03 Nisan 2016
‘İnsan insana sadık bir yâr olmalıdır’ diye
hep bir özlemim vardır benim! Bu özlemimi kişisel tarihim bir tarafa, aşkın,
müziğin, sinemanın, tiyatronun, plastik sanatların ve şiirin tarihi dile
getirse de konuşsa; Efendi olmak, sanat üretmek ve hep aşık kalmak en büyük
derdim ve sebebimdir.
“Varlığım, yokluğum bir Veysel adım,
Kalacaktır gök kubbede ses kadim,
Bunca yıldır kendi kendimi aradım,
Hiçbir türlü bulamadım ben beni.”
Kalacaktır gök kubbede ses kadim,
Bunca yıldır kendi kendimi aradım,
Hiçbir türlü bulamadım ben beni.”
Sarsalım
biraz kendimizi. Burada ya da sıcak odalarımızın rahat koltuklarında otururken
pek de bir rahatız tüm bencilliğimizle. “Oysa yalnızca aptalların kendini mutlu
sandığı bir çağda yaşıyoruz.”
Birçoğumuz,
yazılar yazıyor, okumalar yapıyoruz. Kişisel tarihimizin kâğıt helva
tatlılığındaki yaşanmışlıklarında düşsel yolculuklara çıkıyoruz, yetmiyor,
kendimize lüks bunalımlar üretiyoruz. Yazmak da, okumak da bir yolculuksa; en
çok başkalarının hayatına benciliz bu yolculuklarımızda. Çünkü yurt olamıyoruz
bizi sevenlere. Üstümüze ağaç devrilirken, başkalarının hayatlarına devrilen
koca koca dağları görmüyoruz.
Oysa
yaşadığımız coğrafyanın herhangi bir yerinde elimize diken batsa yüreği
kanayan, bizlere unutulmaz insanlık dersleri vererek büyük miraslar bırakan,
“bu dost cüceler ülkesinde dev yalnızlığını sırtında taşımaktan” bıkmayan
değerlerimiz var.
Âşık Veysel de dünyanın yükünü bizim yerimize omuzlayıp, şiirsiz, nefessiz, dostsuz kalanlara ışık olurken; kendine kara toprağı yâr olarak seçer.
Âşık Veysel de dünyanın yükünü bizim yerimize omuzlayıp, şiirsiz, nefessiz, dostsuz kalanlara ışık olurken; kendine kara toprağı yâr olarak seçer.
İNSANA AİT NE
VARSA...
Biz
gösterişli bahçelerden çiçekler toplarken aşklarımıza, o zorlu yaşam
koşullarında çiçek hastalığına yakalandığından dünya başına zindandır çocuk
yaşında. Renklerden bir tek kırmızıyı anımsar, gözleri görmez olduktan sonra.
Çünkü çiçek hastalığına yakalanmadan önce düşmüştür, eli kanamıştır, kan
görmüştür. Gönül gözüyle görmeye başladıktan sonra içine kapanan bağlama
çalmaya başlayan Veysel’in, karanlık dünyasını Pir Sultan Abdal, Karacaoğlan,
Dadaloğlu gibi güçlü ozanlarla aydınlatır. İnsana ait ne kadar duygu varsa Âşık
Veysel şiirlerinde de onlar vardır. Hayatın diyalektiğini, dünyanın değişim
yasalarını gönül gözüyle anlar, çözer dile getirir.
“Göklerden süzüldüm tertemiz indim
Yere indim yedi renge boyandım
Boz bulanık bir sel oldum yürüdüm
Çeşit çeşit türlü renge boyandım
Veysel yoktan geldim yok oldum gittim
Ben diyenler yalan, gerçeği seçtim
Bir buhar halinde göklere uçtum”
Yere indim yedi renge boyandım
Boz bulanık bir sel oldum yürüdüm
Çeşit çeşit türlü renge boyandım
Veysel yoktan geldim yok oldum gittim
Ben diyenler yalan, gerçeği seçtim
Bir buhar halinde göklere uçtum”
UMUDUN
GÖNLÜNDE GÜÇLÜ BİR IŞIK
Dibini
aydınlatamayan mumlar dünyasında, sevmenin, umudun ve aşkın gönlünde güçlü bir
ışık olur Âşık Veysel. 1970’li yıllarda Anadolu müziğiyle ilgilenen Hümeyra,
Fikret Kızılok, Esin Afşar gibi kıymetli müzisyenlerimiz Âşık Veysel’in
deyişlerini yeniden düzenleyerek bu büyük ustamızın yaygınlaşması ve
sevilmesinde öncü olmuşlardır...
Hemen burada
kimilerinin pek az bildiği bir anekdotu da aktarmakta yarar vardır. Önemli
yönetmenlerimizden Metin Erksan’ın, 1950’li yılların başında çektiği “Karanlık
Dünya” adlı filminin adı sansür komisyonunca “Âşık Veysel’in Hayatı” olarak
değiştirilir. Yine aynı film, oyunculardan Aclan Sayılgan ve Kemal Bekir’in
Komünist Parti kurma suçundan tutuklanmasıyla 7. maddenin 5. fırkası gereğince
tümden reddedilir. Daha sonra tekrar komisyona giren film şartlı olarak izin
alabilir. Ekin boylarının kısa ve cılız oluşu, ziraat işleminin çok ilkel
olması, turna dansı yapan dört kızdan ikisinin çıplak ayaklı, ikisinin çarıklı
oluşu şartlı kabulün gerekçelerinden bazılarıdır. Yine Metin Erksan’ın
“Yılanların Öcü” ve “Susuz Yaz” adlı filmleri de sansürden nasibini almıştı. O
dönemin Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel “Yılanların Öcü”nü köşkte izleyip çok
beğenmesine ve Metin Erksan’la yapımcı Nurset İkbal’i tebrik etmesine rağmen
film sansürden izin alamayarak tümden reddedilmişti. Bu anekdotu paylaşmamın
nedeni şudur: Bu ülke; aydınına, sanatçısına düşünmeyi, düşündüğünü açıklamayı,
mutlu olmayı, güzellikler içinde yaşamayı çok görüyor, dahası yasaklıyordu.
Tıpkı Nâzım Hikmet’te, Aziz Nesin’de, Yılmaz Güney’de, Ahmet Kaya’da olduğu
gibi. Bugüne baktığımızda da benzer durumları gördükçe içim acıyor. Bugün de
birçok gazeteci ve aydınımız ne yazık ki içerideler. Düşünsenize, yıllar önce
‘şiir’ yüzünden ‘mağdur’ oldum diyerek ‘hoşgörü’ ve ‘özgürlük’ten bahseden bir
güç, yazarlara, gazetecilere dava açabiliyor. İşte böylesine ikiyüzlü bir
demokrasi anlayışı ve faşizan baskı o günlerde de vardı ve ne acıdır ki bugün
de var.
‘İNSAN
İNSANIN KURDU DEĞİL YURDU OLABİLSE’
Bugün dünya
şiir günüymüş ne gam! Âşık Veysel’le de dost olmayı, yurt olmayı çok görmüş
olmalıyız ki “Benim sadık yârim kara topraktır” demiştir büyük ozanımız. Keşke
şair dostum Engin Turgut’un dediği gibi “insan insanın kurdu değil de yurdu”
olabilse diye düşünmeden edemiyorum.
Göklerden
süzülüp, tertemiz indiği bu kirletilmiş dünyamızda, büyük bir miras ve aşk izi
bırakarak, ışığıyla bugün de yolumuzu aydınlatan Âşık Veysel, “Bunca yıldır
kendi kendimi aradım, hiçbir türlü bulamadım ben beni.” dese de hayatın sırrını
bulmuş, bize de fısıldamış gibidir: “Kim okurdu kim yazardı / Bu düğümü kim
çözerdi / Koyun kurt ile gezerdi / Fikir başka başka olmasa.” Bu insanlık
sırrının yer aldığı bu güzelim şiirinde o yalın diliyle aşkın sırrını da çözmüş
gibidir Âşık Veysel. Anlayana!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder