21 Mart 2020 Cumartesi

ADİLE IŞIYAN, KİRKOR NUBAR


 22 Haziran 2014
Yeşilçam “Türk Sineması”ydı; hep öyle adlandırıldı, anıldı. İlk dönemlerinde “yerli sinema” diye de tanımlandı uzunca bir süre. Filmler yerli film (Türk filmi)-yabancı film (ecnebi filmi) diye tanımlanırdı.
“Türk sineması” olmasına, Türk filmi üretmesine karşın başlangıcında oyuncularının önemli kısmı azınlıklardan oluşuyordu. Cumhuriyet öncesi döneminde Müslüman Türk kadınlarının filmlerde oynaması yasaktı. Bu nedenle ilk dönem Türk filmlerinde Ermeni, Rum, Beyaz Rus gibi gayrimüslim azınlıklardan kadın oyuncular rol alır. 1916 yılında çekilen Himmet Ağa’nın İzdivacı filminde oynayan Rozali Benliyan ve Lusi Avuşyak, Sedat Simavi’nin çektiği “Pençe”(1917) filminde oynayan Eliza Binemeciyan bu oyuncuların ilklerindendir. Onları Matmazel Blanche (Binnaz, 1919), Lydia Ley (Koruyan Ölü, 1917), Madam Kalitea, Bayzar Fasülyeciyan (Mürebbiye, 1919), Madam Sarmatova, Anna Mariyeviç, Helena Antinova (Boğaziçi Esrarı, 1922) gibi isimler izler. Yine 1922 yılında Muhsin Ertuğrul’un yönettiği “İstanbul’da Bir Facia-ı Aşk” filminin başrolünde Anna Mariyeviç oynar. Aynı filmde oynayan diğer kadın oyuncular da gayrimüslim azınlık oyuncularıdır. Roza Felekyan, Liane Console, Aznif Mınakyan, Siranuş Aleksenyan’dır bu oyuncular.
Cumhuriyet’le birlikte Müslüman Türk kadınları da filmlerde oynamaya başlarlar. Türk kadın oyuncuların yer aldığı ilk film Muhsin Ertuğrul’un yönettiği “Ateşten Gömlek” (1923) filmidir. Bu filmdeki kadın oyuncular Bedia Muvahhit ve Neyyire Neyir’dir.
Sinemamızın ‘Yeşilçam döneminden’ de tanıdığımız, bildiğimiz çok sevdiğimiz ‘farklı azınlıklardan’ oyuncuları vardı; Ermeni, Rum, Kürt, Arap, Laz, Çerkez… Çoğu dünya ölçeğinde büyük ve etkili oyunculuklarıyla Türkiyeli oyuncular, unutulmayan yüzlerdi onlar.,
Yılmaz Güney gibi Kürtlüğünü, Nubar Terziyan gibi Ermeniliğini gizlemeyenler, dillendirenler kadar, Türkiye Ermenisi olan Kenen Pars’ın kendini Kirkor Cezveciyan’lığını gizlemek zorunda hissetmesine de tanık olduk. Kenan Pars, “Kirkor Cezveciyan, sadece kimliğimdeki adım. Kullanmıyorum. Türkiye’de doğan, Türkiye Cumhuriyeti nüfus cüzdanını taşıyan, bir Türk gibi yaşayan adama ne denir? Ben bir Türk’üm” demişti.  
AYHAN IŞIYAN, NUBAR TERZİYAN
“Yıldız’ın açtığı müsabakada erkeklerden birinciliği kazanan Ayhan Işıyan, İpekçilerin çevireceği ‘Yavuz Sultan Selim’ filmi ile henüz ismi açıklanmayan diğer bir filmde başrolleri oynamak üzere
parlak bir kontrat imza etmiştir.”
29 Eylül 1951 yılına ait haftalık sinema dergisi Yıldız’ın, yerli haberler sütununda yer alır bu satırlar. Birkaç sayfa öncesinde de bu kontratı belgeleyen fotoğraf vardır. Sonraki yıllarda Yeşilçam’a kral olarak damgasını vuran Ayhan Işık’tır sözü edilen Ayhan Işıyan. O yıl, Yıldız dergisinin açtığı yarışmada Belgin Doruk’la birlikte birinci seçilmiştir. Ayhan Işık’ın, Ayhan Işıyan olarak öyküsü 1926 yılının Mayıs ayında, İzmir’de başlar. Yoksul bir çocukluk yaşar. Babasını kaybettiğinde altı yaşındadır. Aile İstanbul’a göçer. Güzel Sanatlar Akademisi’nin resim bölümüne de kayıt yaptırır. Akademide okurken de sürdürür çalışmayı. Artık “Ressam Ayhan Işıyan”dır ve Bab-ı li’de çeşitli dergilerde ressam olarak çalışıyordur. Çok düzgün bir fiziği vardır. Türkiye yayınevinde çalışırken, Atlas Film’in sahibi Murat Köseoğlu, Ayhan Işıyan’a artist olmasını teklif eder. Yine o günlerde tanıdığı Yıldız dergisinin yazı işleri müdürü Sezai Solelli’nin ısrarı ve teşvikiyle, derginin açtığı yarışmaya katılır ve birinci seçilir. Ayhan Işıyan yarışmaya katılmayı kabul eder, fakat bir endişesi vardır; soyadının ermeni kökenli çağrışımı yapması! Ayhan Işık’ın Ermeni sanılmasından duyulan endişe, oyunculuğa başladığında, ‘Işıyan’ olan soyadının ‘Işık’ olarak değiştirilmesine neden olur.
Ölümünden kısa bir süre önce bir televizyon programında izlediğim Yeşilçam’ın sevimli, iyi kalpli tonton oyuncusu Nubar Terziyan “Benim adım Nubar, hiç kötüyü oynamadım, seyircimin beni filmlerde kötü adam olarak görmesini, öyle hatırlamasını istemedim” diyordu.
Nubar Terziyan, Ayhan Işık’ın ölümü üzerine bir gazeteye, “Oğlum Ayhan, dünya fanidir ölüm herkese nasip ama sen ölmedin zira geride bıraktığın bizlerin ve milyonların kalbinde yaşıyorsun. Ne mutlu sana (...) Amcan: Nubar Terziyan.” yazan bir ilan verir. Bu ilanın yayımlanmasının ardından Ayhan Işık’ın ‘Ermeni’ olarak algılanmasından ‘endişe duyan!’ ailesi ise şöyle bir ilan verir: “Önemli bir düzeltme. ‘Amcan Nubar Terziyan’ imzasıyla çıkan ilanla sevgili varlığımız Ayhan Işık’ın hiçbir ilişkisi yoktur. (...) Görülen lüzum üzerine üzüntüyle duyururuz. Ailesi.”
16 Haziran Ayhan Işık’ın ölüm, 17 Haziran en çok Hafize Ana olarak belleklerimize kazınan Adile Naşit’in doğum yıldönümüydü.
ADİLE NAŞİT
Adile Naşit’in babası komedyen Komik-i Şehir Naşit, annesi de dönemin ünlü kanto yıldızlarından tiyatro oyuncusu Türkiye Ermenisi Amelya Hanım’dır. Adile Naşit çok sevdiği oğlu Ahmet’i 16 yaşında yakalandığı bir hastalık nedeniyle kaybetmişti. İçindeki çocuk özlemi ve acısı hiçbir zaman dinmez. Onun her gece televizyon ekranından masallarıyla büyüttüğü ‘kuzucukları’ bugün yirmili-otuzlu yaşlardalar. Filmlerindeki şen kahkahaları ise bugün yaşayan bütün kuşakların kulaklarında.
