18 Mart 2020 Çarşamba

SİNEMATEK VE GENÇ SİNEMA HAREKETİ

Ticari sinemalarda gösterilmesi imkân dışı olan sayısız film dernek bünyesinde izlenir, sinemaseverlere tanıtılır. Film gösterilerinin yanı sıra sinemayla ilgili paneller, konferanslar, tartışma toplantıları ve sergiler düzenlenir. Bu etkinliklerden bazılarının konuları şöyledir: Fransız yeni dalga akımı, sinema sanatı bakımından gelişmiş ülkeler ve az gelişmiş ülkeler, Türkiye’nin toplumsal yapısı ve Türk sineması, bağımsız bir sinema Türkiye’de mümkün müdür? Türkiye’de belge filmciliği, Türkiye’de sansür sorunu, Çağdaş Bulgar sineması.
Sinematek 1 Mart 1966’da kendi yayın organı olan Yeni Sinema Dergisini yayınlar. Dergi, 1 Haziran 1970 tarihine kadar 30 sayı çıkar. Yeni Sinema dergisi kapanmadan dört ay önce, 5 Şubat 1970 tarihinde Filim 70 adında ikinci bir yayın organı daha çıkarılır. 18 sayfalık küçük boyutlu bu aylık dergi de 1972 yılına kadar, adı her yıl değişerek (Filim 71, Filim 72) yayınlanır.
GENÇ SİNEMA HAREKETİ

Onat Kutlar’ın öncülüğünde kurulan Türk Sinematek Derneği’nden ayrılan devrimci/sosyalist genç sinemacılar, 1968 yılında Genç Sinema hareketi adıyla anılan bir oluşum başlatırlar, aynı adla bir de dergi yayınlanmaya başlar. Sinematek içinde yer alıp etkinliklere katılan, dünya sinemasının önemli filmlerini izleyen sinemayla ilgili gençler, edinebildikleri kameralarla kısa filmler çekmeye başlarlar. Çektikleri filmleri gösterebilme isteği Robert Koleji Sinema Kulübü’nün düzenlediği Hisar Kısa Film Yarışması’nın oluşmasını sağlar.
Genç Sinema’cılar Onat Kutlar’ın da desteğiyle Sinematek’te toplantılar yapar, sinema anlayışlarını, “Sinemaya yeni bir estetik getirmek ve ideolojik dönüşümü sağlamak için ne yapılabilir”i tartışırlar.
1968 Baharı’nın sol/devrimci rüzgârı içinde de yer alan bu gençler farklı bir sinemanın adımlarını atabilmek için örgütlenmeye karar verirler ve bir bildiri yayınlayarak Genç Sinema adını verdikleri bir dergi yayınlamaya başlarlar. Dergi adının altında “Devrimci Sinema Dergisi” yazısı yer alır. Dergide Onat Kutlar, Ece Ayhan, Jak Şalom, Üstün Barışta ve Artun Yeres’in kaleme aldığı Genç Sinema Hareketi’nin sinema anlayışını oluşturan bildiri yayınlanır.
Bildiride yer alan maddelerden birkaçı şöyledir:
1) “Genç Sinema, elli yıllık bir deneyden sonra Türkiye’de sinema olayının yeniden ve kökten ele alınması gerektiği kanısındadır. Bu hesaplaşmanın tek amacı devrimci, halka dönük ve bağımsız bir sinemanın yaratılmasıdır. Bu amaçla aşağıdaki temel sorunları göz önünde tutarak, bilinçlenen halkın ve devrimci eylemin paralelinde bir sinemanın gerçekleştirilmesi ve halka ulaştırılması yolunda çaba göstereceğimizi bildiririz. (…)
2) Genç Sinema, var olan bu sinema düzenine karşı çıkar. Onun içinde bulunduğu toplumsal düzene karşı çıktığı gibi. Çünkü her iki düzen de insanı açıklamaktan, insanı amaçlamaktan uzak düşmüştür. Halkı hem maddi hem de manevi yanıyla sömürmekten öte bir amacı yoktur. Genç Sinema bu yüzden bağımsız olmalı, hiçbir koşul ve nedenle temel ilkelerinden ödün vermemelidir. (…)
3) Genç sinema yeryüzündeki bütün Yeşilçamlara kesinlikle karşıdır. Yeryüzünün neresinde olunursa olunsun gerçekte bir tek düşman vardır. Bu anlamdaki evrensellik ulusallık düşüncesiyle el eledir. Genç Sinema sağlam, yerine oturmuş ve gerçek sanat değerleri taşıyan bir ulusal yapıtın kendiliğinden evrensel boyutlar kazanacağına inanır.
Genç Sinemacılar”
Dünyayı ve sinemayı dönüştürme isteklerini bildirileriyle açıklayan, bağımsız ve özgür sinema yapabilme isteğiyle yola çıkan Genç Sinemacılar, sokağı sinemaya yansıtabilmek için ellerinde bulabildikleri kameralarla sokağa çıkarlar. İmkânsızlıklar içinde dönemin koşullarını, gerçekliğini belgelemeye çalışırlar. Bu çabaların her aşaması ayrı bir güçlük, ayrı bir macera içerir. Çekim sonrası laboratuvar giderleri yüksektir, kendi film yıkama makinelerini kendileri yaparlar, baskı makinesi edinirler, baskılarını yapar, kurgularlar.
Devletin güvenlik güçleri de boş durmuyor, eylemleri filme alan polis kameraları Genç Sinemacılar’ı da ‘belgeliyordur’. Eylemlerde polis denetimi sıkı olduğundan çekilen filmleri, kamera da yanlarında tutmazlar; örneğin, daha ağırbaşlı görüntü veren Onat Kutlar’a teslim eder, daha sonra Sinematek’te geri alırlar.
Bütün baskılara ve imkânsızlıklara karşın Kanlı Pazar, Anayasa Yürüyüşü, Gerze Tütün Mitingi, grev, boykot, toprak işgali gibi eylemleri, devrimci tiyatroların, sivil toplum kuruluşlarının sokak tiyatrosu gibi etkinliklerini, dayanışma gösterilerini kameraya alır, belgelerler. 12 Mart 1971 darbesinden Genç Sinema da payına düşeni alır. Derginin Galatasaray’daki merkezi basılır, filmlere el konur.
Genç Sinema hareketi fiili olarak son bulur. Sonrasında Gerçek Sinema, Çağdaş Sinema gibi dergilerle Genç Sinema hareketi sürdürülmeye çalışılsa da başarılı olunamaz. 25 Şubat 1978’de ellerindeki bütün cihazları ve çektikleri filmleri DİSK’e teslim etmeleriyle Genç Sinema hareketi tamamen son bulur.



TOPLU FİLM GÖSTERİMLERİ
SİNEMASEVERLERE dünya sinemasının önemli örneklerini ulaştıran Türk Sinematek Derneği toplu gösterilere önem verir. Toplu film gösterimlerinden bazılarını şöyle sıralayabiliriz:

Büyük Sinema Klâsikleri toplu gösterisi, Luchino Visconti filmleri toplu gösterisi, Amerikan Komedisinin Altın Çağı, Chaplin toplu gösterisi, Fransız Yeni Dalga Akımı toplu gösterisi, İtalyan Yeni Gerçekçiliği toplu gösterisi, Irak Filmleri haftası, Türk Sineması’nın ellinci yılı gösterileri, Türk Sineması’nın son on beş yılı toplu gösterisi, Ülkeler Sineması toplu gösterileri.

Derneğin teşviki ve desteğiyle yeni sinema kulüpleri de oluşur. Bu teşvik ve desteklerle örneğin 1967 yılında İstanbul ve Ankara’da yedi sinema kulübü oluşmuştur. Bir okul işlevi de gören, 12 Eylül 1980 tarihine kadar faaliyetini sürdüren Türk Sinematek Derneği 12 Eylül darbesi sonrasında kapatılır.

BELGİN DORUK


BİR YALNIZLIK ŞARKISI SÖYLER SAZIM…
Hayatın daha naif, daha sahici olduğu, dostluğun, dayanışmanın ‘insanlık’ sayıldığı ve karşılıksız, çıkarsız yaşandığı yıllar geride kalmıştı artık. Sinemaların yıkılmasıyla yıkılmaya başlamıştı birçok şey. Belgin Doruk’un hayatının değişmeye başlaması, yalnızlaşması ve acı dolu öyküsü de bu yıllara denk gelir.
Belgin Doruk, Yıldız dergisinin 1951 yılında açtığı yarışmayı Ayhan Işık ve Mahir Özerdem’le birlikte kazanarak gelir Yeşilçam’a. Başlangıçta her şey peri masalı gibidir. Küçük Hanımefendi’nin Belgin Doruk olarak öyküsü 28 Haziran 1936 yılında Ankara’da başlar. Dedesi, Fizan mutasarrıfı Süleyman Asaf Bey’dir. Baba Hasan Doruk Ziraat Mühendisi’dir. Anne Refet Hanım Greta Gabro hayranıdır ve kızının ona benzemesini ister. Bir de gamzeli olmasını istiyordur ki, ayva yenirse bebek gamzeli doğar inancıyla kilolarca ayva yer hamileliğinde. Dileği gerçekleşir. Belgin 2 yaşındayken İstanbul’a, Yeşilköy’e yerleşirler. O günlerde kardeşi Oya da doğmuştur. Belgin Doruk’un çocukluğu çok şanslı ve güzel geçiyordur. Refet Hanım, resimler yapan, şiirler yazan kendini geliştirmiş bir annedir ve çocuklarını da ‘kültürel alanda besler’.
YILDIZ YARIŞMASI!
Genç kızlığa adım atmanın coşkusunu yaşadığı günlerde öğrenir Yıldız dergisinin açtığı yarışmayı. Evdekilerden gizli başvurduğu, öğrendiklerinde de şiddetle karşı çıktıkları yarışmanın birincisi olur. Jüride, daha sonraki yıllarda hayatları birçok kez çakışacak olan yönetmen ve yapımcı Faruk Kenç de vardır. 16 yaşındadır ve ortaokul son sınıfa gidiyordur. Filmlerde oynayacaktır fakat bu durum okulda hoş karşılanmaz. Aşağılandığını düşünen Belgin Doruk okuldan ayrılır ve bir daha da okula gitmez.
İlk filmi ‘Çakırcalı Mehmet Efendi’nin Definesi’dir. Arkasından yine Faruk Kenç’in yönettiği ‘Kanlı Çiftlik’ ve ‘Köroğlu’nda oynar. Osman Seden, ‘Öldüren Şehir’ filminde Ayhan Işık ve Turan Seyfioğlu’yla birlikte oynamasını ister. Yönetmen Ö. Lütfi Akad’dır. Bu filmle yıldızı parlar Belgin Doruk’un. 17 yaşında bu filmdeki rolüyle, ilk ödülünü alır. O günlerde Türkiye Güzellik Yarışması’na katılır ve ikinci seçilir. Arkasından katıldığı Avrupa Güzeli yarışmasında da Monte Carlo güzeliyle üçüncülüğü paylaşır.
Artık film tekliflerinin yanı sıra “parlak izdivaç teklifleri” de alıyordur. Fakat o, ilk filmlerinin yönetmeni Faruk Kenç’e âşık olmuştur ve annesinin karşı çıkmasına rağmen, “rüştünü ispatladığı gün” sade bir törenle evlenirler. Her şey rüya gibidir başlangıçta. Çok değerli antikaların, tabloların ve eşyaların olduğu evlerinde, lüks bir hayatları vardır. Belgin Doruk film çalışmalarını sürdürüyordur bir yandan. Zeki Müren’le birlikte çektikleri filmler, oluşturdukları ikili çok tutulur. 1956 yılında kızı Gül dünyaya gelir. Hamilelik döneminde epey kilo almıştır. Hayatı boyunca kâbusa dönüşecek bu değişim, mutsuz ve kötü günlerin habercisidir. Zayıflama hapları almaya başlamıştır.
Nevzat Pesen, Samanyolu filminde oynamasını önerir. Rol arkadaşı Göksel Arsoy’dur. Film çok büyük iş yapar. Halkın ve yapımcıların aradığı, çok iş yapan filmlerin başarılı ikilisi olmuşlardır. Arka arkaya filmler yaparlar. Zirvededir Belgin Doruk. Fakat büyük yıldız Belgin Doruk’un evlilik hayatı yolunda gitmiyordur. Büyü bozulmuş, hayatın gerçekleri kendini dayatmıştır. Faruk Kenç çok kibar ve iyi bir insandır. Aradaki yaş farkı da sorun olmaya başlar. Belgin Doruk beklediği, aradığı aşkı bulamadığını düşünür. O günlerde Birsel Film hesabına çekecekleri “Yeşil Köşkün Lambası” adlı filmin çalışmaları sırasında tanıştığı, çekimlerde de görüştüğü, kaçamak bakışlarla kendisiyle ilgilenen Özdemir Birsel’e âşık olur. Aklında hep yıldırım aşkla tutulduğu Özdemir Bey vardır artık. Bunu Faruk Kenç’e açıklar ve ayrılmak istediğini söyler. Faruk Bey de farkındadır olan bitenin, anlayışla karşılar ve mutlu olmasını diler. Faruk Kenç’ten ayrılan Belgin Doruk, Özdemir Birsel’le evlenir. 60’lı yıllar başlamıştır.
Ayhan Işık’la birlikte oynadıkları Küçük Hanımefendi filmi de çok iyi iş yapmış, gişe rekorları kırmıştır. Arka arkaya Küçük Hanımefendi’li filmler çekilir. Daha çok, salon filmlerinin zengin aile kızını, varlıklı hayatların ailesine bağlı, yaşadığı hayatı kabullenmiş ev kadınını ya da kutsal anneyi oynayan Belgin Doruk, her filminde şık ve zariftir. Seçtiği hayatın dışında başka hayat yok gibidir ve Belgin Doruk’un perdeye yansıyan görüntüsü dışarıdaki hayattan etkilenmez, kirlenmez. İçlidir, iç dünyası pırıl pırıldır. Esas kadındır, baştan çıkarmaz, ihanet etmez.
Belgin Doruk’un gerçek hayattaki öyküsü, perdeden bizlere akan bu görüntülerle benzerlikler taşısa da çok önemli bir fark vardır: Küçük Hanımefendi’nin Belgin Doruk olarak öyküsü, oynadığı filmlerdeki gibi mutlu sona doğru yol almıyordur. Her şey yine başlangıçta peri masalı gibidir, fakat hayat soğuk ve acımasız gerçek yüzünü göstermekte gecikmez. Özdemir Bey tam bir işkoliktir. Aradığı aşkı bulamamış, gittikçe kendini daha yalnız hissetmeye başlamıştır Belgin Doruk.
Kilolarını fazlaca dert ediyor ve bağımlılığa dönüşen zayıflama haplarını almayı bilinçsizce sürdürüyordur. Buna bir de sevgisizlik ve yalnızlık eklenince “yüksek seviyedeki bir sinirsel hastalık ünlü yıldızın yaşamını altüst ettiği gibi,” aile ilişkilerini de etkiler.
Filmlerde, ağdalı melodramlarda özenilesi aşklar, mutlu birlikteler yaşayan yıldız, eve döndüğünde mutsuz, yapayalnız bir kadındır. Hastaneler, doktorlar dolaşılır, ölüm soğukluğundaki hastane odalarında şok tedaviler uygulanır. İstediği sadece biraz sevgi ve şefkattir oysa Belgin Doruk’un.
Belgin Hanım, açmazlarına yenik düştüğü, umutsuzluğa kapıldığı bir gece ölmek ister. “Beni affedin. Yaşamak istemiyorum. Ben artık bu yaşamın yükünü kaldıramıyorum.” diye not yazar ve bir kutu hap içerek ölmeyi dener. Kurtarırlar. Zor günlerinin en büyük dostu, çocukluğunda izlediği ve çok etkilendiği “Vurun Kahpeye” filminin yıldızı Sezer Sezin’dir. Maddi, manevi, her anlamda destek oluyordur Belgin Doruk’a. Yeşilçam’ın Küçük Hanımefendisi Belgin Doruk, 26 Mart 1995 tarihinde, acılı yüreğiyle yine yapayalnız çıkar son yolculuğuna.

FİKRET HAKAN


ŞAİR, ÖYKÜ YAZARI, TİYATRO VE SİNEMA OYUNCUSU: FİKRET HAKAN -
Fikret Hakan’la 80’li yılların sonunda tanışmış, birçok kez sohbet etme, kitap ya da dergi için söyleşiler yapma olanağı bulmuştum. Kimi zaman sinema anılarını, kimi zaman şiir okumasını dinlemiş, yaşam öyküsünden kesitleri, şairliğini, öykücülüğünü, tiyatro ve sinema serüvenini konuşmuştuk.
23 Nisan 1934 yılında Balıkesir’de doğmuş Fikret Hakan. Babası Gaffar Bumin Bey, orada Muallim Mektebi’nde edebiyat hocasıymış. Anne tarafı İstanbullu, fakat babasının memuriyetinden dolayı İstanbul’dan başka Anadolu’nun çeşitli şehirlerinde, Bursa, Eskişehir, Balıkesir, Çanakkale ve Gelibolu’da geçer çocukluğu. Fikret Hakan’ın sinema oyuncusu olmadan önceki adı da Bumin Gaffar Çıtanak’tır. Yazdığı öykülerine Bumin Gaffar diye imza atar. Fakat bir türlü sevemez bu adı. “Tatsız bir isim. Göktürk İmparatoru ama Bumin ismini pek bilmiyorlar, telaffuzu da zor. Çıtanak soyadını da hiç sevmiyordum zaten. Ne olsun diye düşünürken teyzem, ‘Bumin Hakan eski imparator, madem kullanmayacaksın adını, Bumin Hakan’ın Hakan’lığını al, Fikret Hakan olsun’ dedi. Böylece Fikret Hakan diye bir adam çıktı. 1961’de askerden geldikten sonra mahkeme kararıyla Fikret Hakan adını aldım.”
SİNEMAYA BAŞLAMA
1950 yılında Güzelce Kasımpaşa Ortaokulu’nda okurken “Üç Güvercin” operetiyle ilk kez sahneye çıkar Ses Tiyatrosu’nda. Tiyatro ve sinema yapmak çocukluğundan beri tutkusudur. Taksim Atatürk Lisesi’nde okumaya başladığında Yeşilçam sokağına da gidip gelmeye başlar. Yıl 1952’dir ve bir gün Renan Fosforoğlu görür Fikret Hakan’ı. “Gel bakalım delikanlı, oyuncu mu olmak istiyorsun” der. Fikret Hakan’ın cevabı “evet”tir. Renan Fosforoğlu onu Önay Film’e götürür. Ömer Aykut’la tanıştırır. Reha Yurdakul da oranın müdürlüğünü yapıyordur. “Köprüaltı Çocukları” adlı bir film çekeceklerdir ve bu film için oyuncu arıyorlardır. Ömer Bey, Fikret Hakan’ı beğenir ve deneme filmi çekerler. Filmi seyrettiklerinde de beğenirler oyunculuğunu. “Böylece ben sinemaya da başlamış oldum 1952 yılında, ‘Köprüaltı Çocukları’ filmiyle. Ondan sonra sokağın adamı olduk.”
‘Köprüaltı Çocukları’ da başroldür fakat ilk önemli çıkışını ‘Beyaz Mendil’ filmiyle yapar. “Geleceğin büyük oyuncusu olacağına inanıyoruz” diye övgülü yazılar çıkar basında. “1958’de askere gidinceye kadar yoğun bir çalışma dönemine girdim. Her sene 3-4 tane film yaptım.”
YILDA 15-20 FİLM
Askerden döndüğünde 60’lı yıllar başlamıştır ve bu yıllarda sinema da “patlama” yapar. Fikret Hakan da artık yılda 3-4 film değil, 15-20 film yapar hâle gelmiştir. Yazarlığı oyunculuğundan eskidir. “Şiirler devam ediyordu. Öykücülük 1958’e kadar sürdü. Fakat sinema 60’tan sonra yoğunlaşınca öykücülüğü bırakmak zorunda kaldım. Şiir çalışmalarını sürdürebiliyordum. Öykülerim ‘Seçilmiş Hikâyeler’ dergisinde ve ‘Dost’ dergisinde yayınlandı. ‘Tellak Ali’ ilk öykü kitabımdı, 1954 yılında yayınlandı. 1983’te de ilk şiir kitabım çıktı, ‘İnce Müzikli Otobüsler’.”
Fikret Hakan’ın öykü kitabı “Hamalın Uşakları” da 1997’de Telos Yayınları’nca basılır. “Trabzon’da yaşayan değerli şair dostumuz Kenan Sarıalioğlu, Serander Yayınevi’ni kurmuş ‘şair oyuncular’ diye bir dizi düşünmüştü. Ben de edebiyat dergilerinde çıkan eski ve yeni şiirlerimi toparladım, bir paçal yaptım, düzenledim, böylelikle ‘İmbikli Duvar’ da (2002) çıkmış oldu.”
 TİYATRO AÇAR
Sinema aralıksız sürüyordur. Arada tiyatro da yapar. İki kez kendi tiyatrosunu kurar. İlki 1958’de kurduğu Sahne 8’dir. İtalyan yazar Ugabetti’nin ‘Kraliçeler ve Asiler’ adlı oyununu sahneye koyar. Oyun büyük sükse yapar. 1983’te de Fikret Hakan Tiyatrosu’nu kurar. Bir Saksağandı Julite, Zorba ve Meksikalı olmak üzere üç piyes oynarlar.
70’li yıllar birçok oyuncu gibi Fikret Hakan’ı da etkilemiştir. Geçirdiği ağır trafik kazası ve ardından başlayan seks filmleri döneminde sinemadan uzak kalır. Tekrar sinemaya döndüğünde sinemada da ülkede de çok şey değişmeye başlamıştır. Bir süre arabesk filmlerde, “ikinci dereceden” filmlerde oynar. “Onlar benim tekrardan çıkış yapmama neden oldu. Sonra malum video dönemi geldi. O dönemde de gece gündüz demeden koşturduk, çalıştık. Hayatımız bir koşuşturmaca içinde geçti.

ŞİİR VE ÖYKÜLERİ YAYINLANIR
BİR dönem adı Mavi hareketiyle anılır. “O yıllarda Mavi dergisi hareketinde Ahmet Oktay’lar, Güner Sümer’ler, Asaf Çiğiltepe’ler, Orhan Duru’larla hep beraberdik. Mavi grubunda Bumin Gaffar olarak yer aldım. Sinema insanın çok zamanını çalan bir uğraş, yılda 25 film yapan bir insandan hayır gelir mi? Uyumaya vakti olmayan bir adamın düşünmeye vakti olur mu?”
‘Baylancılar’ grubuyla da ilişkilidir; Baylan’da toplanan, buluşan edebiyatçılarla. “Tabii, Ömer Faruk Toprak’tan tut da Atilla İlhan’a varıncaya kadar ‘Baylancı’ydık. Bizler çömezlerdik; Erdal Öz, ben, Hilmi Yavuz. Baylan aslında genç edebiyatçıların bir yuvası halindeydi. Bir tür sanat evi gibiydi. Güzel bir okul oldu bizler için orası.”
İlk öyküleri 50’li yıllarda Bumin Gaffar imzasıyla yayınlanır Fikret Hakan’ın. “Salim Şengil’in Ankara’da çıkardığı ‘Seçilmiş Hikâyeler’ dergisi vardı o günlerde. Öykü dergisi olarak Türkiye’nin en iyi dergisiydi. Benim üçlü bir hikâyem vardı, o üç öyküyle özel sayı yapmışları bana. Edebiyatçılığa iyi başlamıştım ama sinema onun da katili oldu. Öykücülükten uzaklaştım ama şiiri bırakamadım hiç bir zaman. 80’li yıllarda Mehmet Fuat’ın çıkardığı Yazko Edebiyat’ta bir hayli şiirim yayınlandı. Adam Sanat’ta, Varlık’ta, Gösteri’de yayınlandı.”


YILDIZLARIMIZ


UNUTULMAYAN YÜZLER VE YILDIZLARIMIZ 
1970’li yılların başına kadar sürdü bu durum. Sonra büyü bozuldu. Birçok oyuncu uzaklaştı Yeşilçam’dan. Gittikçe daha az film çekilir oldu. 60’lı, 70’li yılların en büyük eğlencesi ve tek seçeneğiydi Yeşilçam filmleri. Yazlık sinemalarda izlenen filmler ve o filmlerin unutulmaz oyuncuları hâlâ belleklerde. Son yıllarda önemli bir kuşağın son temsilcilerini de yitirmeye başladık. İhsan Yüce, Osman Alyanak, Hulusi Kentmen, Aliye Rona, Sadri Alışık, Kadir Savun, Nubar Terziyan, Ferda Ferdağ, Önder Somer, Erol Taş, Neriman Köksal, Hayati Hamzaoğlu, Turgut Özatay yitirdiğimiz sanatçılardan sadece bir kaçı... Ne yazık ki 50’li yılların birçok önemli oyuncusuna yetişemedim. Cahide Sonku’yu, Ayhan Işık’ı, Belgin Doruk’u Vahi Öz’ü, Muazzez Arçay’ı, Cahit Irgat’ı, Salih Tozan’ı, Mümtaz Ener’i, Suphi Kaner’i, Ahmet Tarık Tekçe’yi, Diclehan Baban’ı, Yıldırım Önal’ı daha birçok sevdiğim oyuncuyu tanımak, öykülerini kendi seslerinden dinlemek isterdim.
SAMİ HAZİNSES’LE SÖYLEŞİ
1991 yılında Sami Hazinses’le yaptığım söyleşi yayınlandığında, Türk sinemasına emeği geçmiş oyuncusundan yönetmenine, set işçisinden kameramanına, ışıkçısına kadar konuşmadığım kimse kalmasın coşkusunu yaşıyordum. Bu coşku ve yolculuğum sürüyor. Yolculuğumun ilk ürünleri Artizler Kahvesi adlı kitabımda toplanmıştı. O yıllarda televizyon kanallarının eski Türk filmlerini göstermesiyle ve Artizler Kahvesi kitabında toplanan yazıların yayınlanmasıyla Yeşilçam’ın unutulmayan yüzleri tekrar gündeme geldi, hatırlandı. Bu tarz yazılar, söyleşiler günlük basında, dergilerde yer almaya ve televizyon programlarına, belgesellere girmeye başladı. Bu geç kalınmış bir hatırlamaydı.
Yaprak dökümü başlamıştı ve önemli bir kuşağın son temsilcilerini de yitiriyorduk birer birer. Sessiz sedasız, sade törenlerle ayrılıyorlardı aramızdan. Ölümlerinden haberimiz bile olmuyordu. Gazetelere, televizyonlara haber olamıyordu bu ölümler. Son yıllarda yaşananlara baktığımda dehşete düşüyorum. Belki de Cumhuriyet tarihinin en fazla ve en hızlı insan kirlenmesinin yaşandığı bir dönemden geçtik, geçiyoruz. Yeni bir kültür, yeni bir insan tipi oluşturulmaya çalışıldı. Kıskanç, hırslı, bencil, faydacı olan bu yeni insan tipi en yakın dostlarına bile bürokrat ve hoyrat davranmayı erdem sayıyor.
AÇLIĞI DA ADAM GİBİ YAŞIYORDUK
Her şey değişmişti ve bu değişimi en iyi Türk sineması yansıtıyordu. Geçmiş yıllarda var olan güzellikler yok olmuş, değişmiş, yerini başka şeyler, “yükselen değerler” almıştı. Bunları, o filmleri izledikçe görüyorduk. Örneğin insanlar, Üç Arkadaş filminde izlediği (hatta belki de çocukluğunda yaşadığı) sevgi, dostluk ve dayanışma ruhunu, bugünün dünyasında bulamıyordu. Birçoğumuz iyi insan olmayı, isyan etmeyi, mücadeleyi o filmlerin kahramanlarından, Yılmaz Güney’den, Cüneyt Arkın’dan, Nubar Terziyan’dan, Osman Alyanak’tan, İhsan Yüce’den öğrenerek büyümüştük. Oysa şimdi dünya farklıydı... Bu farklılaşmayı, değişimi Tunç Başaran’ın Piano Piano Bacaksız filminde de iliklerimize kadar irkilerek izliyoruz. Çok sevdiğim ve defalarca izlediğim bu filmde değişim şu cümlelerle ne güzel anlatılıyordu: “Biz eskiden de açtık, ama açlığı da adam gibi yaşıyorduk.”
İSTANBUL SİNEMA DEMEKTİ
Çocukluğumun Yeşilçam’ı en çok Ahmet Tarık Tekçe, Suphi Kaner, Yıldırım Önal ve Yılmaz Güney’di fakat sadece bu kadar değildi. Orhan Günşiray’dı, Cüneyt Arkın’dı, Sami Hazinses’di, Vahi Öz’dü, Hüseyin Baradan’dı, Necdet Tosun’du, Mürüvvet Sim’di, Mualla Sürer’di... 70’li yılların başında şimdiki adı Gazeteci Erol Dernek Sokak olan sokaktaki “Ata’nın Kahvesi”nin önünden geçtiğimde en çok Arap Celal’i görürdüm. Sokağın öbür ucunda Hayati Hamzaoğlu görünürdü. Havva Sokak’ta Renan Fosforoğlu’na, Anadolu Pasajı’nın önünde Cevat Kurtuluş’a, Yeşilçam Sokak’da “Tecavüzcü Coşkun”a rastlardım. O yıllarda insanlar “artiz” olmak için evlerinden kaçar, soluğu İstanbul’da, Beyoğlu’nda alırlardı. Anadolu’dan bakıldığında İstanbul, sinema demekti.
Yılmaz Güney’li, Cüneyt Arkın’lı filmler kadar Ayşecik’li, Ömercik’li, Yumurcak’lı, filmler de büyük ilgi görüyor, mutlu sona hep birlikte seviniliyordu. Ezilen, horlanan, hep ağlayan Ayşecik’in, sevimli Ömercik’in, Afacan’ın, Yumurcak’ın, Sezercik’in yanı sıra o filmlerin iyi, sevimli ve babacan insanları Vahi Öz, Hulusi Kentmen, Necdet Tosun, Sami Hazinses, Suna Pekuysal, Hüseyin Baradan, Cevat Kurtuluş’la da bütünleşirdik. “Bana annemi versin, bütün servet onun olsun. Ben para pul istemiyorum, annemi istiyorum” diyordu Yavrum filminde Ayşecik. Ayşecik Fakir Prenses filminde de babası o doğmadan ölmüş, mahallede herkesin prenses dediği biridir. Günün birinde prenses olur. O filmde de “ben sevdiğim insanlar arasında yaşayayım da varsın fakir olayım” der.
Geçtiğimiz günlerde “Sinema ve 12 Eylül” adlı kitabımın yayınlandığı Agora Kitaplığı tarafından “Artizler Kahvesi” ve Yeşilçam’da Unutulmayan Yüzler-Starlar” adlı kitaplarımın da yeni baskıları yapıldı.
 

YEŞİLÇAM’DAN YENİ SİNEMA’YA


1996 yılı birçok bakımdan bir dönüm noktası oluşturur sinemamızda. 1990’lar ve 2000’li yıllar ‘başka bir sinema’ya dönüşümün yaşandığı yıllardır. Sinemanın gençleştiği, teknik imkânların yükseldiği, hem gişeyi yakalayan popüler ve ticari sinemanın hem de ‘sanat filmleri’nin, özgün arayışların olduğu, önemli dönüşümleri içeren bir süreçtir bu.
Öncelikle bu tarihten itibaren, (öncesinde yaşanan on yıllık sürecin sonucu) Yeşilçam geleneğinden ve farklı temalara yönelmesiyle ayrıksı dursa da Yeşilçam içinden doğan sinema anlayışından bir kopuş yaşanır.
Auteur sinemacıların kendi kimliklerini, kendi bakışlarını ve bireysel özelliklerini filmlerine yansıttıkları, biçem ve temalar arasındaki tutarlılığın öne çıktığı filmler büyük bir cesaretle, riskleri göze alarak gerçekleştirilmeye başlanır. Filmin her şeyden önce bir sanat eseri olduğu ve bu yüzden de bir yaratıcısı bulunduğu, bunun da yönetmen olduğu düşüncesinin benimsendiği, tartışıldığı bu süreçte, “her eline kamera alan film çekmesin”, “yaşanan bir film enflasyonudur” türünden olumsuz eleştiriler olsa da birçok genç yönetmen ilk filmini gerçekleştirir. Bu yönetmenlerin çoğu arka arkaya yeni ürünler vermekte gecikmez.
YENİ DÖNEM
Post-Yeşilçam/Yeni Dönem Türk Sineması ya da farklı adlarla tanımlanabilecek yeni süreci 1996 yılından başlatabiliriz. 1980-1990 yılları arasında yaşanan bunalımlı dönemin atlatılmaya çalışıldığı 1990’lı yılların ilk yarısında gerçekleştirilen iyi filmler ya da Amerikan filmlerinin etkisindeki seyirciyi salonlarda yerli filme de yönlendirebilme kaygısındaki filmler seyirciyle sınırlı da olsa ilişki kurabilmeyi başarır. Salonları işgal eden Amerikan filmlerine rağmen ‘iş yapan’ filmler, sinemacıları umutlandırır.
Öncesinde de gişe yapan filmler olmasına karşın, 1993 yılında Şerif Gören’in yönettiği Amerikalı filmi önemli bir seyirci patlaması oluşturur, sinemacıların uzun süredir hasretini çektiği seyirciyi salonlara çekmeyi başarır. Bu bir umut oluştursa da, önemli sayıdaki seyircinin yerli filmler için salonları doldurup kalıcılığını sağlamak, buna paralel olarak da film sayısında yaşanacak artış, yeni arayışlar ve niteliksel dönüşümlerin başlangıcı için birkaç yıl daha beklemek gerekecektir. 1995 yılında Mustafa Altıoklar’ın yönettiği "İstanbul Kanatlarımın Altında" filmi de önemli bir gişe başarısı yakalar.
1996 yılındaysa hem popüler, ticari sinema hem de yönetmen sineması açısından önemli gelişmelere yol açabilecek, bir dönüşümü sağlayacak başlangıçlar yaşanır. 1980 sonrasının rekor sayılan ilk büyük gişe patlaması, Yavuz Turgul’un 1996 yılında yönettiği Eşkıya filmiyle gerçekleşir. Seyircisiz yıllarda Muhsin Bey ve Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni gibi önemli filmler yapsa da Eşkıya’yla gişede de büyük ve beklenmedik bir başarı elde eder Yavuz Turgul. Filmi 2,5 milyonun üzerinde seyirci izler. Yeşilçam sonrasında milyon seyirciden söz etmek o tarihe kadar hayaldir. Film yıllardır salonlarda yerli filmlere uzak duran seyirciyi salonlara çekmeyi başarır.

KALBİNİN SESİNİ DİNLE, ASLA VAZGEÇME


Festivalin açılışı, Türkiye’nin ilk klarnetçilerinden sayılan, Barbaros Erköse’nin hayatını anlatan, Bertan Başaran’ın yönettiği “Barbaros Erköse: Sensiz Yaşanmaz” filmi ve Barbaros Erköse’nin katılımı ile yapıldı.
Bu yıl yedincisi düzenlenen festivalde bugüne kadar bin 280 film gösterilmiş, 68 konuk ağırlanmış, 34 farklı atölye düzenlenmiş ve 13 bin 109 seyirci katılımı olmuş.

Film başlıklarını yedi nota üzerinden kategorilendiren festivalde yedi notanın yedincisi Sİ- Söylediklerini İşitmedilerse’ başlığı kullanıldı. İlk nota DO- Denedin Olmadıysa, ikinci nota RE- Reddettiler Elendiysen, üçüncü nota, Mİ- Mantığına İnanmadılarsa, dördüncü nota FA- Farkını Anlamadılarsa, beşinci nota, SOL- Sinemaya Odaklanmak Lazımsa, altıncı nota LA- Lafına Aldırmadılarsa sloganı ile açıklanmıştı.
NEDEN İKİNCİ EL?
Festival ekibi tanıtımlarında “2. El Kısa Film Festivali tam olarak ne yapıyor, neden ismi 2. El Kısa Film Festivali?” sorularını şöyle yanıtlıyor: “Biz en orijinal film festivali olduğumuzu iddia ediyoruz ve seni eleyen, dışlayan festivallerden farkımızı belli ediyoruz. Ön elemede elenmiş filmini alıyoruz, jürimize yorumlatıyor ve dev ekranda gösteriyoruz. Üstüne bir de ödül veriyoruz. Birçok festival kısa filmlere üvey evlat muamelesi yapıyor. Bizse kısa filmciler olarak kısa filmlerin çekim aşamalarını, zorluklarını, kısacası yaşadığın her şeyi biliyoruz ve senin kısa filmlerinin bizim için öz evlattan farkı yok. Onca emeğinin karşılığını da bu festivalle vermeye çalışıyoruz. Bizden devasa şeyler bekleme ama emin ol en iyisini yapmaya çalışıyoruz. Bizim için 2. el demek; kenara atılmış, değeri bilinmeyen, hor görülen demektir. 2. el filmlerden 1. el festival yaptığımız için bu ismi tercih ettik.”
Festivali çok genç bir ekip gerçekleştiriyor. Yirmili, otuzlu yaşlarda olan bu genç arkadaşlarla tüm katılımcılara ‘masal gibi anlar yaşattıkları 1’inci Türk işi Fantastik Filmler Festivali Fantasturka günlerinde (2011) tanışmıştım. Fantasturka’da yaşadığımız günleri şöyle anlatmıştım:
“Masal gibi yılların masal sinemasıydı Yeşilçam cümlesiyle başlıyordu Fantastiğin Sineması belgeseli (Yönetmen Mesut Kara, 2006); ‘fantastiğin festivali’ Fantasturka da hepimize o masalı yeniden yaşattı. Ankara’da üç gün boyunca fantastik bir masal yaşadık, bu damarın en önemli temsileriyle, yaratıcılarıyla. Yılmaz Atadeniz, Çetin İnanç, Kunt Tulgar, Safa Önal, Zagor’umuz Levent Çakır ve filmleri; salonu dolduran fantastik sinemanın genç kuşak temsilcileri, seyircileri… Kazanımı bol bir festivaldi ve Türk Fantastik Sineması’na gecikmiş ya da gösterilmemiş vefa borcunu ödemeye yönelik önemli bir adımdı.”

“1. Türk işi Fantastik Filmler Festivali başlığıyla duyurulan ve 23-24-25 Eylül 2011’de Ankara’da gerçekleştirilen festivalin bir başka önemli yanı da yine tanıtımlarında yazıldığı biçimiyle ‘ülkemizde ‘fantastik sinema’ türünün sevilmesi, derinlemesine tanınması ve sinema sanatçılarımızın söz konusu dalda kısıtlı koşullar içinde ürettikleri yapıtların geçmişe göre çok daha farklı bir anlayış çerçevesinde ele alınması için meslek hayatı boyunca yoğun emekler ortaya koymuş bulunan merhum sinema yazarı/sinema tarihi araştırmacısı Metin Demirhan’ın aziz hatırasına ithaf edilmiş’ olmasıydı.”
ELEMİYORUZ, ELLEMİYORUZ
Festivalin organizasyonunu, Ankara İkinci El Film Festivali’nin genç ekibi üstlenmişti. Bu genç, başarılı, vefakâr (ve cefakâr) genç ekip ‘elemiyoruz, ellemiyoruz’ sloganıyla yola çıkarak büyük özverilerle gerçekleştirdikleri Uluslararası 2. El Film Festivali’nin 7. yılında, 20-24 Şubat 2013 tarihleri arasında da tüm katılımcılara bir masal yaşatmak için çırpındılar.
Katılımcı olduğum günlerde etrafımızda pervane olan, sınırlı olanaklarına karşın, özverili çabalarıyla 1. el festival gerçekleştiren, 7. yıllarına yeni 7 yıllar ekleyeceklerine inandığım, Kerem Akkoyunlu, Duygu Gür, A. İlker Kocatepe, Emel Akkoyunlu Beşli, Safa Altınkaya, İlkin Menet, Aslı Turan ve onlara destek veren gönüllü festival görevlisi genç arkadaşlar bir teşekkürden çok daha fazlasını hak ediyor.
AHDE VEFA
ULUSLARARASI 2. El Film Festivali, 7. yılından itibaren Türk Sineması’nın emekçilerine ve duayenlerine Ahde Vefa Ödülleri adı altında teşekkür etmeye karar verdi. Festival 7. yılında 7 isme ödül verdi. Bu yıl ödül verilen isimler ise şöyle: Adı Türkiye sınırlarını aşan yönetmen Çetin İnanç, filme çekilmiş 395 senaryosu ile Guinness Rekorlar Kitabı’na giren Safa Önal, ilk kadın sinema yazarı olarak kabul gören Sevin Okyay, Türk sinemasının anı defteri Agâh Özgüç, Türk filmlerinin unutulmaz isimleri, Selda Alkor, Salih Güney ve Sümer Tilmaç.
Festival kapsamında bu yıl, Güney Amerika gezisini hikâyeleştiren fotoğraflardan oluşan Şebnem Kitiş’in Don’t Be A Gringo sergisi ve sinema yazarı Ege Görgün tarafından oluşturulan Cumhuriyet Döneminden 40 Sinema Dergisi sergisi açıldı.
Ayrıca festival, kapsamında gerçekleştirilen imza gününe katılan Agâh Özgüç, Mesut Kara, Ege Görgün, Çetin İnanç-Pınar Öğünç, Burak Göral, Banu Bozdemir, Barbaros Şansal ve Yeşim Ceren Bozoğlu okurlarıyla buluştu, kitaplarını imzaladı.

SİNEMA KADINI, KADIN KİMLİĞİNİ KEŞFEDİYORDU


12 Eylül’ün yarattığı ortamda, bir yanda yalnızlaşan birey, yoksullaşan kitleler diğer yanda gittikçe zenginleşen rantiyeci bir kesim oluşur. Tüketim çılgınlığının reklâmlarla, medya marifetiyle, renkli vitrinler, ışıltılı tabelalarla kışkırtılması, “Avrupa’yla boy ölçüşen gelişen Türkiye” imajıyla sunuluyordu. 1980 darbesinin yarattığı korku ve paranoya ortamında susturulan, kimliksizleştirilen birey ve kitleler, Özal yönetimine sunulanı tereddütsüz kabullenir biçimde devredilmiştir.

1980 öncesi çeşitli nedenlerle bastırılmış istekler, açığa çıkmak için bir boşluk alanı yakalar bu ortamda. ‘80 öncesi tek kutuplu ‘muhalif cephe’ içinde var olamayan renkler de bu ortamda ortaya çıkabiliyordu. Feminist, eşcinsel, çevreci ve yeşil hareket, sol/sosyalist muhalefetin susturulduğu, baskı altına alındığı zeminde ortaya çıkabilme, sesini duyurabilme olanağı yakalar.
 ARAYIŞLAR
Oluşan bu baskı ve boşluk ortamında sinema da farklı arayışlara yönelir. Bu yönelim o günün koşullarına uygun olarak bireyin sorunlarına, iç yolculuğuna, bastırılmış duygulara ve kadın sorununa iter yönetmenleri. O günün haber dergilerinin kapaklarına, ana dosyalarına yansıyan haberler sinemada karşılığını bulur. ‘80 sonrası boşluğunda sistemin ‘farklı ve marjinal’ dergilerine, edebiyat ürünlerine yansıyan ‘marjinal’ konulardır bunlar. Bu temalar sinemada bireyin bunalımı, çıkışsızlığı, iç yolculuğu, eşcinsellerin ve kadının sorunu, toplum içindeki durumu, bu sorunların sorgulanması olarak işlenir.
12 Eylül darbesinin kıyıma uğrattığı, uzun yıllar toparlanamayacak denli ezdiği, hırpaladığı sosyalistlerin çekildiği alanlarda, daha çok 1980 öncesinin sol örgütlerinden kopan bireylerin oluşturduğu ‘yeni muhalifler’ boy gösteriyordu. 1980’lerin en güçlü akımı feminizm/kadın hareketiydi ve sinemaya yansıması da gecikmedi.
1980 sonrasının arayışları içinde bireyin sorunlarına yönelen filmlerin yanı sıra, ‘kadın filmleri’ olarak tanımlanan filmler de önemli bir yer tutar. Kadın filmlerinin en önemli ismi ise, her döneme uygun filmler yapan ve kendisini sürekli yenileyerek üretimini sürdüren Atıf Yılmaz’dır. Erkek egemen sistem içindeki kadının ayakta kalabilme mücadelesi, toplumsal baskılara direnmesi, kadın olmaktan kaynaklanan sorunları Atıf Yılmaz filmleriyle ‘erkek egemen sinema’ içinde beyaz perdeye yansır. Yeşilçam sinemasının egemen anlayışında ‘hizaya getirilen’, toplumsal hayattaki belirlenmiş rolü pekiştirilen, itaat eden, cinselliğinden arındırılmış kadın, Atıf Yılmaz filmlerinde var olan kurulu ve dayatılan sistemi onaylayan, payına düşeni alan kadın olmaktan çıkar. Üreten ve düşünen kadın karakterler tek boyutlu değildir, tabuları yıkar. İyi kadın, kötü kadın ya da birer melek olan tek boyutlu kadın anlayışının dışında cinselliğini de yaşayan, iyi ve kötüyü de taşıyan ve yansıtan, baş kaldıran kadın karakterler işlenir Atıf Yılmaz filmlerinde.
İlk dönemini Aşk Istıraptır, Hıçkırık, Kadın Severse gibi melodramlarla, roman uyarlamalarıyla değerlendiren Atıf Yılmaz, aralarında Gelinin Muradı (1957), Ala Geyik (1959), Keşanlı Ali Destanı (1964), Murat’ın Türküsü (1965), Ah Güzel İstanbul (1966), Selvi Boylum Al Yazmalım (1977) gibi önemli filmlerin de yer aldığı melodramdan komediye, köy sorunlarına kadar birçok türde filmler üretir.
Mine (1982) filmiyle başlayan Seni Seviyorum (1983), Bir Yudum Sevgi (1984), Dağınık Yatak (1984), Adı Vasfiye (1985), Dul Bir Kadın (1985), Asiye Nasıl Kurtulur (1986), Aaahhh Belinda (1986), Kadının Adı Yok (1987), Hayallerim, Aşkım ve Sen (1987), Ölü Bir Deniz (1989), Düş Gezginleri (1992) ile sürdürdüğü kadın filmleriyle, ‘birey olarak kadın’ın arayışlarına yönelir. Bu da Atıf Yılmaz’ın son döneminde “kadın filmleri yönetmeni” olarak anılmasına neden olur. Bu filmlerde tabuları, önyargıları zorlayan, sınırlarda dolaşan öyküleriyle, kadının kimlik arayışındaki mücadelesini, toplumsal ve politik süreçte yaşanan dönüşümleri anlatarak, kadının dayatılan rolü içinde kıstırılmışlığını, ikiyüzlü ahlak anlayışını sorgular.
Yeşilçam melodramlarında daha çok dayatılan rolü kabullenmesi, başkaldırmaması, sistemle uyumlu olması, toplumsal organizasyonlarda, iş ve aile örgütlenmesi içinde hiyerarşiye itaat etmesi öğütlenen kadın, Atıf Yılmaz’ın “kadın filmleri”nde kimliğini sorgular, itiraz eder, başkaldırır, kendi seçimlerini yaşar.


https://www.medyafaresi.com/

MÜJDE AR
ATIF Yılmaz’ın yıldızı da Müjde Ar’dır. Müjde Ar, Yeşilçam filmlerinde kadını cinsel nesne olmaktan çıkarıp kendi kimliğinin, cinselliğinin öznesine dönüştürür; bu yöndeki değişimin öncüsü olur.
Sinemamızdaki ‘Müjde Ar devrimi’ni Atıf Yılmaz filmlerinden önce Ömer Kavur’un “Ah Güzel İstanbul”uyla başlatmak yanlış olmaz. Sinemanın ‘kurallı sultanı’ Türkan Şoray da bu filmden sonra “Sen cesaret etmeseydin biz de edemezdik. Biz de seninle gördük bir şeyin ucuzlatmadan, bayağılaşmadan olabileceğini” der, Mine filminden başlayarak kurallarını yıkan, yok eden bir değişim içine girer. Öpüşmeyen sultan, filmlerinde öpüşmeye, sevişmeye başlar. Müjde Ar devriminin açtığı kapı ve gösterdiği cinselliğin de hayata ve sevgiye dâhil/dair olduğu gerçekliği sinemanın kurallarını, tabularını yıkma yolunun da kapılarını açar. Katı kuralları olan Türkan Şoray’ı da sinemayı-sinemacıyı da değiştirir. Sinemadaki erkek egemen bakışta/yaklaşımda önemli bir kırılma yaşanır. Kadını alınıp satılan bir mal gibi gören, sadece erkeğin gösterebileceği kadar sevgiyle, sahiplenmeyle sulanan bir çiçek gibi gören anlayış MüjdeAr filmlerinde mahkûm edilir. Kadın sorunlarının, kadının insan/birey olarak sorunlarının sinemaya yansımasının, görünür kılınıp gündeme getirilmesinin ötesinde bir adımdır yapılan.

GÜZ SANCILARI


TOPLUMSAL DÖNÜŞÜMLER VE YAŞANAN GÜZ SANCILARI

Geçtiğimiz günlerde CHP’li vekil Hüseyin Aygün’ün twitter mesajında, Dido Sotiruyu’nun Benden Selam Söyle Anadolu’ya adlı romanıyla ilgili “Ege’de Rumlara yapılan etnik temizliği anlatıyor” yazmasıyla başlayan tartışma sürerken, Birgül Ayman Güler’in “Türk ulusu ile Kürt milliyeti eşit değildir” şeklindeki sözleri, milliyetçilik-ulusalcılık-ırkçılık tartışmasını alevlendirdi.Eski devlet partisiyle yeni devletin partisi karşı karşıya gelmiş görünse de “tek dil, tek bayrak, tek millet zemininde aynı yerde durdukları biliniyordu. Siyaseten faydacılık yapan, iktidarın “ezeli ve ebedi” tek adamı, “usta”, rakibinin acemiliklerinden yararlanıyordu. Milliyetçilerin “ulusalcılar”ın, utangaç ulusalcıların, bu tartışmalar üzerine yazıp söyledikleri ayrı bir yazı konusu olabilir fakat yeni devletin tek adamının ip-idam tartışmalarındaki, ‘milli hassasiyetini dillendirirken ya sev ya terk et’e varan söylemleri, barış derken bomba yağdırması, ümmetçilikle perdelenen milliyetçiliği, kindar dindarlığı bilinen gerçekti.
NEFRET SÖYLEMİ
Bu tartışmaların sürdüğü günlerde nefret söylemine karşı duranların, halkların eşitliğini, barışı, huzuru savunanların gözü kulağı Samatya’da Ermeni kökenli insanlara yönelik saldırılardaydı. Yaşlı Ermeni kadınlara fiziksel saldırılar yapılıyor, gasp olayları yaşanıyordu. Bunun Ermenilere yönelik kapsamlı ve organize bir saldırıya dönüşmesinden korkuluyordu. Geçmiş yıllarda Müslüman ya da Türk olmayanlara yönelik yaşanan saldırılarda telafisi olanaksız acılar yaşanmıştı.
1950 seçimlerinde iktidara gelen Adnan Menderes başkanlığındaki Demokrat Parti döneminde, etkisi bugünlere dek uzanan köklü dönüşümlerin ilk adımları atılıyor, ülke sonu belirsiz bir karanlığa sürükleniyordu. 1951 yılında Menderes hükümeti Türkiye’nin Kore Savaşı’nda Birleşmiş Milletler gücüne Türk Tugayı’yla katılmasına karar vererek tartışılan bir karara imza atar. Bu karar Türkiye’nin soğuk savaşta Batı Bloğu tarafında yer aldığını göstermek için başvurduğu siyasal bir manevradır. Bunun sonucunda Türkiye, 1952 yılında NATO’ya tam üye olarak kabul edilir. Aynı yıl NATO’nun isteği üzerine komünizme karşı gayri-nizamı harp amacıyla oluşturulan, daha sonra Özel Harp Dairesi adını alan Seferberlik Tetkik Kurulu kurulur.
6 Eylül 1955 günü önce radyodan, gecesinde de gazetelerden Selanik’te Atatürk’ün evine bomba atıldığı haberlerinin duyulmasıyla, ağırlıklı olarak Rumları hedef alan, azınlıklara yönelik saldırılar başlar.
Şişli’de başlayan ilk saldırının ardından büyüyen kalabalık Kumkapı, Samatya, Yedikule ve Beyoğlu’na geçerek, gayrimüslimlerin toplu olarak yaşadığı birçok semtte, önce Rumların, ardından da Ermeniler, Yahudiler ve hatta yanlışlıkla bazı Türklerin dükkânlarına saldırarak yağmalamaya koyulur. 7 Eylül sabahına kadar süren saldırılarda, aralarında kilise ve havraların da bulunduğu 5 binden fazla taşınmaz tahrip edilir, İstanbul’da bulunan 73 Rum Ortodoks kilisesinin tamamı ateşe verilir, milyonlarca liralık mal sokaklara saçılıp yağmalanır. Türk basınına göre 11 kişi, bazı Yunan kaynaklarına göre 15 kişi öldürülür, resmi rakamlara göre 30, gayri resmi rakamlara göre 300 kişi yaralanır.


ÖZEL HARP İŞİ
6-7 Eylül 1955 olayları, Rumların büyük göç dalgalarıyla ülkeden ayrılmasına sebep olur; kendilerini güvende hissetmedikleri için, yurtdışına göç etmeye karar verirler. 6-7 Eylül olaylarının yaşandığı sırada Seferberlik Tetkik Kurulu’nda görevli olan, 1988-1990 yılları arasında MGK genel sekreterliği yapan Sabri Yirmibeşoğlu, (daha sonra söylediklerini kabul etmese de) gazeteci Fatih Güllapoğlu’na verdiği röportajda 6-7 Eylül olayları hakkında şu demeci verir: “6-7 Eylül bir Özel Harp işidir. Muhteşem bir örgütlenmeydi. Amacına da ulaştı.”

6-7 Eylül olayları, tarihe ve kayıtlara sonraki yıllarda yaşanan birçok katliamın, kışkırtmanın, cinayetin, acının başlangıcı ve habercisi ilk kontrgerilla eylemi olarak geçer.


Yaşananlar, sonrasında yaşanan birçok olayı, 12 Eylül’e giden süreci, 12 Eylül’ü ve bugün yaşananları doğru anlayabilmek için önemlidir; sonrasında yaşanacak olanların habercisi ve başlangıcıdır. O tarihten günümüze kontrgerillanın, derin ve karanlık güçlerin provokasyonları, katliamları süregelir.
Yeşilçam, 6-7 Eylül’de yaşananları görmezden gelir. Bu büyük ve önemli olay, sinemaya ancak 2009 yılında yansıyabilir. TRT kökenli sinemacı (yapımcı-yönetmen) Tomris Giritlioğlu, 2009 yılında Yılmaz Karakoyunlu’nun (aynı adlı kitabından) yazdığı senaryoyu filme alır. Filmin adı Güz Sancısı’dır, anlatılan 6-7 Eylül 1955 yılında yaşananlardır.


KÜRT VE ERMENİ DÜŞMANLIĞI
Devletin, kontrgerilla uzantılarının sosyalist solu “kökü dışarıda şer odakları” diye suçlayıp kendilerini milliyetçi, yurtsever vb. göstermesi yarım asırdan fazla sürdü. Sosyalist sol 80’lerden bu yana da çok kutuplu saldırılarla karşı karşıya ve bu saldırılardan ezilen halklar da payını alıyordu. 12 Eylül ve Özal’lı yıllardan günümüze kadar, geçmişte sosyalist saflarda yer alan, sonrasında kendisine sunulan nimetlere hayır diyemeyip sistemin saflarına geçen, kendilerini ‘liberal sol’ olarak tanımlayan, bugün de yeni devletin saflarında yer alan kesimin saldırıları, liberal sağ ile aynı yerden/birlikte psikolojik savaş yöntemiyle sürüyor.
Kendini ulusalcı-yurtsever (örneğin Aydınlık’ta yazan, Ulusal kanalda program yapan eski Yeniçağ yazarı milliyetçi Sabahattin Önkibar kendini yurtsever olarak tanımlıyor) diye tanımlayan kesimlerin egemen kanadında Türkçülük ve Kürt, Ermeni düşmanlığı ürkütücü boyutlara ulaşabiliyor. Bu çevrelerin nefret diline, ırkçı-milliyetçi söylemlere karşı duran sosyalist sola karşı sapla samanı karıştıran laf cambazlıklarıyla saldırıları da ‘kökü dışarıda’, ‘ahmaklar’ benzeri tanımlamalarla, nefret diliyle, düzeysiz üsluplarla ve geçmişten aşina olunan “sahte sol” kıvamında sürüyor.



12 EYLÜL VE SİNEMA


12 Eylül askeri yönetimi döneminde çekilen filmler, içerik olarak toplumsal eleştiriden uzak filmlerdir. Darbe koşullarında çekilen Yol ve Hakkâri’de Bir Mevsim filmleri devlet karşıtı ve sakıncalı bulunduğundan yasaklanırlar.
İÇ YOLCULUK VE BUNALIM FİLMLERİ
1980 öncesinin kargaşa ortamından bunalmış kültür-sanat alanı ve sinema, 12 Eylül darbesinin yarattığı korku ve baskı ortamında yeniden şekillenir. Kişisel filmler, kadın filmleri, bireyin sorunlarına yönelen, iç yolculuğunu, bunalımlarını ve arayışlarını yansıtan filmler bu ortamın ürünleridir.
Yalnızca kadın filmleri, kişisel ya da bireyin sorunlarına yönelen, bireyin iç yolculuğunu anlatan filmler ya da arabesk furyası olarak yansımaz sinemaya 12 Eylül. Darbenin yarattığı toplumsal-bireysel dönüşümlere, bu dönüşümlerin yarattığı insan ilişkilerine yönelik eleştiriler içeren filmler de yapılır, 1980’li yıllarda ve sonrasında. Apolitikleştirilmiş ortamda bencilleşen bireylerin dünyasının yarattığı toplumsal-bireysel yıkımlar da yansır sinemaya.
Örneğin 1980-1990 yılları arasında yapılan toplumsal/siyasal eleştiriler içeren filmlerden bazılarını şöyle sıralayabiliriz: At, Banker Bilo, Zübük, Talihli Amele, Dolap Beygiri, Faize Hücum, Namuslu, Pehlivan, Züğürt Ağa, Bir Avuç Cennet, Çıplak Vatandaş, Yoksul, Değirmen, Bir Avuç Gökyüzü, Umut Sokağı, Selamsız Bandosu, Düttürü Dünya, Zengin Mutfağı, Karılar Koğuşu…
12 Eylül’ün yarattığı korku ve baskı ortamının kara bulutları fiili uygulamalar olarak yumuşamaya başladığı yıllarda, içinden 12 Eylül geçen temalar yansır filmlere.
Bir televizyon programında, 12 Eylül’ün trajik, dahası trajikomik bir süreç olduğunu, Sırrı Süreyya’nın senaryosunda (Beynelmilel) bu sürecin komik, kendi filminde (Eve Dönüş) trajik yanın ağır bastığını söyler Ömer Uğur.
1986 sonrası çekilen, içinden 12 Eylül geçen filmlerle ‘12 Eylül Filmleri’ başlığıyla tanımlanan, gruplanan filmler içinde sayılmasalar da 12 Eylül’e giden süreçle ilgili önemli politik filmlerdir.
Ülkenin yakın geçmişi ‘on yılda bir’ yapılan askeri müdahalelerin, darbelerin yaşandığı büyük alt üst oluşlar, acılar, sarsıntılar yaşatan süreçlerle anılıyordu.
27 Mayıs müdahalesi sonrası yapılan anayasanın yarattığı ortam edebiyatta ve 1960’ların ilk yarısında sinemada toplumcu gerçekçi ürünler verilmesine zemin hazırlasa da askeri müdahaleyi sorgulayan, hesaplaşan bir sanat anlayışına yönelim olmaz. 12 Mart darbesi edebiyat ürünlerinde karşılığını bulurken, sinemada ertelenmiş, uzak durulmuş bir sorun olarak kalır.
YOL, DUVAR, SEN TÜRKÜLERİNİ SÖYLE...
12 Eylül 1980 darbesiyle başlayan süreç sonrasında ise yaşananlar uzun sessizlik sonrası sinemada karşılığını bulur. 1986 yılından itibaren, sonrasında 12 Eylül Filmleri olarak tanımlanan filmler, çekilmeye, arka arkaya gösterime girmeye başlar. 12 Eylül koşullarında yapılan ikisi de ‘Yılmaz Güney filmi’ olan Yol ve Duvar dışında sessizlik 1986 yılında Şerif Gören’in yönettiği, Sen Türkülerini Söyle (1986) filmiyle bozulur. Sıkıntılı/sancılı süreçte 12 Eylül darbesinin yarattığı ‘yeni durum’u ilk dillendiren, perdeye yansıtan Sen Türkülerini Söyle (1986) filmiyle Şerif Gören olur. Zeki Ökten’in Ses (1986) ve Zeki Alasya’nın Dikenli Yol (1986) filmlerinin eklenmesiyle 12 Eylül Filmleri tanımlaması yapılır. Sonraki yıllarda çekilen başka filmler de bu sınıflandırmanın içine yerleştirilir.
Bu ilk üç filmde anlatılan, daha sonra çekilen başka filmlerde de göreceğimiz ‘eve dönüş’ öyküleridir. 12 Eylül’le birlikte hapse girmiş devrimcilerin hapisten çıktıklarında karşılaştığı ‘yeni toplum’ ve dışarıda bıraktıkları arkadaşlarının, yakınlarının bu yeni toplum içerisindeki değişimleri, yabancılaşmaları, çatışmaları anlatılır.
Sen Türkülerini Söyle filmiyle başlayan, farklı tarih aralıklarıyla Bu Son Olsun (2012) filmine dek süren 12 Eylül filmleri, yaşanan toplumsal dönüşümlere paralel özellikler içeriyordu.
Bir sonraki yazımızda 12 Eylül Filmleri tanımlaması içinde ele alınabilecek (bizim saptamamızla) 39 film ve genel değerlendirmemiz yer alacak.

ERTELENMİŞ YÜZLEŞME
12 EYLÜL’le birlikte film sayısı oldukça azalır. 1979 yılında 195 olan film sayısı, 1980 yılında 62’ye düşer. İlk yılın şoku atlatıldıktan sonra çekilen film sayısı 1981 ve 82’de 72, 1983’te 78, 1984’te 124, 85’te 127 ve 1986’da 185 olur.
12 Eylül’ün ve Özal döneminin yarattığı ve ne yazık ki başarılı da olduğu en büyük tahribat, bütün bir toplumun apolitikleştirilmesi ve baştan ayağa yeniden örgütlenmesi, dönüştürülmesidir.
Kültür-sanat ürünlerinde kalitesizliğe verilen prim, sistemin kurumlarınca desteklenir, özendirilir. Toplum gerçek sorunlarından uzaklaştırılır. Darbe sonrası oluşturulan seçilmişlerin sisteminde, tüketim toplumunun ve iktidarın sunduğu nimetlerin cazibesine kapılan küçük aydınlar, aydınlar, muhalif bireyler saf değiştirebilmişlerdir. Çürüme toplumun her katmanında yaşanır.
Sanatın bütün alanları gibi sinema da bu koşullarda üretiliyor, yaşananlardan payına düşeni alıyordur. Darbe koşulları ve bütün bu köklü dönüşümler sinemaya da doğrudan yansır; etkiler, dönüştürür. 12 Eylül’le yüzleşmek, hesaplaşmak sinemanın gündeminde olan fakat hep sonraki yıllara ertelenen bir durum olarak yer alır.