AŞK FİLMLERİNİN UNUTULMAZ SENARİSTİ: 01 Mayıs 2016
Popüler
Yeşilçam filmlerinin senaryo rekortmeni Bülent Oran, aynı zamanda 50’li, 60’lı
yılların yakışıklı jönlerindendi. Ortaokul yıllarında başlamıştı sinema
tutkusu. Hayatını yerli film gibi yaşamış ve bu durum senaryolarına da
yansımıştı. Güzel bir yalıda zengin ve “iyi bir ailenin” çocuğuyken, fabrikada
çalışan bir kıza âşık olup evi terk ettikten sonra, gecekonduda süren bir
yaşam. Bir yandan Hukuk Fakültesinde okurken bir yandan da fabrika
işçiliğinden, mürettipliğe, klişe ressamlığına, sokak satıcılığından,
öğretmenliğe, mizah yazarlığından sinema oyunculuğuna, senaristliğe uzanan bir
serüven.
Bunca serüven içinde jön olarak kendine Yeşilçam’da bir yer edinmişken
senaryolar yazmaya başlar. Oyunculuğu zamanla ikinci plana düşer ve popüler
Yeşilçam filmlerinin, en çok da aşk filmlerinin, melodramların aranan senaristi
olur.
Filmlerin çok
iş yaptığı, gişe rekorları kırdığı yıllarda 500’e yakın senaryo yazarak bir
rekora da imza atar. Fakat yazdıklarından dolayı “tüccar senarist”, “senaryo
fabrikası”, “senaryo manyağı”, “sinemaya ve halka zarar verdi” gibi ağır
eleştirilere de hedef olur. Bu eleştirilere karşın, sanat filmi yapmadığını, o
dönem sinemasının eğlence sineması olduğunu, seyircilerin kendilerini
yönlendirdiğini, bir tür çağdaş masallar yarattıklarını ve yaptıklarından
pişman olmadığını söylüyordu. Bülent Oran’a göre o yıllarda sinemanın yönünü
seyirciler çiziyordu ve o seyirci, özlemini duyduğu şeylerin rüyasını perdede
görmek istiyordu.
Bülent Oran
27 Mart 1923 doğumluydu. Ailesi Çamlıca’daki yazlık evlerine gittiğinde
doğumuna henüz iki ay vardır fakat o 7 aylıkken doğar. “Annem de 7 aylık
doğmuş, kızım da 7 aylık. Bakırköy’de büyüdüm. Hukuk Fakültesinden sonra bir
süre de Sanat Tarihi Bölümüne devam ettim. Ondan sonra ani bir kararla Devlet Tiyatrosu’na
girmek için Ankara’ya gittim. İki oyunla katılınıyordu, sınavlara girmek için
geç karar verdiğimden ben bir oyun hazırlamıştım. Cüneyt Gökçer hazırlamıştı
beni, ‘Antonius’ oyunuyla. O oyundan 10 aldım. İkinci oyunu hazırlamadığım için
orada konu verdiler ve doğaçlama yapmamı istediler. Bunu beceremediğim için
okula giremedim. Zannediyorum bir erkek ve bir kadın oyuncu alınmıştı. O yıl
giren erkek oyuncu zaten Türkiye’nin en büyük oyuncularından Yıldırım Önal’dı,
kadın oyuncu da Heyecan Başaran’dı.”
Bülent Oran
her şeyi iç içe, bir arada yaşar. Sinema tutkusu ortaokul yıllarında
başlamıştır. Bu tutkusuna en büyük teşvik, hatta kışkırtıcılık sonradan
Yeşilçam yönetmenlerinden olan arkadaşı Sırrı Gültekin’den gelir. Yakın
arkadaşı Sırrı Gültekin, Halil Kamil Film’e artist alınacak diye bir ilan
görmüş ve fiyakalı fotoğraflarıyla film stüdyosuna gitmeye ikna etmiştir Bülent
Oran’ı. Bilet paraları ancak Yedikule’ye kadar gelmeye yetiyordur. Yedikule’den
Şişli’deki film stüdyosuna kadar yürüyerek gelirler. Fakat Bülent Oran
çekingendir, “ben içeri girmeyeceğim” der. Sırrı Gültekin girer içeriye,
fotoğrafları bırakır ve artist adayı olarak kaydolurlar. Artık rol
beklemektedirler. Sırrı Gültekin sonraki yıllarda, Yeşilçam’a girdikten sonra
da Bülent Oran’ın fotoğraflarını filmcilere göstermeyi sürdürür, onu ‘artist
yapmaya’ kararlıdır. Sırrı Gültekin Şehir Tiyatrosu’na girmiş, oradan da
Yeşilçam’a geçmiştir. Bülent Oran o sıralar Hukuk Fakültesinde okuyordur ve
tanınan bir mizah yazarı olmuştur.
Bülent Oran’ın
sinema serüveni de başlamıştır 40’lı yılların sonunda. Sırrı Gültekin
kararlıdır, Bülent Oran’ın fotoğraflarını tanıdığı bütün sinemacılara
göstermeyi sürdürür. Küçük rollerden sonra 1952 yılında önemli roller başlar ve
“Cennet Yolcuları” filminde kötü adamı oynar. 1953 yılında da Turgut Demirağ,
‘senden kötü adam olmaz’ der ve Mehmet Muhtar’ın yönettiği ilk korku filmi
denemesi olan “Drakula İstanbul’da” filminde başrol oynar. Ondan sonra da jön
dönemi başlar. Senaryo yazarlığı da 1952 yılında başlamıştır ve ilk imzalı
senaryosu Talat Artemel’in yönettiği “Can Yoldaşı”dır.
Kendi
senaryolarını sevmesine, savunmasına rağmen banâl ve saçma da buluyordu Bülent
Oran. Hepsinin bir mantığı olduğunu düşünüyordu. “Tabii öyle buluyorum. Ben
bunları yazıyorum fakat kimsenin gitmediği, en uçtaki sanat filmlerini
seviyorum. Kendimi şöyle tanımlıyorum; çok iyi çalışan, müşterisi bol bir aşçı
dükkânım var. Ben orada para kazanıp gidip Abdullah’ta yemek yiyorum. Ben bu
işten para kazanıyorum. Hiçbir zaman bu işi küçümsemedim, severek yaptım.
Beynimden çok duygularımla yazdım. Bu kadar çok yazıp da yorulmamamın nedeni
ondan zevk almamdır. Biz o kadar çok saçmalıklar yaptık ki, fakat bunların
hepsinin bir mantığı vardı. Birçok şey mantıksız fakat seyircinin isteği
doğrultusunda mantıklı. Bizim kendimize göre bir tıp mantığımız var, bir hukuk
mantığımız var… Ben hukukta okumuşum, ‘seni mirastan reddediyorum’ diyorum
filmde. Bu filmi izleyen bin kişiden ikisi avukattır diyelim. Bu iki avukat der
ki; ‘mahfuz hisse diye bir şey var, bunlar bunu da bilmiyor.’ Desin, ne çıkar
yani. 998 kişi ondan memnun olacaksa, ben onu yapıyorum. Hastalıklar da hep
bellidir. Örneğin, ‘25 gün ömrü kaldı’ denir, nereden biliyorsun. Bu ‘yerli
film tıbbı’, ‘yerli film hukuku’. Gözleri açılıyor altından takma kirpikler
çıkıyor… İş filmleriydi bunlar. En çok kör filmini ben yazdım, o işin uzmanı
benim. Sonunda ben kör oldum. Sol gözüm hiç görmüyor. Bir günde görmez oldu
fakat filmlerimdeki gibi bunu dram yapmadım. Bakın bu Türk sinemasının buluşu
değil. Biz Amerikan sinemasını ya da Fransız sinemasını 10-15 yıl geriden
izledik. Bütün o kör filmlerini Amerikalılar çektiler. Kör ve sakat filmleri
bir dönem Amerikan sinemasını ayakta tutan filmlerdi. Onlar Yeşilçam’a mahsus
değil. Şimdi alay ediyorlar. Türk sinemasıyla alay etmek, dalga geçmek bir tür
kolay mizah yapmaktır. Örneğin bir tarihi filmde bir kol saati varmış, olabilir
fakat herkes bunu söyler. Bu mizah da değil, bir şey de değil, budalalığın
kendisi. Mizahın ya da alay etmenin çok daha yoğun yolları var.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder