24 Mart 2020 Salı

AŞIK VEYSEL’İ SEVMEK YETMEZ, ANLAMAK GEREKİR


  03 Nisan 2016
 ‘İnsan insana sadık bir yâr olmalıdır’ diye hep bir özlemim vardır benim! Bu özlemimi kişisel tarihim bir tarafa, aşkın, müziğin, sinemanın, tiyatronun, plastik sanatların ve şiirin tarihi dile getirse de konuşsa; Efendi olmak, sanat üretmek ve hep aşık kalmak en büyük derdim ve sebebimdir.
“Varlığım, yokluğum bir Veysel adım,
Kalacaktır gök kubbede ses kadim,
Bunca yıldır kendi kendimi aradım,
Hiçbir türlü bulamadım ben beni.”
Sarsalım biraz kendimizi. Burada ya da sıcak odalarımızın rahat koltuklarında otururken pek de bir rahatız tüm bencilliğimizle. “Oysa yalnızca aptalların kendini mutlu sandığı bir çağda yaşıyoruz.”
Birçoğumuz, yazılar yazıyor, okumalar yapıyoruz. Kişisel tarihimizin kâğıt helva tatlılığındaki yaşanmışlıklarında düşsel yolculuklara çıkıyoruz, yetmiyor, kendimize lüks bunalımlar üretiyoruz. Yazmak da, okumak da bir yolculuksa; en çok başkalarının hayatına benciliz bu yolculuklarımızda. Çünkü yurt olamıyoruz bizi sevenlere. Üstümüze ağaç devrilirken, başkalarının hayatlarına devrilen koca koca dağları görmüyoruz.
Oysa yaşadığımız coğrafyanın herhangi bir yerinde elimize diken batsa yüreği kanayan, bizlere unutulmaz insanlık dersleri vererek büyük miraslar bırakan, “bu dost cüceler ülkesinde dev yalnızlığını sırtında taşımaktan” bıkmayan değerlerimiz var.
Âşık Veysel de dünyanın yükünü bizim yerimize omuzlayıp, şiirsiz, nefessiz, dostsuz kalanlara ışık olurken; kendine kara toprağı yâr olarak seçer.
İNSANA AİT NE VARSA...
Biz gösterişli bahçelerden çiçekler toplarken aşklarımıza, o zorlu yaşam koşullarında çiçek hastalığına yakalandığından dünya başına zindandır çocuk yaşında. Renklerden bir tek kırmızıyı anımsar, gözleri görmez olduktan sonra. Çünkü çiçek hastalığına yakalanmadan önce düşmüştür, eli kanamıştır, kan görmüştür. Gönül gözüyle görmeye başladıktan sonra içine kapanan bağlama çalmaya başlayan Veysel’in, karanlık dünyasını Pir Sultan Abdal, Karacaoğlan, Dadaloğlu gibi güçlü ozanlarla aydınlatır. İnsana ait ne kadar duygu varsa Âşık Veysel şiirlerinde de onlar vardır. Hayatın diyalektiğini, dünyanın değişim yasalarını gönül gözüyle anlar, çözer dile getirir.
“Göklerden süzüldüm tertemiz indim
Yere indim yedi renge boyandım
Boz bulanık bir sel oldum yürüdüm
Çeşit çeşit türlü renge boyandım
Veysel yoktan geldim yok oldum gittim
Ben diyenler yalan, gerçeği seçtim
Bir buhar halinde göklere uçtum”
UMUDUN GÖNLÜNDE GÜÇLÜ BİR IŞIK
Dibini aydınlatamayan mumlar dünyasında, sevmenin, umudun ve aşkın gönlünde güçlü bir ışık olur Âşık Veysel. 1970’li yıllarda Anadolu müziğiyle ilgilenen Hümeyra, Fikret Kızılok, Esin Afşar gibi kıymetli müzisyenlerimiz Âşık Veysel’in deyişlerini yeniden düzenleyerek bu büyük ustamızın yaygınlaşması ve sevilmesinde öncü olmuşlardır...
Hemen burada kimilerinin pek az bildiği bir anekdotu da aktarmakta yarar vardır. Önemli yönetmenlerimizden Metin Erksan’ın, 1950’li yılların başında çektiği “Karanlık Dünya” adlı filminin adı sansür komisyonunca “Âşık Veysel’in Hayatı” olarak değiştirilir. Yine aynı film, oyunculardan Aclan Sayılgan ve Kemal Bekir’in Komünist Parti kurma suçundan tutuklanmasıyla 7. maddenin 5. fırkası gereğince tümden reddedilir. Daha sonra tekrar komisyona giren film şartlı olarak izin alabilir. Ekin boylarının kısa ve cılız oluşu, ziraat işleminin çok ilkel olması, turna dansı yapan dört kızdan ikisinin çıplak ayaklı, ikisinin çarıklı oluşu şartlı kabulün gerekçelerinden bazılarıdır. Yine Metin Erksan’ın “Yılanların Öcü” ve “Susuz Yaz” adlı filmleri de sansürden nasibini almıştı. O dönemin Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel “Yılanların Öcü”nü köşkte izleyip çok beğenmesine ve Metin Erksan’la yapımcı Nurset İkbal’i tebrik etmesine rağmen film sansürden izin alamayarak tümden reddedilmişti. Bu anekdotu paylaşmamın nedeni şudur: Bu ülke; aydınına, sanatçısına düşünmeyi, düşündüğünü açıklamayı, mutlu olmayı, güzellikler içinde yaşamayı çok görüyor, dahası yasaklıyordu. Tıpkı Nâzım Hikmet’te, Aziz Nesin’de, Yılmaz Güney’de, Ahmet Kaya’da olduğu gibi. Bugüne baktığımızda da benzer durumları gördükçe içim acıyor. Bugün de birçok gazeteci ve aydınımız ne yazık ki içerideler. Düşünsenize, yıllar önce ‘şiir’ yüzünden ‘mağdur’ oldum diyerek ‘hoşgörü’ ve ‘özgürlük’ten bahseden bir güç, yazarlara, gazetecilere dava açabiliyor. İşte böylesine ikiyüzlü bir demokrasi anlayışı ve faşizan baskı o günlerde de vardı ve ne acıdır ki bugün de var.
‘İNSAN İNSANIN KURDU DEĞİL YURDU OLABİLSE’
Bugün dünya şiir günüymüş ne gam! Âşık Veysel’le de dost olmayı, yurt olmayı çok görmüş olmalıyız ki “Benim sadık yârim kara topraktır” demiştir büyük ozanımız. Keşke şair dostum Engin Turgut’un dediği gibi “insan insanın kurdu değil de yurdu” olabilse diye düşünmeden edemiyorum.
Göklerden süzülüp, tertemiz indiği bu kirletilmiş dünyamızda, büyük bir miras ve aşk izi bırakarak, ışığıyla bugün de yolumuzu aydınlatan Âşık Veysel, “Bunca yıldır kendi kendimi aradım, hiçbir türlü bulamadım ben beni.” dese de hayatın sırrını bulmuş, bize de fısıldamış gibidir: “Kim okurdu kim yazardı / Bu düğümü kim çözerdi / Koyun kurt ile gezerdi / Fikir başka başka olmasa.” Bu insanlık sırrının yer aldığı bu güzelim şiirinde o yalın diliyle aşkın sırrını da çözmüş gibidir Âşık Veysel. Anlayana!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder