20 Mart 2020 Cuma

YEŞİLÇAM HATIRASI


09 Şubat 2014
Sabaha karşı uyanmış, televizyonlarda gece yarısından sonra gösterilen Yeşilçam filmlerinden birini izliyordum. 2000’li yılların başıydı. Bir zamanlar çok ünlü olan ses sanatçısı esas kız ‘film icabı’ şöhretini yitirmiş, küçük pavyonlarda çalışmaya başlamış, cinnetini alkolde yaşayan, ‘düşkün’ bir sanatçıya dönüşmüştü. Aşkını hâlâ koruyan esas oğlan, O’nu o hayattan kurtarıp eski günlerine döndürmeye çalışıyordu. Birden esas oğlanın ağzından, bu isteğe direnen, artık tükendiğini düşünen esas kıza söylediği o büyülü cümle döküldü: Sen hâlâ o büyük yıldızsın. Bu cümle, Yeşilçam Hatırası’nı oluşturmaya başladığım günlerde, bir ışık olmuştu.
2003 yılında, Akşam gazetesinin haftalık sinema eki olarak yayınlanmaya başlayan Prömiyer dergisindeki yazılarımın üst başlığı olmuştu o cümle; ‘Siz Hâlâ O Büyük Yıldızsınız.’
Daha önceki yıllarda çeşitli dergilerde yayınladığım ve güncelliğini yitirmeyen bazı söyleşiler de kitabın “kamera arkası” söyleşilerini oluşturuyordu. Kısa sürede tükenen, epeydir baskısı olmayan Yeşilçam Hatırası geçtiğimiz günlerde Agora Kitaplığı’ndan yayınlandı.
Çocukluk yıllarım radyoydu, radyo tiyatrosuydu, ‘arkası yarın’dı ama en çok sinemaydı. Yazlık-kışlık salonların düş perdelerinde tanıdığım unutulmaz oyuncuların, o büyülü dünyaları yaratan sinemacıların izini sürdüm yıllarca. Sağlıklarında konuştum, kendi seslerinden yaşam öykülerini, sinema serüvenlerini aktardım. Artizler Kahvesi ve Yeşilçam’da Unutulmayan Yüzler adlı kitaplar bu görüşmelerden oluşmuştu.
Tanıma, sohbet edebilme olanağı bulamadığım oyuncular, sinemacılar da vardı. Örneğin Ayhan Işık, Belgin Doruk, Sadri Alışık, Orhon Murat Arıburnu, Gülistan Güzey, Neriman Köksal, Suphi Kaner, Adile Naşit, Turgut Özatay, Kadir Savun, Feridun Karakaya, Erol Taş, Atıf Kaptan, Necdet Mahfi Ayral, Danyal Topatan, Öztürk Serengil…
Yeşilçam Hatırası’nda bu sinemacılar üzerine yazdıklarım yer alıyor. Ayrıca Halit Refiğ, Bülent Oran, Giovanni Scognamillo, Nedim Otyam, Ülkü Erakalın, Yılmaz Atadeniz, Çetin İnanç, Hüseyin Kuzu gibi kamera arkasının ustalarıyla yaptığım söyleşiler de… Bizler düş bahçesi salonlarda Yeşilçam filmleriyle hatıralar biriktirirken, Yeşilçam da kendi iç dünyasında unutulmaz hatıralar oluşturuyordu. Efsane gibi ağızdan ağza, kulaktan kulağa yayılan. Kayda geçeni de vardı, kulakta küpe olanı da.
BATAKLIKTA BİR GÜL: CAHİDE SONKU
Bir dönemin efsane kadınıydı Cahide Sonku. Tiyatronun ve sonrasında Yeşilçam’ın sarışın efsanesi. Artizler Kahvesi kitabının ‘Unutulmayacaklar’ başlıklı yazısında “Taksim’den İstiklal Caddesi’ne doğru yürümeye başladığımda nedense hep Cahide Sonku, Yıldırım Önal ve beyaz kefenleri içinde protestosunu haykıran Ferda Ferdağ gelir aklıma; bir de oturacak kiralık ev bile bulamayan Özcan Özgür.” diye yazmıştım.
‘Cahide Sonku bataklıkta gül olmayı seçmişti seçmesine ama bizler beter bataklıklardık. O Beyoğlu’nun arka sokaklarında, salaş meyhanelerinde ulaşması mümkün birçok lüksü reddederek alkolde dostluk arıyordu. Kader ve cinnet arkadaşlarıyla yaşadığı dramı, o günün Yeşilçam starlarından kaçını ilgilendirmişti? Cahide Sonku cinnetini en çok başkalarıyla olduğunda mı yaşıyordu?’
Yaşadığımız dünyada çığlıklarınız boşlukta yankılanır, kimseye duyuramazsınız. İyi gününüzde yanınızda olanları, zor anlarınızda yanınızda bulamazsınız. Cahide için de böyle olmuştu. Yaşadığı zengin hayattan, oyunculukta tırmandığı zirveden, yoksulluğa ve meyhane köşelerine düştüğünde çevresinde “eski dostlarından” kimse kalmamıştı. Oysa bir zamanlar zengin bir hayat sürüyor, lüks içinde yaşıyor, evinde ünlüler, başbakanlar ağırlanıyor, kurduğu Sonku Film’in yazıhanesinin önünde oyuncular kuyruğa giriyordu.
Selim İleri’ye göre Cahide Sonku “Son elli yılın en büyük ve en soylu çöküş efsanelerinden biri”ydi. “Onun çöküşündeki karşıtlıklara dayalı ahlak, elbette, ‘sinema yazarları derneklerinin onur plaketlerine’ de, tiyatroların şaşmaz oyun saatlerine de, provalara, ezberlere, alkışlara, göstermelik yardımlara da dudak bükmeliydi. Ve buğulu güzellik, ancak Çiçek Pazarı’nın kuytu meyhanelerinde kendine yepyeni bir ahlak yaratabilirdi. Sanırım, öyle de oldu.” (Düşünce ve Duyarlık, S. İleri Adam Yayınları 1982. C. Sonku : Ölüm ve Elmas)
TAÇSIZ KRAL
Kral Ayhan Işık’ın olgunluk çağını yaşadığı yıllar, benim ilk gençliğim… Benim ilk gençliğim, Çirkin Kral Yılmaz Güney
’in “usturanın keskin tarafında” yürüdüğü yıllar… Ayhan Işık, annemin komşu kadınlarla Belgin Doruk’lu Beraber Ölelim’i, Serpil Gül’lü Aşktan da Üstün’ü, Leyla Sayar’lı Yangın Var’ı, Türkan Şoray’lı Otobüs Yolcuları’nı, Acı Hayat’ı, Sezer Sezin’li Üç Tekerlekli Bisiklet’i ve Belgin Doruk’lu “Küçük Hanım” serilerini, illaki ‘esas oğlan’ı Ayhan Işık olan diğer filmler gibi kimi iki göz iki çeşme, kimi gülmekten yerlere yatarak izlediği yılların kahramanıydı.
KADİR BABA
İri cüssesi, sert bakışları, babacan tavrı ve haksızlığa isyan eden duruşuyla “en baba” kahramanlarımızdandı Kadir Savun. Bilge bir tavrın izini sürdü oynadığı rollerde. Hiçbir zaman esas oğlana, esas kıza, kahraman(lar)ımıza kenar süsü rollerde görmedik O’nu. Onlara yol gösterir, gerektiğinde kaşlarını çatarak sert tavrını koyar ve ‘raconu’ keserdi. Kahramanlarımıza da boyun büküp, ‘Kadir Baba’nın söylediklerini yapmak düşerdi.
Hangi filmini yeni izlemiştim, hangi yıldı anımsamıyorum, hafiften yağmur çiseliyordu, Ayhan Işık Sokak’tan Beyoğlu’na yürüyordum. Oradaki binalardan birinden Kadir Savun çıktı ve kapının önünde duran taksiye bindi. Belki de o sokakta bulunan sinemacı kahvelerinden birinden çıkmıştı. Bacaklarının güçlükle taşıdığı iri cüssesiyle karşımdaydı. Ne o zaman, ne de sonraki zamanlarda konuşma olanağı bulamadım. Yaşamöyküsünü, sinema serüvenini, acı tatlı anılarını kendi sesinden aktarmak isterdim.
Yeşilçam yıllarca küçümsendi, görmezden gelindi, yok sayıldı; dahası alay konusu, mizah malzemesi yapıldı. Onların nezdinde Yeşilçam, gözyaşı döktüren melodramlardan ibaretti sadece; ya da ‘Size baba diyebilir miyim amca’lardan, ‘N’ayır, n’olamaz’lardan ibaret. Klişeler ve ucuz eğlence filmleri sanki sadece Yeşilçam’a özgüydü!
Yeşilçam’a dost elini uzatanlarsa, Nazım Hikmet, Attila İlhan, Vedat Türkali, Yaşar Kemal, Kemal Tahir, Orhan Kemal, Selim İleri gibi sayıları bir elin parmakları kadar olan aydınlarımızdı…

MÜLKSÜZ VE ÇIPLAK


 2 Şubat 2014
Ocak 1999’da yayınlamıştık UÇ adını verdiğimiz derginin ilk sayısını. ‘Edebiyat ağırlıklı bir kültür-sanat dergisiydi’ Uç. Farklı, ‘aykırı’ tasarımıyla, içeriğiyle hemen dikkat çekmiş, kısa sürede “fanları”, takipçileri, katılımcıları oluşmuştu.
Uç’ta yayınladığım yazıların üst başlığı ‘Mülksüz ve Çıplak’tı. Reddederek yaşamanın ‘kişisel serüveni… Anımsamalar, sayıklamalar, kırgınlıklar, kızgınlıklar, öfke… Kimi zaman ‘Bütün güzellikler ölüyordu’ oldu bu ‘edebi metin’lerin başlığı, kimi zaman ‘Yenilen kaybediyordu bu oyunda’ oldu,  ya da ‘Bir varmış bir yokmuş’, ‘Kaçıncı kez’. Seçerek ve reddederek yaşamak.
Uzun zamandır sağlığıyla ilgili olumsuz haberlerin yansıdığı Nejat İşler, geçtiğimiz günlerde fenalaşarak hastaneye kaldırıldı. Sinemamızın, televizyon dizilerinin güzel gülüşlü, ayrıksı oyuncusunun hastalığı hepimizi çok üzdü. Son aylarda yaşadığımız vakitsiz vedaların, yaprak dökümünün verdiği endişeyle ‘Diren Nejat’, daha yapacak çok işin var’ diyerek bir an önce sağlığına kavuşmasını beklemeye başladık. Aynı günlerde fotoğraf sanatçısı Ara Güler usta da rahatsızlanarak hastaneye kaldırılıyordu.
Nejat İşler bir mesajında şöyle diyordu:
“Amacım zamanı satın almak. Mülk edinmek gibi bir derdim yok. Mülkiyet hırsızlık gibi bir şey. Sevmiyorum işte. Biz kuşak olarak böyleyiz. Bize sevmeyi, bir şeylere bağlanmayı öğretmediler. O tarafımız gelişmedi. Benim tek bir düşüncem var; çıplak geldim, çıplak gideceğim. Ben dünyanın bir parçasıyım, şurayla ve bedenimle sınırlı değilim. Bir şeyler yanlış gidiyor, birileri acı çekiyor. Ben de çekiyorum aynı acıyı. Altıma son model bir araba çekip, güzel bir ev alınca mutlu mu olacağım yani? Hayır olmam. Aramızda mutlu olanlar varsa zekâlarından şüphe ederim, bir de gözlerinden. Çünkü iyi görmüyorlar!”
Mülksüz ve Çıplak diyordu Nejat İşler de. Benzer duruşu olanlar benzer cümleler kurabiliyordu. Albert Einstein dil çıkarmıştı, Ara Güler usta da el hareketi yaptı. Delilikle dâhiliğin iç içe geçtiği duruşlar. Hayatı ‘marjinaller’ dönüştürür. Uç dergi de yayınladığım ilk ‘Mülksüz ve Çıplak’ yazısını buraya da almak istedim. Nejat İşlerin, Ara Güler’in bir an önce sağlıklarına kavuşması dileğiyle.
TUTKULARIN İZLEĞİNDE ÖZLENEN, ÖNEMSENEN HAYATLAR
“Hiçbir şey saklamadan, hayatımı, apaçık önüne serdim. Bu yüzden çözemiyorsun beni.” (R. Tagore) Kentin büyük ve kalabalık caddesinde yürüyordu. Oradan oraya koşuşturan insan kalabalığı içindeki bir başınalığını hissetti, irkildi. Kara duygularıyla sarı sıcak kentlere göçüp, orada da aykırı duran sonbahar sürgünlerini düşündü.  Aynı yerlerden aynı sözcüklerle geçiyordu kaçıncı kez. Sözcükler öldürüyordu sanki her şeyi. Bu kenti terk etmeye hazırlanıyordu. Mülksüz ve çıplak. Sevgiliye siz diyen şarkıları anımsadı. Böylesine inceliklerin gittikçe yok olduğu günümüzde, karşılaştığı sahici incelikler onu duygulandırıyordu. Hoyrat davranışlarla hırpalanıyor, aldığı yaralarla yiten dostlukların ardından ağlıyordu. Hüznü ve melankolisiyle kentin sokaklarını dolaşırken, insanları çıplak düşünürdü. Duygularını, düşüncelerini neden giyinik yaşarlardı sanki? Gizli, kaçamak, alabildiğine yalanlı, hoyrat ve hep eksik. Kuşkuya kapılırdınız; yaşananlar, gördükleriniz sahici mi, örtülerin altında başka gerçekler mi vardı? Konserve hayatlar yaşanıyordu, kutular, ambalajlar içinde. Evler, taşıtlar, işyerleri, eğlence yerleri... Buralarda yaşanan kaba, yaralayıcı ilişkiler. Her yan kan ve et kokuyordu. Dayanılmaz bir koku. Kan emicilerin, et severlerin yaraladığı, parçaladığı insan bedenlerinden gelen çığlıklarla irkiliyor, öfkeleniyordu. Hüznüne öfke ekleniyordu.
Bizans eskisi kentin varoşlarında yaşanan hayatları düşündü. Sabahın kör saatinde yollara dökülüp zengin evlerine temizliğe giden, sanki dünyanın bütün yükünü omuzlamış yaşlı kadınlar, yüklenen cinsel kimlik altında ezilen “kaba erkekler” kimin hayatını yaşıyorlardı? Yıkıldı yıkılacak ahşap evlerle çevrili bir sokakta yürüyordu. Hemen her balkonda çamaşırların asılı olduğu evlerde yaşanan hayatlara girmek istedi. Cumbalarında artık saksı çiçeklerini sulayan kadınların olmadığı, sararmış duvar kâğıtları ya da kireç badanalı duvarlarında zevksiz çerçevelerin, düğün ve askerlik fotoğraflarının asılı olduğu bu evlerde yaşanan hayat, onun hayatı olabilir miydi? “Kardeşim benim” duyarlılığı, her türlü yoksulluğun ve yoksunluğun içinde bu evlerde mi yaşanıyordu? Kim bilir?
Artık ertelememeliydi hiçbir şeyi ve yine o her zamanki ‘keşke’lerini yaşıyorken rastlaştı eski tanışıyla. “Sizi özlemişim.” Kalabalık bir gemideydiler. Güvertede başka tanıdıkları da vardı. Acıdan söz ediyordu şair olanı. “Gemi kıyıdan ayrıldığında tedirgindiniz. Tanışlarla ilgiliydiniz daha çok. Bense gemiyi izleyen martılarla. Önceki yaşantınızdan söz ediyordunuz. Dinliyordum. Yeni bir oyun başlamıştı işte. ‘Yaz yağmuru gibi serinletici ve geçici’ yaşanıyordu ilişkiler. Sevgiler bir atımlık, saçlarımız süpürge bile değil dostluklara. Şeytanın sevgili çocuklarıydık belki de. Tutkularının izleğini sürmekten yorgun düştüğü anlarda, en çok terk edilmişliklerine üzülürdü. İnsanları ve ilişkileri bir kez daha çıplak düşündü. Neden her şey örtünük yaşanıyordu sanki. Kim bilir? Belki de hayatın gizemi buradan geliyordu.
Düşüncelerimin bile sana ulaşamayacağı kadar uzaksın. Ördüğün duvarlar sana ulaşmamı engelliyor. Sana dokunmadan seni yaşayabilir miyim? İçimi fırtınalarından arındırıp seni bulmaya çalıştığımda, hep bir yerlerin eksik kalıyor. Senin ellerin yok. Senin dudakların yok. Belki de hiç olmadılar.
Ne zaman seni düşünsem yitik güzellikler, ölü martılar görüyorum sisler içinde. Sen kardelenler içinde bütün çıplaklığınla yatıyorsun. Bana mavilikler ve kardelenlerle gelmiştin. Yorgundun, kırgındın. Beni bırakmanı, unutmanı istemiştim. Bırakıp gitmeliydin. Bırakmadın. Beni de sürükleyip getirdin bu lanetliler kentine. Bütün güzellikler öldü.
Seni düşünüyorum da yeniden, hüzünler içinde buluyorum. Her şeyin rengi sarı oluyor birden. Elime fırçayı alıp sarıya boyuyorum yeryüzünü.
Balkondan balkona asılı iplerdeki çamaşırların renklendirdiği sokaktan geçerken kulağına bir şarkı çalındı; “Sesler, yüzler, sokaklar...” Sevdiği şairin yazdığı sözler yankılandı kulaklarında…
“Taş baskısı bir plakta/ Yorgun bir ses cızırdar/ Küflü sayfalarında bir albümün
Gülümser o soluk fotoğraflar/ Kıvrılırken bir kentin alanına/ Tutunur geçmiş yıllarına/ Tutunur anılarına/ İnce uzun duvarlar/ Kaç hayat yaşadınız söyleyin/ Sesler yüzler sokaklar”

BEREKETLİ TOPRAKLARIN SİNEMACILARI


 26 Ocak 2014
Çukurova’da bahar harikadır. Gök masmavi, kırmızı topraklar yemyeşildir. Çukurova’nın toprağına dört kilo çiğit at 80 kilo pamuk versin.Çukurova insanına peygamberler,  kitaplar dolusu sabır, tevekkül ve kanaat getirmiştir. Allah hakkı! Ölseler bile ne! Öte dünya vardır. Kuş gibi uçup gideceklerdir cenneti âlâya. Cenneti âlâda yağdan, baldan dağlar; sütten ırmaklar...”
Bu cümlelerle başlar Çukurova gerçeğinin anlatıldığı Bereketli Topraklar Üzerinde filmi. Seyhan ve Ceyhan’ın kucakladığı Adana, hayatın her alanında olduğu gibi sanat alanına da, sinemaya da cömert davranmış, bereketini esirgememiştir. Dadaloğlu’nun, Karacaoğlan’ın, Kul Halil’in ve edebiyatçısıyla, müzisyeniyle daha nice sanatçının yetiştiği topraklarda, sinemanın kaderini değiştirecek, ona güzellikler katacak güçlü sanatçılar da yetişmiştir.
Yeşilçam’a emek vermiş birçok sinemacı gibi, Adanalı sanatçıların da katkısıyla sinema hem daha geniş kitlelerce sevilmiş,  hem dünya çapında tanınır hale gelmiştir. Birçok kent gibi, Adana’yı ve Adanalıları konu alan filmler de yapılmıştır Yeşilçam’da, adında Adana geçen Adana Urfa Bankası, Adanalı Kardeşler, Helal Adanalı Celal, Adanalı Tayfur, Adanalı Tayfur Kardeşler gibi filmler de.
Adanalı Tayfur kardeşlerin hikâyesi film icabıydı elbette fakat gerçek hayatta İstanbul’a ve Yeşilçam’a kral olmuş Adanalı sinemacılar da vardı. Adana ve sinema dendiğinde bir de krallık söz konusuysa akla gelen ilk isim tabii ki Yılmaz Güney’dir. (Sinemanın akışını değiştiren Yılmaz Güney üzerine bu sayfada birkaç kez yazmıştım. O yazılara gazetemizin internet sayfasından ulaşmak mümkün.)
Adanalı birçok sinemacı aynı filmde buluşmuş, karşılıklı roller oynamışlardır. Her oyuncu en çok da Yılmaz Güney’le oynama şansını yakalamıştır.
BEREKETLİ TOPRAKLAR’DAN YEŞİLÇAM’A
Nihat Ziyalan 1936’da Adana’da dünyaya gelir. Adana Erkek Lisesi’ndeki öğrenimi yarıda bırakıp, Adana Şehir Tiyatrosu’nda oyunculuğa başlar. Ardından Ankara Sanat Tiyatrosu’nda çalışır. Sinemada birçok filmde rol alan, özellikle Yılmaz Güney’li filmlerdeki rolleriyle tanınan Nihat Ziyalan, şairliğiyle de bilinir, sevilir. Avantür-fantastik filmler dendiğinde ilk akla gelen isimlerden biri de İrfan Atasoy’dur. 1937 yılında Adana’da doğan İrfan Atasoy, oyuncu, yapımcı, senaryo yazarı ve yönetmendir.
Killing serisi filmlerle adını duyurmadan önce İstanbul’da film işletmeciliği de yapar. 1967 yılında İnce Cumali adlı filmde Adana’dan çocukluk arkadaşı olan Yılmaz Güney’le beraber yer alır. Yılmaz Duru’nun yönettiği filmin yapımcısı İrfan Atasoy’dur. İnce Cumali ile oyunculuğa başlayan Atasoy, aynı yıl içinde Killing filmlerinde de oynayarak avantür-fantastik filmlerin aranan oyuncusu olur.
Yılmaz Köksal Avantür-komedi filmlerinin, hareketli sahnelerin unutulmaz oyuncusudur. 1939 yılının 15 Temmuz’unda Adana’da doğar. İlkokulu bitirdiği yıl İstanbul’a gelir. Tophane Sanat Okulu’nda okumaya başlar. Tiyatro oyuncusu olarak başladığı sanat yaşamını sinemada da başarıyla sürdürür. İlk oynadığı film kendisi gibi Adanalı olan Orhan Kemal’den uyarlanan Murtaza’dır.
Yılmaz Güney’li birçok filmde yer alır. Çeko filmiyle başrole geçer. Avantür filmlere değişik bir tat getirmiştir Yılmaz Köksal. Vuran kıran bir kahramandır fakat komik ve sevimlidir de.
Yılmaz Güney’le birlikte yapımcılığa başlayan Abdurrahman Keskiner, yine yapımcılık yapan kardeşi Arif Keskiner ve yönetmen Ali Özgentürk de Adanalıdır.
1970 yılında bir yarışma sonucu sinemayla tanışan Aytaç Arman 1949 Adana doğumludur. Köy kökenli ailesinin kentte doğup büyüyen ilk ferdidir. Gerçek adı Veys El İnce. Veysel diye geçiyor. Sinemanın oyuncu ihtiyacı yarışmalarla da karşılanıyordur. Karakaşlı, kara gözlü, uzun boyludur Aytaç Arman. Arkadaşları resmini bir yarışmaya gönderir. Matematiği ve matematik hocasını çok seviyordur. Arman da matematik hocasının soyadıdır. Arkadaşları bu soyada uygun isim ararken Aytaç’ı seçerler
Menderes Samancılar, oynadığı bütün filmlerde, başarılı oyunculuğuyla hep öne çıkmış ve izleyiciye kendini sevdirmeyi bilmiştir. 8 çocuklu bir ailenin en küçüğüdür. At arabacısı olan babası ailesiyle Diyarbakır’dan Çukurova’ya göçmüştür. “1954’te Adana’da doğdum. Mayıs’ın 1’inde doğduğum için, doğum günlerimi genellikle 1 Mayıs alanlarında kutladım. Babam ırgatlık falan derken at arabacılığı yapmaya başlamış.”
Saklambaç’lı, Kelebekli yıllardır. Hürriyet Gazetesi’nin Kelebek’i, fotoroman Kral ve Kraliçe’leri seçiyordur. Menderes Samancılar o yıllarda at arabacılığından, eczacı çıraklığına, taksi şoförlüğünden ırgatlığa, fabrika işçiliğine kadar birçok işte çalışıyordur. Fabrikada çalıştığı yıllarda, ustalarının baskısıyla resim gönderir yarışmaya. 1974 yılıdır, ilk resim elemesini kazanır. Ardından Adana’da canlı elemeyi ve İstanbul’daki son elemeyi de kazanır. Artık, Fotoroman Karakter Kralı’dır. Valizini toplar, İstanbul’a gelir. Tanıdığı “bir Allah’ın kulu ve 1 lira parası” yoktur. Beyoğlu, Büyükparmakkapı Sokak’ta taksicilik yapar. Fotoromanlarda başrol oynamaya başlar.
“İstanbul’a. Fotoroman çevirmeye gelmek... Sanki devletin başkanlığını verecekler, ben yönetmeye gidiyorum.” İlk fotoromanı Güner Sümer çeker. Bir de gazete de şoförlük işi verirler. İki bina arasında gazete taşıyordur. Sonra servis arabasını kullanır. Kral, gazeteci arkadaşlarına servis şoförlüğü yapıyordur. Hızlı araba kullandığı için işten çıkarılır.
O yıllardaki benzerliği nedeniyle Yılmaz Güney diye lanse edilmekten pek hoşnut değildir. ‘Menderes Samancılar’ olmaya gelmiştir İstanbul’a. Yarışma gecesi de “Yılmaz, Yılmaz” diye alkışlarlar onu. Yılmaz Güney hayranıdır, onunla büyümüştür. “Yılmaz Güney’e hayrandım. Taptığım bir adam. Bugün de öyle. Sinemasına, ideolojisine, her şeyine saygı duyuyorum.”
Başka kimler yoktur ki Çukurova’dan Yeşilçam filmlerine yol alanlar arasında. Yılmaz Duru, Sami Güçlü, Ali Şen, Şener Şen, Bilal İnci, Demir Karahan, Salih Güney, Mahmut Hekimoğlu, Meral Zeren, Perihan Doygun, Mustafa Suphi Baltacı, Cengiz Sezici, Yüksel Arıcı, Dolunay Soysert de Çukurova’nın bereketli topraklarından Yeşilçam’a gelmiş ve sinema tarihine adını yazdırmış önemli oyuncular, sinemacılardır.
Bereketli toprakların sinemaya gönül vermiş öncüleri arasında iki de Kemal vardır. Orhan Kemal ve Yaşar Kemal. Edebiyat dünyamızın da önemli isimleri olan Orhan Kemal ve Yaşar Kemal yazdığı senaryolarla ve yazdıkları öykülerden, romanlardan uyarlanan filmlerle sinemaya önemli katkıda bulunmuş sanatçılardandır.

KUŞLAR TOPLANMIŞ GÖÇÜYORLAR


 9 Ocak 2014
Yazının başlığı Cemal Süreya’dan. “Hayat kısa, kuşlar uçuyor” da demişti usta ve 9 Ocak 1990 yılında uçmuştu aramızdan sonsuzluğa. Üstelik giderken, “Ölüyorum tanrım /Bu da oldu işte./ Her ölüm erken ölümdür/ Biliyorum tanrım./ Ama, ayrıca, aldığın şu hayat/ Fena değildir/ Üstü kalsın...” demişti.
2013 yılında acı kayıplar yaşamış, kültür sanat dünyasından çok değerli insanlarımızı yitirmiştik arka arkaya. 2014 de acılarla, ölümlerle geldi; yaprak dökümü sürüyor. Her gün ölüm haberleri, her gün felaket. Her gün değerli bir kayıp. “Ölüm adın kalleş olsun.”

Bazı ölümlerden haberimiz bile olamıyor. Örneğin pantomim sanatının öncüsü olarak kabul edilen Erdinç Dinçer 20 Ağustos 2013’te hayatını kaybetmiş; yeni öğreniyorum. 2013 yılının ilk acı haberi (4 Ocak 2013) söz yazarı-yorumcu Şenay Yüzbaşıoğlu’dan gelmişti. “Sev Kardeşim” ve “Hayat Bayram Olsa” şarkılarını bilmeyenimiz yoktur. Yaşam öyküsünün anlatıldığı metinlerde şu cümleler yazılıdır:
“Dönemin pop müzik şarkıcılarının aksine, sözlerini kendi yazdığı şarkılarında hümanist konulardan bahseder, daha aydın bir tavır takınır. Fiziksel görünümü de dönemin alaturka, yırtmaçlı, ağır makyajlı popçularından farklıdır, punk havalı sürrealist bir görüntüsü vardır. Müzik hayatını plak ve konserlerle sürdürür ve magazinden uzak durur. Bülent Ecevit’in “Karaoğlan” lakabıyla büyük zafer kazandığı seçimlerden önce, mitinglerde Ecevit’ten önce sahne alır “Sev Kardeşim” ve “Hayat Bayram Olsa”yı söyler. Siyasi mitinglerde sahne alan ilk sanatçıdır. Bir dönem şarkı sözleri TRT tarafından solcu bulunur ve Selda Bağcan, Cem Karaca, Melike Demirağ, Fikret Kızılok ve Bülent Ortaçgil gibi kara listeye alınır.”
ÜŞÜR ÖLÜM, ÖLÜM BİLE
13 Ocak 2013’te tiyatro ve sinema oyuncusu Alev Sururi,16 Ocak’ta dünyaca tanınan Ressam Burhan Doğançay, 23 Ocak’ta sinema-tiyatro oyuncusu, yönetmen Savaş Akova hayatını kaybetmişti. Yıl boyu sürdü yaprak dökümü: Ahmet Erhan, Gül Yalaz, Güzin Dino, Dinçer Çekmez, Halim Spatar, İsmet Kür, İsmet Hürmüzlü, Leyla Erbil, Mehmet Ali Birand, Metin Kaçan, Metin Serezli, Müslüm Gürses, Nejat Uygur, Peride Celal, Savaş Ay, Şahin Gök, Tekin Akmansoy, Toktamış Ateş, Tomris Oğuzalp, Tuncel Kurtiz, Turgut Özakman, Yaşar Güner.
2013’ü kötü anılarla, acı kayıplarla uğurlarken yeni yılın güzelliklerle gelmesini dilemiştik ama öyle olmadı. Önüm arkam, sağım solum ölüm! “Bir soğuk yel eser üşür ölüm, ölüm bile.”
Ölüm yıldönümünde Kuşadası’nda da anmıştık Erdal Eren’i; geçtiğimiz günlerde. Emek Partisi’nden ve Emek Geçliği’nden arkadaşların düzenlediği etkinlikte Tevfik Taş’ın Tunç Erenkuş’la birlikte hazırladığı 12 Eylül 1980 darbesinin ardından henüz 17 yaşındayken yaşı büyütülerek idam edilen Erdal Eren’in hayatını anlatan “Oğlunuz Erdal” belgeseli gösterildi. Bir kez daha izledik içimiz burkularak. Gözlerimiz dolarak. Kısa ama mücadeleyle, umutla, dirençle dolu bir ömrün hikâyesiydi anlatılan. Yılgınlıkla değil ama umudu ve direnci çoğaltarak ayrıldık anmadan.
Belgeseli girişine de alınan dizelerinde şöyle diyordu Onat Kutlar:
“Düşünüyorum nasıl budandık bahara ulaşmak için.
Şimdi sessiz duruyoruz kıyısında bir düşüncenin
unutmamak için çünkü unutuşun kolay ülkesindeyiz
ölü balıklar geçiyor kırışık bir deniz sofrasından
ve ellerinde fenerlerle benim arkadaşlarım
durmadan düşünüyorum ne kadar çok öldük yaşamak için.”
ÖRGÜTLEMİŞLER BAHARI
2014 de acının, ölümün yıkıcı haberleriyle geldi, tıpkı öneki yıllar gibi. ‘Baharı örgütleyenler’, hayatı güzelleştirmek, dönüştürmek için sanata sarılanlar birer birer ayrılıyorlar aramızdan. Yaprak dökümü sürüyor tüm acımasızlığıyla. Her ölümle biz biraz daha yalnızlaşıyoruz, hayat biraz daha ‘ıssızlaşıyor.’ Umuda ve isyana güç katan Umuda Ezgi’nin kurucularından olan Nihat Aydın’ın ölüm haberi geldi yılın ilk günlerinde.
“Gömdüğümüz kitaplar çiçeklenmiş/ Örgütlemişler baharı/ Karakolların önü/ Lacivert yeşil sarı/ Unuttum adlarını adları neydi/ İdris miydi Nuray mıydı Eren mi?
Girmişler saksılara adları sarmaşık/ Evreni yontuyorlar sırça parmaklarıyla/ Kırlarda bayırlarda papatyalarda telaş/ Gömdüğümüz kitaplar çiçeklenmiş/ Örgütlemişler baharı”
Geçtiğimiz haftalarda bu sayfada Yeşilçam’ın ‘kötü adamları’ üzerine iki yazı yazmıştım. Yazılardan ilkinin başlığı şöyleydi: Film icabı kötü adamlar ve Sütçü.
“Avantür filmlerin, vurdulu-kırdılı sahnelerin en önemli ve unutulmaz oyuncularından biri de, başrollerde de oynayan ve adı “sütçü”ye çıkan film icabı kötü adamı Süheyl Eğriboz’dur. En çok Cüneyt Arkın’lı filmlerin kötü adamı, kavgacı adamıdır o. Geçtiğimiz günlerde ortak tanıdıklarımız Süheyl ağabeyle ilgili üzücü haberi duyurmuştu; Süheyl Eğriboz beyin damarındaki tıkanıklık neticesinde felç geçirerek hastaneye kaldırıldı.” demiştik yazıda.
Süheyl Eğriboz ne yazık ki hayatını kaybetti. Kötü haberler gelmeye devam ediyordu. Marmaris’te geçirdiği trafik kazasında ağır yaralanan 26 yaşındaki Huban Öztoprak tedavi gördüğü hastanede yaşamını yitirdi.
Armutalan beldesi Seyirtepesi mevkisinde 28 Aralık 2013’te, Datça’ya gösteri için giden İstanbul Kumbara Görsel Tiyatrosu ekibini taşıyan minibüs ile hafriyat kamyonunun çarpışması sonucu 26 yaşındaki Huban Öztoprak ağır yaralanmış, Marmaris Yücelen Hastanesi yoğun bakım ünitesinde tedaviye alınmıştı. Huban Öztoprak’ın ardından Selçuk Uluergüven ağabeyden de kötü haber gelmişti. Aynı güne sığan iki acı. Ölüm dur durak bilmiyordu. Geçtiğimiz günlerde şair, sinemacı değerli arkadaşımız Adnan Azar’ı da yitirdik.
“O iyi insanlar o güzel atlara binip gittiler.”

GÜLER MİSİN KORKAR MISIN?


 2 Ocak 2014
İnsanın kendi şeytanıyla yüzleşmesinden bahsediyordu ya, yani korkularımız.”
Tür sineması zordur, iki türü iç içe yapmak daha da zor. Orçun Benli’nin, korku ile komedinin iç içe olduğu fantastik filmi Gulyabani 28 Şubat’ta gösterime giriyor. Gulyabani’nin başrollerinde Deniz Uğur, Ceyda Ateş, Didem Balçın ve Melike Öcalan’ın yanı sıra Perihan Savaş ve Cüneyt Arkın yer alıyor.
Dört kadın, fantastik bir filmin senaryosunu yazmak üzere korku dolu bir ormanda yer alan av evine gider. Dört güzel Kadın, atmosferi soluyup mekânı keşfetmeye çalışırken, peş peşe beklenmedik olaylarla karşılaşırlar ve kendi korkuları ile yüzleşmek zorunda kalırlar. İlk olarak Süt Kardeşler filmi ile sinemada boy gösteren Gulyabani, bu sefer hem korkutacak hem de güldürecek.
Yönetmen Orçun Benli, “ülkenin ilk korku karakteri oldu bu filmle” diyor projenin önemini ve farkını belirtirken. “Daha önce cinayet gibi din referanslı yürüyordu sinemada korku, biz Anadolu’nun içinden, halkın içinden bir korku karakteri çıkardık.” Orçun Benli ile tanışıklığımız eski zamanlara uzanıyor. Sinema izleyicisi Orçun’u benim önemsediğim filmi Bu Son Olsun (2012) ile tanıdı.
Sen Türkülerini Söyle filmiyle başlayan, farklı tarih aralıklarıyla çekilen ve “12 Eylül Filmleri” başlığı altında değerlendirilen, (benim açımdan Beynelmilel ve Eve Dönüş filmiyle birlikte diğerlerinden farklı bir yerde duran) filmlerin sonuncusuydu Bu Son Olsun.
Bu Son Olsun’da 12 Eylül’ü mizahi bir dille eleştiren, yaşanan dramları, trajediyi ironi ile aktaran Orçun Benli, ikinci filminde tür sinemasına yöneliyor; Gulyabani’de korku ile gülmeceyi iç içe deniyor.
DRAKULA’DAN ŞEYTAN’A KORKU
Yeşilçam sinemasının ana gövdesi melodramlardı. Bunun yanında güldürü filmlerine ağırlık verilse de belli kalıpların dışına çıkılmıyordu. Yeşilçam, bir yandan da Westernden polisiyeye kadar her türü deniyordu.
Son yıllarda genç kuşak yönetmenler, özellikle ilk filmini yapanlar korku filmlerine yönelse de, Yeşilçam’da en az denenen türdü korku sineması. Nazım Hikmet’in yönettiği 1937 yapımı mütareke yıllarında hafızanı yitiren bir gencin hayal dolu dünyasının anlatıldığı Güneşe Doğru filminin de ilk fantastik filmimiz olduğu söylenir. Vedat Örfi Bengü’nün 1948-50 yapımı Beyaz Baykuş, Bir Fırtına Gecesi, Çıldıran Baba gibi filmlerinde korku motiflerinin yer aldığı yazılıdır kaynaklarda.
1949 yılında ise Aydın Arakon’un yine korku unsurlarını içeren, esrarengiz, loş bir konakta geçen, daha çok atmosfere dayalı Çığlık adlı filmi de söz edilecek yapımların başında gelir. İlk gerilim filmi olan “Çığlık”ı, ‘korku türüne yakın ilk film’ olarak görebiliriz. Ancak ilk korku filmi olarak Mehmet Muhtar’ın yönettiği 1953 yapımı Drakula İstanbul’da kabul edilir. Drakula İstanbul’da, Hollywood yapımı Bela Lugosi’nin oynadığı Dracula filminden esinlenerek yapılmış, özgün bir filmdir. Kaynağı ise Ali Rıza Seyfi’nin, Bram Stoker’dan kısaltarak uyarladığı, (özet-çeviri) adı sonraki basımında Drakula İstanbul’da olan Kazıklı Voyvoda romanıdır.
Çığlık filminde, fırtınalı bir gecede bir köşke sığınan, orada bir miras meselesi yüzünden dayısı tarafından çılgına döndürülen bir genç kızla tanışan bir doktorun öyküsü anlatılır. Esrarengiz, karanlık deli kızın dehşet verici çığlıklarıyla çınlayan köşkte doktor öldürülmek istenir, fakat yerine genç kız kurban gider.
Drakula İstanbul’da filminin kahramanı Vampir Kont Drakula’dır. Drakula İstanbul’da korkudan çok atmosfer yaratırken, Yavuz Yalınkılınç’ın yönettiği Ölüler Konuşmaz ki de (1970) vampir çağrışımlı, hortlaklı bir filmdir. Genç bir çift faytonla tekinsiz bir malikâneye giderler. Sürekli ayın 15’i olduğundan bahsedip duran arabacı, onları bırakıp oradan kaçar. Geldikleri ev Âdem Bey’in konağı olarak anılmaktadır ve onun vasiyeti üzerine ücretsiz otele dönüştürülmüştür. Evde sadece siyahlar giyinen ve eski sevgilisi olduğu anlaşılan bir kadın portresine taparcasına bakan bir kâhya vardır. Genç çift eve geldikleri günün gecesi eve giren garip bir adam tarafından öldürülürler. Çünkü adam aslında civardaki mezarlıktan kalkıp gelmiş bir hortlaktır ve hortlak her ayın 15’inde ortaya çıkıp cinayet işlemektedir. Malikâneye gelenlerin hortlak dehşetiyle karşılaştığı hikâyenin sonunda elinde Kurandan ayetler okuyan bir imam ve yandaşları hortlağı alt edeceklerdir.
Doğaüstücü bir korku filmi olan Şeytan (1974) usta yönetmen Metin Erksan imzasını taşır. Şeytan’ın esin kaynağı Amerikan korku yazarı William Peter Blatty’nin çok satan romanı The Exorcist ve bu romandan uyarlanan filmdir.
Şeytan, hem Yeşilçam’ın hem de Metin Erksan’ın en ilginç çalışmalarından biri olur. Film, 1973 yılında William Friedkin imzalı The Exorcist’in neredeyse kopyası niteliğindedir. Metin Erksan, filmden değil Blatty’nin romanından uyarladıklarını söylese de Şeytan, her yönüyle aynı olduğu The Exorcist’ten uyarlanmıştır. Bu uyarlama Yeşilçam sinemasına özgü biçimde Hıristiyan söylemlerin İslami söylemlere dönüştürülmesi şeklinde gerçekleştirilir.
Şeytan, bir şeytani figürün arka planda yer aldığı jeneriğinin ardından diğer film gibi Ortadoğu’da bir arkeolojik kazı alanında başlar. Kazı çalışmasındaki yaşlı bir arkeolog (Agâh Hun) üzerinde şeytan figürü olan bir madalyon bulur ve ardından büyük bir şeytan heykeline doğru ilerler. The Exorcist filminde konuşma varken, Şeytan’da herhangi bir konuşma yoktur ve doğrudan panaromik bir İstanbul görüntüsüne geçer. Filmin geçeceği evin yakın plan çekiminden sonra Ayten görülür. Genç kadın gece yarısı tavan arasından sesler duyar, sonra kızı Gül’ün odasına gidip tamamen açık olan pencereyi kapatır.
Bu arada Ayten evde bir ruh çağırma tahtası bulur ve bunun Gül’e ait olduğunu öğrenir. Gül “Kaptan Larsen” adında bir ruhla sürekli oynadığını söyler. Gece yarısı uyanan Ayten yanında Gül’ü görür. Kız yatağının sallandığını ve uyuyamadığını söyler. Bu arada Ayten tavan arasından tekrar nereden geldiği, kime ait olduğu belli olmayan bir kitap bulur. Yazarı Tuğrul Bilge’dir: “Şeytan: Akıl Hastalıkları Hakkındaki Görüşlerin Işığı Altında Evrensel Dinlerde Şeytanın Ruh Zaptetmesi Olayı ve Şeytan Kovma Merasimi.” Bu bilinmezlik de filmin metafizik yanını kuvvetlendirir.

UMUMİ TERBİYEYE VE AHLAKA MUGAYİR -


 05 Ocak 2014
Yazının başlığını ‘kamu düzeni’ ve ‘genel ahlaka’ aykırılık olarak tercüme edip, ‘sinemaya devlet desteğine ahlak kriteri (sansür)’ diye de okuyabilirsiniz. Geçtiğimiz günlerde Evrensel’e “Sinemaya da ahlak kriteri geldi” başlığıyla bir haber yansıdı.
“Özel tiyatrolara destek için ‘genel ahlak kurallarına uygun’ oyun sergileme şartı getiren Kültür ve Turizm Bakanlığı, benzer bir kriteri sinema filmleri için de uygulamaya koydu” bilgisinin olduğu haberin girişinde şu cümleler yer alıyordu: “Sinema Filmlerinin Desteklenmesi yönetmeliğinde yapılan değişikliğe göre, destek verilen sinema filmlerinin, ‘+18’ ibareli olması durumunda bakanlık filme sağladığı desteği geri alacak.” Ayrıca yönetmelik değişikliğine göre, destek alan sinema filmleri, mutlaka Türkiye’de vizyona girmek zorunda olacak. Yani, “Umumi terbiyeye ve ahlaka ve milli duygularımıza mugayir bulunan, filmlere destek verilmez, verilse de geri alınır.”
Açılımı: Yapım ve yapım sonrası kategorilerinde destek alan projelerde değerlendirme ve sınıflandırma işlemi sonucu verilen işaret ve ibarelerin kullanılmaması, ticari dolaşıma ve gösterime sunulmasının uygun bulunmaması veya 18 yaş ve üzeri izleyici kitlesi için uygun görüldüğüne dair işaret ve ibare kullanılmasının zorunlu tutulması hallerinde bu projelere sağlanan destek geri alınacak.
DENETİM VE SANSÜRÜN TARİHÇESİ
 “Umumi terbiyeye ve ahlaka ve milli duygularımıza mugayir bulunan” filmlerin denetimi çok eski yıllara uzanıyor. Yıllarca sinemacıların korkulu rüyası olan sansür dillere destan ve çoğu neredeyse komik uygulamalarıyla Cumhuriyetin ilk yıllarından başlayarak günümüze kadar süregelmiştir. Çoğu zaman keyfi kararlarla yasaklanan filmler izleyiciye ulaşamamış ya da birçok sahnenin çıkarılmasıyla gösterilebilmiştir.
İlk sansür uygulaması 1919 yılında Mürebbiye filmiyle başlar. İşgal orduları tarafından yasaklanan filmin Anadolu’ya gönderilmesine ve gösterilmesine izin verilmez. Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın romanından uyarlanan filmde bir Türk ailesinin yanında mürebbiye olarak çalışan Fransız kadının hikâyesi anlatılır. Madam Kalitea’nın başarıyla oynadığı Fransız mürebbiye çalıştığı evin bütün erkeklerini baştan çıkarır ve birbirlerine düşürür. Fransızları küçük düşürüyor gerekçesiyle yasaklanan filmle ilk sansür uygulaması da başlamış oluyordu.
Türkiye’de sinemaya/sanata sansür devlet tarafından uygulanmaktadır. TBMM’den sonra sansür yetkisi valiliklerce kullanılırken, 1932’de Merkez Sansür Teşkilatı kurulur. 09. 06. 1932’de film, 26.12.1933’te de ek talimatname ile senaryo sansürü getirilir. Film ve senaryo sansürünü uygulamak için bir komisyon oluşturulur. Bu komisyonda, İçişleri ve Milli Savunma bakanlıkları ile Genel Kurmay Başkanlığı’ndan birer temsilci bulunur. Ülke içinde yapılan yerli filmler ve senaryolar bu komisyonlarca denetleniyor ve gerekli görüldüğünde, sansür ediliyor, yurt dışından gelenler de gümrüklerde kontrol edilip sansüre tabii tutuluyordu.
1934 yılında kabul edilen Polis Vazife ve Salahiyetleri Kanununda yer alan hükümlere dayanılarak film ve senaryo sansürünü içeren bir tüzük hazırlanır. 1939 tarihli sansür tüzüğü yürürlüğe girdikten sonra 23 Eylül 1977 tarihinde yürürlüğe giren yeni Sansür Tüzüğüne kadar 38 yıl aralıksız bazı değişikler yapılarak uygulanmıştır.
1979 Tüzüğü ve 1983 Tüzüğü sansürcü zihniyetin devam ettiğinin göstergesiydi. 1986’da FİYAP’ın (Film Yapımcıları Derneği) girişimiyle “Sinema Video ve Müzik eserleri Kanunu” kabul edilir. Böylece Türkiye’de sinema ilk kez bir kanuna kavuşmuş oluyordu. Film sansüründe bugüne kadarki tüm yasal düzenlemelerin kaynağı olan “Polis Vazife ve Salahiyetleri Kanunu”nun 6. maddesi yürürlükten kaldırılarak polis sansürüne son verilir, sinema ile ilgili tüm konular İçişleri Bakanlığının yetkisine bırakılır.
1986’da yürürlüğe giren yasa ile köklü değişikler yapılmış olsa da, yeni tüzük eski tüzükteki bazı maddeleri içermemekle birlikte, öz itibariyle yasaklamalardan vazgeçilmemiştir. 1939 yılında yürürlüğe giren “Filmlerin Ve Film Senaryolarının Kontrolüne Dair Nizamname”nin denetim hükümlerinden biri şöyledir: “Umumi terbiyeye ve ahlaka ve milli duygularımıza mugayir bulunan, filmlerin çekimine müsaade edilmez. İşte bugün getirilen ‘ahlak kriteri’nin kaynağı.
SANSÜR HİKÂYELERİ
Sansürle başı derde giren sinemacıların başında kuşkusuz Metin Erksan gelir. 1950’li yılların başında çektiği Karanlık Dünya adlı filminin adı sansür komisyonunca Âşık Veysel’in Hayatı olarak değiştirilir. Yine aynı film, oyunculardan Aclan Sayılgan ve Kemal Bekir’in Komünist Parti kurma suçundan tutuklanmasıyla 7. maddenin 5. fırkası gereğince tümden reddedilir. Daha sonra tekrar komisyona giren film şartlı olarak izin alabilir. Ekin boylarının kısa ve cılız oluşu, ziraat işleminin çok ilkel olması, turna dansı yapan dört kızdan ikisinin çıplak ayaklı, ikisinin çarıklı oluşu şartlı kabulün gerekçelerinden bazılarıdır.
Yine Metin Erksan’ın Yılanların Öcü ve Susuz Yaz adlı filmleri de sansürden nasibini almıştı. O dönemin Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel Yılanların Öcü’nü köşkte izleyip çok beğenmesine ve Metin Erksan’la yapımcı Nurset İkbal’ i tebrik etmesine rağmen film sansürden izin alamayarak tümden reddedilmişti. Susuz Yaz da “gayri ahlaki” bulunarak tümüyle reddedilmişti.
Duygu Sağıroğlu’nun Bitmeyen Yol filmi köyden büyük kente göç eden köylülerin yaşam öykülerini anlatıyordu. Fakat olur mu öyle şey, sansür kurulundan haberiniz yok galiba. Tabii ki filmin halka gösterilmesine, yurt dışına çıkarılmasına “şehrin en kötü ve en sefil yerlerini, işçilerin en sefil hayat şartları içinde yaşadıklarını belirttiği, bütün işverenleri kötü huylu, hoyrat, işçiyi hakir gören kişiler olarak gösterdiği” gerekçesiyle izin verilmez.
Lütfi Ö. Akad’ın yönettiği Hudutların Kanunu da sansür kurulunca yasaklanıyordu. Yılmaz Güney’in Umut filmi 10 maddelik gerekçeyle yasaklanır. Bu maddelerden biri şöyledir: “Filmde Yılmaz Güney ve arabası bakımsız, pis, yırtık, çok zayıf bir at ile iş yapması ve geçinmesi şansa bağlı olup kalabalık bir aileyi geçindirilmesi düşünülmez iken, bu araba ve at fakirliğin bir sembolü olarak ele alınmış, çeşitli olaylarla da çalışmak imkânı bulunmadığı kanaati verilmiştir.” Yılmaz Güney’in Ağıt filminde de sakıncalı sahneler bulunarak o sahnelerin çıkarılması isteniyordu. Süreyya Duru’nun çektiği Kara Çarşaflı Gelin de “memleket asayişine zararlı” olduğu için yasaklanmıştı.

DEPREM VE ZULÜM


 22 Aralık 2013
23 Ekim 2011 tarihinden bugüne (22 Aralık 2013) dek kaç saat, kaç gün, kaç hafta, kaç ay geçti ey devlet! Van o günden bu yana üşüyor. Vanlı depremzedeler ölüme terk edildi. Başta barınma olmak üzere hiçbir ihtiyacının karşılanmadığı depremzedeler yerleştirildikleri konteynırlardan çıkarılmak isteniyor, elektrikleri kesiliyor. Depremzedelerin kaldığı çadırlarda yangınlar çıkıyor, insanlar yangınlarda ölüyor; kış koşullarında çocuklar donarak ölüyor. Yangından, soğuktan kurtulan açlıktan ölüyor. Haftalardır açlık grevinde olan ve yaklaşık 4 aydır elektriksiz yaşam mücadelesi veren depremzedeler, konteynırlara yeniden elektrik bağlanması için yaptığı girişimlerin de Valilik tarafından engellendiğini söylüyor. Konteynırları kaplayan kar ve soğuk hava nedeniyle zor günler yaşayan depremzede bir anne "Akşam olunca çocuklarımızı nefesimizle ısıtıyoruz" diyor.
Evrensel'e konuşan depremzedelerin temsilcisi Ali Ahi, "Burada insanlar çaresizliği izliyor. Burada küçük çocukların yazdığı bir pankart vardı. 'Hayatımız film olmuş' diye. Bu doğru ve yetkililer bu filmi resmen izliyor. Biz çaresiziz ölüme terk edilmiş durumdayız" diyor.
VANLI İÇİN BU ZULÜM İLK DEĞİL
Hareketli yıllardı. 12 Mart darbesi yapılmış gençler aydınlar hapishanelere atılmış, işkencelerden geçirilmişti. 12 Martın karanlık günleri kâbus gibi çökmüştü ülkeye. Deniz Gezmişler asılmış, Mahir Çayan ve arkadaşları, İbrahim Kaypakkaya ve daha birçok devrimci yargılı yargısız infazlarda, işkencelerde öldürülmüştü. 12 Mart kâbusundan uzaklaşma günlerinde, 1974 affıyla cezaevinden çıkan devrimciler örgütlenmelerini ve mücadelelerini yeniden sürdürmeye başlamışlardı. Halk muhalefetinin de yüksek olduğu yıllardı. Fakat 12 Mart öncesi de çok parçaya bölünmüş devrimciler, yeni dönemde de aynı bölünmüşlükle, farklı örgütlenmeler içinde yer alıyordu. Sol içinde iki kutuplu dünyada, daha çok Sovyetler Birliği ve Çin Halk Cumhuriyeti eksenli bölünmeler yaşanıyordu. Bu örgütlenmeler sanat dünyasına da yansıyordu kaçınılmaz olarak.
O yıllarda, Ankara Sanat Tiyatrosu'nda da bir bölünme yaşanmıştı. Başında Erkan Yücel'in olduğu bir gurup oyuncu hem siyasal farklılık hem de buna bağlı olarak oyun seçimine dek yansıyan sanat anlayışlarındaki farklı bakış nedeniyle AST'tan ayrılarak adı daha sonra Ankara Halk Tiyatrosu olan Devrimci Ankara Sanat Tiyatrosu'nu kurmuştu. Devrimci Ankara Sanat Tiyatrosu'nun oyuncularını da tanımıyordum henüz isim olarak da, yüz olarak da.
İlk oyunlarıyla Kartal'a turneye geldiklerinde tanıştık hepsiyle. Erkan Yücel'i ilk kez orada tanımıştım. Oyun öncesi sohbetler yapılmıştı Kartal Belediye Sineması'nın fuayesinde. (Kişisel bir not: O ana kadar her şey normaldi. Fakat oyun başlayıp da Erkan Yücel sahneye çıktığında ilk büyü yaşanmış, ilk tiyatro ateşi düşmüştü içime. Öncesinde de sinemaya ve oyunculuğa olan tutkum, Erkan Yücel'in sahnedeki büyüsüyle, ışığıyla, izini yıllarca süreceğim başka bir sevdaya dönüşmüştü. Bu etkilenme sadece benim için de geçerli değildi. Belediye Sineması'nı tıka basa dolduran herkes, Erkan Yücel'den çok etkilenmişti. O'nun sahneye çıktığı an, salonda bir dalgalanma yaşanıyor, kahkahadan kırılıyordu herkes.)
DAST'ın ve Erkan Yücel'in, ilk izlediğim oyunları "Halkın Gücü", "Toprak", "Ağalar Cehennemin Dibine" ve "Deprem ve Zulüm"dü. Erkan Yücelli sahneler ve ekibin oyunlarda söylediği türküler, marşlar yıllarca silinmedi belleğimden. Erkan Yücel Toprak adlı oyunu Pazarcık köylülerinin toprak mücadelesini yerinde inceleyip oyunlaştırır ve bu oyunla yılın en iyi oyuncusu da seçilir.
Mert Egemen'i, Fuat Çiyiltepe'yi, Mualla Çiyiltepe'yi, Halil Hoca'yı, Hasan Yıldırım'ı, Şıh Ali Yalçıner'i de DAST oyunlarında tanımıştım.
DEPREM VAR, DEPREM VAR MURADİYE'DE VAN'DA ZULÜM VAR, ZULÜM VAR DERSİM'DE ZİLAN'DA
6 Eylül 1975 tarihinde Diyarbakır'ın Lice ilçesi ve köylerinde 6,6 büyüklüğünde bir deprem olur. 23 saniye süren bu şiddetli sarsıntı sonrası 2385 insan hayatını kaybeder. Daha Lice depreminin acıları sürerken, yaralar kapanmamışken 24 Kasım 1976 tarihinde merkez üssü Van'ın Muradiye ilçesi Çaldıran bucağı olan 7,5 büyüklüğünde "bilançosu korkunç" bir deprem olur. Deprem Muradiye ile çevre ilçeler olan Erciş ve Özalp'de can ve mal kaybına neden olur. Bu depremde de 3840 insan hayatını kaybeder. Bütün dünyadan yardım ve destek geldiği gibi, Türkiyeli tüm devrimciler de Van'a yardıma, dayanışmaya, koşar, kurtarma çalışmalarına katılır. Fakat o gün de yardımlar yağmalanır, halk açlığa, soğuğa ve ölüme terk edilir.
DAST (Ankara Halk Tiyatrosu) da bölgeye giderek deprem üzerine bir oyun hazırlamayı kararlaştırır.  "Deprem ve Zulüm" adlı oyunun tekstlerini hazırlayan üç oyuncudan biri de oyuncu Şıh Ali Yalçıner'dir. Fuat Çiyiltepe ile Van'a gidip yerinde inceleme araştırma yaparak bölgedeki sosyal-ekonomik hayata dair edindikleri bilgileri oyun metnine dönüştürürler. Zelzele adıyla yazdıkları ilk metin beğenilmesine karşın, bağlı oldukları siyasi yapı/parti tarafından yapılan müdahaleler ve tartışmalar sonrası değişikliklerle Deprem ve Zulüm adıyla oyunlaştırılarak sahnelenir.
90'lı yıllarda yaptığımız bir söyleşide şunları söylemişti Şıh Ali Yalçıner: "İnsanların yaşadığı zulüm çok ağırdı. O bölgelerde hem doğanın zulmü hem de milli zulüm yaşanıyordu. Oyunda bunu işledik. Kürtçe ağıtlar, konuşmalar olduğu için yaklaşık on yıl yasaklandı. Gözaltılar, tutuklamalar oldu. Oynandığı her yerde soruşturmalar açıldı. Ord. Prof. Sulhi Dönmezer bilirkişi olarak, 'oyun cezalandırılmalı' diye rapor verdi. Oyunun bölücülük suçundan yargılanmasını isteyenlere karşı, tiyatronun önemli ismi Haldun Taner ise oyunun Türk ve Kürt halklarının kardeşliğine hizmet ettiğini söylüyor, 'bütününe bakıldığında bölücülük yapmadığını anlarsınız' diye rapor veriyordu. Anadolu'da köylerde traktör römorklarında oynuyorduk oyunları. AST'tan 'tiyatroyu halka, Anadolu'ya yaymak gerekir' gibi düşüncelerle de ayrışma yaşanmıştı. Türkiye'de, kötü rollerde oynayan oyunculara tepki gösterecek kadar ortaoyununa uygun bir halk vardı."
Oyun Ankara'da ve gittikleri yerlerde büyük ilgi görür fakat devlet baskısı ve zulmü, yasaklamalar, davalar, gözaltılar peşlerini bırakmaz. "Devletin şahsiyetine karşı eylemde bulunmak", "Devlet kuvvetlerine karşı eylemde bulunmak" ya da "milli duyguları yok etmek ve zayıflatmak için propaganda yapmak", "bölücülük yapmak" gibi suçlamalarla davalar açılır, yargılamalar yapılır, bilirkişi raporları hazırlanır.
 

MASALDAN GERÇEĞE OTOMOBİLLER VE YILDIZLAR


15 Aralık 2013
Klasik otomobil sevdası Yeşilçam sedasıyla birleşince masal gerçeğe dönüşebiliyor. Masal gibi yıllarda Yeşilçam filmleri hayatla paralel kurgu gibi akıyordu düş bahçesi sinemaların beyazperdesinden bizlere. Hayat tüm hızıyla akarken Yeşilçam filmlerinde bir masala dönüşüyordu.
1950’li ve 1960’lı yıllar siyasal-ekonomik ve kültürel alanlarda köklü değişimlerin, gelişmelerin yaşandığı yıllardır. Bu, kaçınılmaz olarak sinemaya, izlediğimiz filmlere de yansır. Büyük kentlerde hayatımıza giren yenilikleri, örneğin büyük kentlerin caddelerinde çoğalan lüks otomobilleri, dolmuşları, onların etrafında yaşanan hayatları taşrada yaşayanlar önce filmlerde görüyordu.
Yeşilçam döneminde esas kızlar, esas oğlanlar birer yıldıza dönüşür. Kimi Şoför Nebahat olarak iz bırakır, kimi Küçük Hanım, kimi Küçük Hanımın Şoförü. Sınıflara, statülere göre “yaşam kalitesini” gösteren simgeler de vardır. Otomobil, otomobilli hayat önemli simgedir.
OTOMOBİL UÇAR GİDER
Türkiye’ye ilk kez 1891’de bir sirk gösteri aracı olarak gelen otomobilin, sonraki yıllarda ilk sahipleri önce devlet ardından “elitler”, az sayıdaki zenginler olur. Savaşlı yıllar ve yolların otomobile hazır/uygun olmaması cumhuriyetin ilk yıllarında otomobilin hızlı yaygınlaşmasına yol açmaz.
Ankara’da devleti yönetenlerin kullandığı otomobil, Menderes iktidarının diğer büyük kentlerde yaptığı çok şeritli geniş yol yapımları sonrası yaygınlaşır. Tramvayların, troleybüslerin yanında önce ‘hususi’ler, sonra damalı taksiler, ardından da dolmuşlar, otobüsler, kamyonlar kaplar kentin sokaklarını.
Otomobile olan talep ‘yerli üretim’e yönlenmeye de yol açar. “Devrim” otomobili ilk yerli üretim girişimidir. “Devlet Başkanı Cemal Gürsel tümüyle yerli üretim bir otomobil yapılmasını emreder. Çalışma mekânı olarak Devlet Demiryollarının Eskişehir’deki Cer Atölyesi seçilir. Zaman müthiş dardır. Cumhuriyet Bayramı’na kadar yalnızca 130 günü vardır ekibin. Türkiye’nin ilk yerli otomobili olacak eserin adı da konmuştur: Devrim.” Bu serüveni 2008 yapımı Tolga Örnek filmi Devrim Arabaları’nda izleriz.
MASALDAN GERÇEĞE
Yeşilçam yıldızlarını kimi zaman bugün artık antika olan lüks otomobillerin kimi zaman dolmuşların, kamyonların şoför koltuğunda izledik; anlatılan masal gibi öykülerde.
Sezer Sezin’i, (sonra Fatma Girik’i) erkeklerin dünyasında dolmuş direksiyonunda “erkek işi” yaparak, ekmeğini kazanmaya çalışan güçlü kadın suretinde Şoför Nebahat olarak izledik. Belgin Doruk’lu Küçük Hanımefendi filmlerinde zenginliğin, lüks hayatın simgesiydi otomobil. Yeşilçam’da (sonrasında da) otomobille bütünleşen oyuncular ve filmler vardı. ‘Film icabı’, düşsel öykülerde izlediğimiz bu bütünleşmeler, görüntüler bir süredir masaldan gerçeğe dönüşüyor.
Geçtiğimiz haftalarda İKOD, (İstanbul Klasik Otomobilciler Derneği) kurucusu ve Yönetim Kurulu Başkanı Serkan Okay arayıp derneğin Yeşilçam etkinlikleri hakkında bilgilendirip “Hep Yeşilçam’la iç içeydik. Klasik otomobil sevdamızın temelinde Yeşilçam sinemasının önemli bir rolü olduğunu düşünüyoruz. Derneğin bir köşesini Yeşilçam temasıyla, fotoğraflarıyla dekore ettik. Bir döneme damgasını vurmuş Yeşilçam oyuncularını konuk ediyor ve filmlerde kullandıkları (bazılarını gerçek hayattaki) otomobillerle buluşturuyoruz. Belki birlikte de bazı etkinlikler yapabiliriz diye düşünüyorum.” dedi.
YILDIZLAR VE OTOMOBİLLER
1960 Model Chovrelet 
“Bir döneme damgasını vuran, artık klasikleşmiş heybetli, estetik ve konforlu araçlar; 1950’li ve 1960’lı yılların Yeşilçam filmlerinde de sık sık rol almışlardır. Bazen şoför Sadri Alışık’ın taksi durağındaki en yakın arkadaşı olmuştur 1957 model Chevrolet’i, bazen de Ediz Hun’un veya Göksel Arsoy’un sevgilisine aşkını haykırma şahidi olmuştur Kız Kulesi manzarasıyla 1949 Plymouth.” diyen İstanbul Klasik Otomobilciler Derneği’ yönetimi 2013’ün ilk aylarında ilk olarak Ediz Hun’u 50 yıl önce kullandığı 1960 model Chevrolet Impala’yla buluşturur.
Ardından İzzet Günay’ı ilk filminde kullandığı 1955 model Pontiac marka otomobil ile buluştururlar. Kırık Plak filminde Zeki Müren’in şoförü olarak kullandığı arabadır bu. Göksel Arsoy da, uzun süre kullandığı İstanbul H-38541 plakalı 1957 model Chevrolet Belair Convertible tipi otomobilinin benzeriyle buluşup, anılarda yolculuğa çıkar. 1966 yılı yapımı “Altın Çocuk”, 1967 yılı yapımı “Altın Çocuk Beyrut’ta” ve “Orta Şark Yanıyor”, 1968 yılı yapımı “Altın Avcıları” serisinde ve daha birçok filminde de kullandığı, kendisine ait olan 1957 model Convertible Chevrolet’ine İstanbul Klasik Otomobilciler Derneği’nin girişimleri ile ulaşır.
YILMAZ GÜNEY’DEN SÜLEYMAN TURAN’A
Nebahat Çehre, bir gece evi terk eder ve trenle Eskişehir’deki teyzesine doğru yola çıkar. Yılmaz Güney, kendisini terk eden eşi Nebahat Çehre’nin bindiği Eskişehir trenini takip eder ve Bilecik Vezirhan’da 1966 model Buick Riviera marka otomobiliyle bir makas bularak raylara çıkar, aracın farlarını yakar ve trenin gelmesini bekler. İstifini bozmadan araçla rayların üstünde bekleyen kişiyi gören makinistler çarpmaya ramak kala durdurabilirler treni. Bir hışımla trenden inen makinistler, Yılmaz Güney’i görünce “Hayrola Ağabey?”derler. Güney ise “İçeride bir emanetim var, onu almaya geldim” der ve Çehre’yi trenden alır İstanbul’a geri dönerler.
1966 model Buick Riviera 
İsrail başkonsolosu kaçırılmıştır ve THKPC önder kadrosu her tarafta aranmaktadır. Yılmaz Güney Mahir Çayan, Ulaş Bardakçı, Hüseyin Cevahir ve Oktay Etiman’ı arabasında gizleyerek evlerine götürürken, yolda çevirme yapan asker Yılmaz Güney’i durdurduğunu anlayınca, arama yapmaz ve devam etmesini söyler. Arabayla evine getirdiği Mahir Çayan ve arkadaşlarını evinin çatı katında saklar. Mahir Çayan ve arkadaşlarının bagajında saklandıkları otomobil, yine Yılmaz Güney’in 1966 model Buick’idir.
Yılmaz Güney’in kendisine ait olan bu aracı usta aktör Süleyman Turan da bir Güney filminde kullanmıştır. Yıllar sonra yine aynı aracın direksiyonuna geçerek o günlere geri giden Süleyman Turan ilk ödülünü 1971 yılında yine bir Yılmaz Güney’le oynadığı “Yarın Son Gündür” filmiyle almıştı.
İKOD’un “Yeşilçam’a Saygı” temalı etkinliklerinin son sürprizi ise geçtiğimiz günlerde medyada da epey yer bulan İlyas Salman’ı 82 yapımı Çiçek Abbas filminde kullandığı 1981 model kırmızı klasik minibüs ve 87 yapımı Fikrimin İnce Gülü - Sarı Mercedes filmindeki 1974 model Mercedes ile buluşturmak oldu. Etkinliğe “Çiçek Abbas”ın kurgusunu yapan yönetmen Yılmaz Atadeniz de katıldı.