fazla güç harcar. Onun rüzgârına girip arkasında giden insan, rüzgârı yemediği için gelir finalde onu pat diye geçer. Rüzgâr kovalayacaksın. Benim var olduğum bütün dönemlerde, hep benden daha büyük yıldızlar oldu, ama ben daima var oldum.”
Tiyatro ve sinema yapmak çocukluğunda oluşmuş bir tutkuydu, edebiyat da belki genlerinde vardı. İmzalarını Gaffar Güney olarak atan, Rus Edebiyatı’ndan çeviriler yapan babası edebiyat öğretmeniydi. “Babamın yıllar önce Varlık dergisinde şiirleri çıkarmış. Babamın asıl ağırlığı Rusya’dan kaçıp geldiği için, Rus Dili ve Edebiyatı’nı çok iyi biliyor olması. Başta Çehov olmak üzere, Rus edebiyatından bir hayli çeviriler yapmış. Ayrıca klasik Rus öykücülüğünün on beş başyazarından kırk kadar öyküyü de çevirmiş o zamanlar. 1940 yılında Seçme Rus Hikâyeleri adıyla yayınlanmıştı kitap. Yıllardır kitap yok ortada, baktım Rus edebiyatı, öykücülüğü üzerine fazla bir çalışma da yok. Ben de birkaç yıl önce bir kış kapandım, ana yapıyı bozmadan bugünün diliyle anlaşılır bir hale getirdim. Özdemir İnce arkadaşım Telos Yayınları’nın başındaydı o zaman, kitabı Klasik Rus Öykücülüğünün Baş Yapıtları adıyla yayınladı.”
Fikret Hakan, 1950 yılında Güzelce Kasımpaşa Ortaokulu’nda okurken Üç Güvercin Operetiyle ilk kez Ses Tiyatrosu’nda sahneye çıkar. “Münir Hayri Egeli zamanında, Ses Tiyatrosu’nda büyük bir akademik atılım yapıldı. Batılı anlamda bir çalışma olarak Üç Güvercin Opereti sahneye kondu. Sınava girmiştim ve yevmiyeli olarak çalışmaya başladım. Üç Güvercin, Leblebici Horhor, Afrodit o yıl oynanan oyunlardı. O zaman Vedat Karaokçu, Nevin Aypar, Şahin Tek gibi isimler vardı tiyatroda. Muhteşem bir ön gösterim yapıldı. Demokrat Parti daha yeni iktidara gelmişti. Adnan Bey, TBMM Başkanı Fuat Köprülü grup halinde galaya gelmişlerdi. Ben ilk defa böyle bir şey görüyorum tabii. Böyle görkemli bir şey oluyordu ve ben içindeydim.”
Tiyatro ve sinema yapmak çocukluğundan beri tutkusudur. Taksim Atatürk Lisesi’nde okumaya başladığında Yeşilçam sokağına da gidip gelmeye başlar. Yıl 1952’dir ve bir gün Renan Fosforoğlu görür Fikret Hakan’ı. “Gel bakalım delikanlı, oyuncu mu olmak istiyorsun” der. Fikret Hakan’ın cevabı “evet”tir. Renan Fosforoğlu onu Önay Film’e götürür. Ömer Aykut’la tanıştırır. Reha Yurdakul da oranın müdürlüğünü yapıyordur. Köprüaltı Çocukları adlı bir film çekeceklerdir ve bu film için oyuncu arıyorlardır. Ömer Bey, Fikret Hakan’ı beğenir ve deneme filmi çekerler. Filmi seyrettiklerinde de beğenirler oyunculuğunu. “Böylece ben sinemaya da başlamış oldum 1952 yılında Köprüaltı Çocukları filmiyle. Tam 18 yaşındaydım. Ondan sonra sokağın adamı olduk.”
“Derken Halk Film’in bir kaç filminde oynadım. Hocam Avni Dilligil’in yaptığı ve ilk kameramanlardan Kenan Erginsoy’un çektiği Karacaoğlan (1955) diye bir film yaptık Mersin’de. Karacaoğlan’ı Bülent Ufuk, sevgilisini de Muhterem Nur oynuyordu. Ben de filmin kötü adamını oynuyordum. Böylece Yeşilçam’a girdik iyice. Giriş o giriş. Arada tiyatrolar yaptım. Bir ara Metin Erksan’ın hem asistanlığını yaptım hem de Cingöz Recai diye bir film yapmıştı Atlas Film’e, orada Şevki diye çok güzel bir kompozisyon oynadım. Orada ‘bu delikanlıda iş var’ dediler. Köprüaltı Çocukları da sükse yapmıştı. Ama asıl benim çıkışım, yani yıldız sistemi içinde sivrilişim 1955 yılında Lütfi Akad’ın çektiği Beyaz Mendil’le, Duru Film’den, Naci Duru’nun filminden olmuştu. Oğlu Süreyya Duru da o zaman ona yapım yardımcılığı yapıyordu. Köprüaltı Çocukları da başroldü fakat ilk önemli çıkışım Beyaz Mendil’le oldu, yılın olayı haline geldi film. Birden bire ‘bu delikanlıyı beğeniyorduk ama esaslı çıkış yaptı. Muzaffer Tema, Ayhan Işık gibi Türk sinemasındaki yerini aldı’ gibi laflar çıktı. ‘Geleceğin büyük oyuncusu olacağına inanıyoruz’ diye övgülü yazılar çıktı basında. 1958’de askere gidinceye kadar yoğun bir çalışma dönemine girdim. Her sene 3-4 tane film yaptım. O ara Atıf Yılmaz’la Gelinin Muradı’nı yaptık. Epey iyi filmler yaptım o dönemde.” Fikret Hakan 1958 yılında Dokuz Dağın Efesi (Metin Erksan) ve Üç Arkadaş (Memduh Ün) gibi iki önemli filmde oynar. Üç Arkadaş Muhterem Nur, Fikret Hakan, Semih Sezerli ve Salih Tozan’ın oynadığı unutulmaz bir filmdir.
“Tabii o zaman edebiyatçılığı da bırakmak zorunda” kalır. “Şiirler devam ediyordu. Öykücülük 1958’e kadar sürdü. Fakat sinema 60’tan sonra yoğunlaşınca öykücülüğü bırakmak zorunda kaldım. Şiir çalışmalarını sürdürebiliyordum.”