Babası Komik Naşit Bey, bizim yetişemediğimiz yıllarda Direklerarası’nda izleyenleri yıllarca nasıl güldürdüyse, Adile Naşit de bizi yıllarca filmlerindeki neşeli karakterleriyle güldürdü, zaman zaman hüzünlendirdi. Adile Naşit’in babası ömrünü tiyatroya, insanları güldürmeye adamış ünlü Komik Naşit Bey, son yıllarını yokluklar, yoksulluklar içinde geçirmiştir. Öldüğünde ise yoksulluk ve birikmiş epeyce borcu kalıyor miras olarak, çocukları Selim Naşit ve Adile Naşit’e. Bir de tabii ki sanatı…
İrma Felegyan; bilinen adıyla Toto Karaca. Sanatının yanı sıra Cem Karaca’nın annesi ve aktör Mehmet Karaca’nın eşi olarak da hatırlanan Ermeni asıllı opera, tiyatro ve sinema sanatçısı. Mehmet Karaca’yla evliliğinden sonra adını Toto olarak değiştirir. Müzikli oyunlarda İrma Toto adını kullanırdı.

KULA KULLUK EDENE YAZIKLAR OLSUN


15 Haziran 2014
Önceki yazılarda ayrıntılı söz etmiştik; Lütfi Ö. Akad, Yılmaz Güney’le birlikte çalıştığı Hudutların Kanunu filminde Anadolu’nun güneydoğu yöresini ve kaçakçılık konusunu ele alır. Arkasından kan davası temasını işleyen Ana’yı ve düşman aşiret çatışması içinde gelişen bir aşk öyküsünü anlatan Kızılırmak-Karakoyun’u çeker. Bu üç film Anadolu Üçlemesi, Vesikalı Yârim, Kader Böyle İstedi ve Seninle Ölmek filmleri de Kent Üçlemesi olarak adlandırılır. Göç Üçlemesi de Gelin, Düğün,
Diyet filmlerinden oluşur.
Kadir Kesemen’in yapımcısı olduğu Kızılırmak-Karakoyun filminin müziğini yapan Orhan Gencebay’dır. Filmdeki şarkıları Sevim Şengül’le birlikte seslendirirler. Lütfi Akad’ın aynı yıl yönettiği Ana filminin müzik ekibinde de vardır Gencebay.
1971 yılıdır, Kadir Kesemen kendi adına Saltuk filmi kurmuştur ve Lütfi Akad’ı görüşmeye çağırır. Kesemen’in yeni yazıhanesi Yeşilçam Sokağı’ndadır. Akad ofise girdiğinde biri daha vardır içeride. Kesemen’in “Orhan Bey’i tanıyorsun” cümlesini “Evet, bana güzel müzikler yaptı” diye yanıtlar. Kadir Kesemen sözü uzatmaz; “Lütfi Bey bana Orhan Bey’le bir film yapmanızı istiyorum” der. Lütfi Akad ustanın şaşkınlığına aldırmadan Orhan Gencebay’ın şarkıcılığının başlangıcında olduğunu, çok tutulduğunu, bu nedenle filmin bu yükselişe ters düşmemesi tam aksi desteklemesi gerektiğini de ekler sözlerine. Lütfi Akad,  filme nasıl bir senaryo bulacağını düşünürken Kader Böyle İstedi filminin konusunu farklı bir ortama uyarlayarak çözer sorunu.
 Filmin adı Bir Teselli Ver olur. Daha önce bazı filmlere müzik yapan, bazılarında şarkıları seslendiren Orhan Gencebay’ın oyuncu olarak yer aldığı ilk filmdir bu. Usta olarak çalıştığı fabrikanın sahibinin kızıyla iyi ilişkiler kuran, müziğe tutkun bir gencin öyküsü anlatılır. Bir Teselli Ver ile Gencebay’ın ilk filmini çeken Lütfi Akad, “Göç dalgası ile genç bir kuşak yükseliyor, bunlar da kendi müziklerini arıyorlar. İşte Orhan Gencebay’la çalışırken dinleme fırsatı bulduğum bu müzik o gençlerin aradıklarıyla birebir uyuşan bir müzik oluyor.” der Işıkla Karanlık Arasında adıyla yayınlanan anılarında.
1950’lerde başlayan kente göç hız kesmeden 70’li yıllara kadar sürmüştür. Göçle oluşan gecekondulaşmayla yeni mahalleler, yerleşim birimleri, kent içi köyler yeni oluşumları, toplumsal dönüşümleri de beraberinde getirir. Kentin merkezi, oluşan yeni gecekondu mahalleleriyle çevreye doğru yayılır yıllar içinde. Arabesk, Orhan Gencebay’ın müziği ve varoş-gecekondu ilişkisi başka bir araştırmanın, yazının konusu olabilir. Sanatçının siyasi duruşu ve iktidarlar-muktedirler karşısındaki tutumları da…
70’li yıllarda Orhan Gencebay’ın şarkıcı olarak ünü de dinleyeni de buna bağlı olarak filmleri de artar. Şarkılarının adından, sözlerinden yola çıkarak filmler yapılır arka arkaya.
ORHAN GENCEBAY VE ŞERİF GÖREN
70’ler toplumsal muhalefetin de yükseldiği yıllardır. Yılmaz Güney’in yolunu açtığı yeni sinemaya da yansır bu toplumsal hareketlilik ve dönüşümler. Yavuz Özkan ve Yılmaz Güney’le birlikte çalışan, Erden Kıral, Zeki Ökten, Şerif Gören, Ali Özgentürk gibi yönetmenler 1970-1983 yılları arasında toplumcu gerçekçi filmler yaparlar.
Yılmaz Güney’in asistanlığını yaparken Endişe filmini tamamlayarak yönetmenliğe başlayan Şerif Gören, Endişe’yle yine bir Yılmaz Güney filmi olan Yol arasında (1974-1981) Köprü, Darbe, Deprem, Taksi Şoförü, Nehir, İstasyon, Derviş Bey, Gelincik, Evlidir Ne Yapsa Yeridir, Derdim Dünyadan Büyük, Almanya Acı Vatan, Aşk ve Nefret, Aşkı Ben Mi Yarattım, Kır Gönlünün Zincirini, Feryada Gücüm Yok, Herhangi Bir Kadın filmlerini çeker.
Adı geçen filmlerin dördü Şerif Gören ve Orhan Gencebay güç birliğiyle isimlerini Gencebay’ın şarkı adlarından/sözlerinden alan filmlerdir. Toplumsal sorunları ele alan, içinden arabesk geçen ticari Yeşilçam melodramları, gişe filmleridir.
DERDİM DÜNYADAN BÜYÜK
Kalabalıklaşan kentte oluşan konut sorununu çözmek için yükselmeye başlayan apartmanlar aynı zamanda ‘iyi ve yüksek’ hayat tarzını simgeliyor, sınıf atlamanın basamaklarından sayılıyordu. Gecekondu mahallelerinin dibinde yükselen apartmanlar, çarpık kentleşme kadar sınıf farklılıklarını da gösterir.
Derdim Dünyadan Büyük filmine de yansır bu görüntüler. Orhan, en yakın arkadaşı Apo’nun kız kardeşi İpek’e olan gizli sevdasını içten içe yaşarken Apo’nun hapse düşerek kız kardeşini Orhan’a emanet etmesiyle aşkına ‘ağabeylik yaparak, sahip çıkmak’ zorunda kalır. İpek’i, ülkenin en zenginlerinden Rahmi Kabancı’nın oğlu Engin’in otomobiline binerken gören Orhan ‘çöker’. İpek’in derdi aşk değil, yoksulluktur; Engin’i çıkış noktası olarak, kurtuluş olarak görür. Gecekondululara evlerin yıkımı ile ilgili birer tebligat ulaşır. Yıkım kararının ardında Rahmi Kabancı vardır.
Filmin, örgütlü bir toplum karşısında hiçbir gücün duramayacağını gösteren görkemli bir finali vardır. Orhan, gecekondu yıkımına en önde karşı durur ve iş makinesinin önüne oturur. Bütün mahalleli de Orhan’a destek vererek arkasında durur, yıkımcılara karşı etten duvar oluşturur.  
AŞKI BEN Mİ YARATTIM
Orhan kan davası nedeniyle elinde tahta bavulu ve sazıyla İstanbul’a gelir. Mehtap’la birbirlerine âşık olurlar. Şarkıcı olma hayalini gerçekleştiren Orhan, bir anda patlar. Her yerde Orhan Gencebay dinlenmektedir fakat halktan yana bir tavır sergileyen Orhan, büyük gazino patronlarının tekliflerini reddeder. Amacı, halk konserleri vermektir ve tehditlere karşı durur.
Film, Halk Konseri sekansı ile sona erer. Zulme boyun eğmeyen Orhan, halkla buluşmasını engellemek isteyen güçler tarafından kırılan ellerini sarar. “Sazım, sözüm halk için, kardeşlik için, insanlık için, garipler için, sevenler için, yeni bir dünya için”  diyerek ölüme meydan okur. Batsın Bu Dünya şarkısını halkı ile beraber coşkuyla söyler.
KIR GÖNLÜNÜN ZİNCİRİNİ
Lüks gazinolar yerine Halk Konseri ısrarında olan Orhan Gencebay’dır, bu filmin de kahramanı. Orhan, lüks yaşama özenen, sınıf atlamak isterken zengin çocuğu Erman’ın tecavüzüne uğrayan ve intihar eden kardeşi Gülcan’ın intikamı için Erman’ın kız kardeşini baştan çıkarır.
FERYADA GÜCÜM YOK
Büyük ve küresel sermaye, mafya, kara para, aşk… Diğer filmlerden farklı, zayıf, ‘olmamış’ bir film. Orhan Gencebay dışında Müjde Ar, Pembe Mutlu, Nuri Alço ve Mete Sezer yer alır filmde.

HAZİRAN’LARDA YAŞAMAK


  08 Haziran 2014
 “Ben bir ozanım,/ mart’lı eylül’lü ülkemde,/ omzumda halkımın sesi,/ yüreğimde yıldızlar,/ şarkılar türküler söylerim.” demişti Onur Şenli, Selda’nın seslendirdiği Ben Bir Papatyayım adlı şiirinde.

Dostoyevski bugünleri görse ‘yer üstünden notlar’ı da yazardı denir. “Orhan Kemal’in güzel anısına” armağan ettiği unutulmaz şiirinde “Haziran’da ölmek zor” diyen Hasan Hüseyin Korkmazgil de bugünleri görse başka ayları da ekler miydi Haziran’a ya da bu ülkede yaşamak, hayatta kalmak zor der miydi? Hasan Hüseyin’i yitirdiğimiz günden bu yana bu ülkede yaşamak, hayatta kalmak ölmekten daha zor artık. Haziran direnişinde yitirdiğimiz kardeşlerimizin yıl dönümünde onlarla birlikte bir kez daha Mayıs, Haziran kayıplarımızı da andık. Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, İbrahim Kaypakkaya… Darağaçları, Kızıldere, Nurhak… Gezi direnişi, Haziran isyanı şehitleri…
ÖLMEYE VE YAŞAMAYA DAİR
Orhan Kemal
Hasan Hüseyin’in şiirini adadığı, edebiyatımızın büyük ustalarından Orhan Kemal 2 Haziran 1970’te ayrılmıştı aramızdan. Edebiyatımıza kazandırdıkları kadar sinemaya verdiği destek ve katkılarıyla da ayrı bir yeri vardır Orhan Kemal’in.
Anadolu’nun şiir sesi Diyarbakır doğumlu büyük şair Ahmet Arif’i de 2 Haziran’da (1991) kaybetmiştik. Hasretinden prangalar eskiten, şiirlerinde ezilenleri, yoksulları anlatan Ahmet Arif’ten dinlemiştik Anadolu’yu da Adiloş Bebe’nin ninnisini de. Hani kurşun sıksan geçmez gecelerde yazmıştı unutamadığı, terk etmeyen sevdayı.
Yalnız Türkiye’nin değil dünyanın önemli şairlerinden Nazım Hikmet de 3 Haziran 1963’te ayrılmıştı aramızdan.
“Yoldaşlar, ölürsem o günden önce yani,
-öyle gibi de görünüyor-
Anadolu’da bir köy mezarlığına gömün beni
ve de uyarına gelirse,
tepemde bir de çınar olursa
taş maş da istemez hani...” demişti Nazım usta, ‘Vasiyet’ şiirinde. Çok sevdiği ülkesinden uzakta memleketine ve Memed’ine hasret gitti. Hasan Hüseyin’in dediği gibi:
“kökü burda
yüreğimde
yaprakları uzaklarda bir çınar
ıslık çala çala göçtü bir çınar
göçtü memet diye diye
şafak vakti bir çınar
silkeledi kuşlarını
güneşlerini:
«oğlum sana sesleniyorum işitiyor musun,
memet, memet!»
“yani bütün işin gücün yaşamak olacak” derken…
“Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,
hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,
yaşamak yanı ağır bastığından.”
“gece leylâk
ve tomurcuk kokuyor
uy anam anam
haziranda ölmek zor!”
DİYET DEĞİL CİNAYET
Mayıs, Haziran boyunca aralıksız her gün iş cinayeti haberleri geliyordu dört bir yandan. 2014 yılının ilk beş ayında toplam 810 işçi yaşamını yitirdiği belirtilen İstanbul İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin hazırladığı rapora göre, Soma’da 301 işçinin yaşamını yitirdiği faciayla birlikte Mayıs ayında en az 414 işçi yaşamını yitirdi.
Lütfi Ö. Akad’ın Göç Üçlemesi Gelin (1973), Düğün (1973) Diyet (1974) filmlerinden oluşur. Lütfi Akad ustanın üçleme çekme düşüncesiyle arka arkaya çektiği filmlerdir bunlar. Ustanın gözlemlerine dayanır. Akad, bu durumu şöyle anlatır: “Yıllardan beri bir gerçek vardır; kır kesiminden büyük kentlere akınlar oluyor. Yalnız büyük kentlere değil, yurtdışına da akınlar oluyor. (…) On iki yıla yakın Mecidiyeköy’de oturdum. Bu insanlar çevremde oturan insanlardı. Bunların içinden bazıları da bize yardımcı olarak evde çalışmaya gelirlerdi. Gerek bahçede bahçıvan olarak, gerek evde eşime yardımcı olarak gelenler oldu. Müşahede ettiğim ana müşterek vasıfları şu: Hangi sınıftan, hangi kesimden gelirse gelsin Anadolu’dan gelen insanlarımız sıradan insanlar değil. Hepsi çetin ceviz. Mücadeleci ve başarılı insanlar. Gelip de başarısız olan hemen hemen yok. Başarısız olacak olan zaten gelmiyor.
Bir de bir şey var: Son derece efendi, son derece iyi ve geleneksel kültürlerinin bütün iyi vasıflarını taşıyan insanlar. Yalnız gelirken bir ormana geldiklerinin bilinci içinde geliyorlar. Ve bu ormanda yaşamanın kurallarına uyuyorlar. O zaman yırtıcı ve kırıcı oluyorlar. Ama kökenlerinde son derece iyi insanlar.”
Şöyle sürdürür Lütfi Akad konuşmasını: “Bunların hikâyelerini anlatmayı düşündüm. Yani İstanbul’a gelenlerin nasıl tutunmaya gayret ettiklerini… ve bu orman kavgası içinde tutunmak mecburiyetinde olduklarını. Geri de dönemezler. Geri dönmelerinin olanaksızlığını anlatmak istedim. Bunun birçok örneğini gerçek hayatta gördüm. ‘Gelin’de ilk gelenler: taşra eşrafı, küçük sermaye sahibidir. Memlekette bütün varlarını yoklarını satıp burada sermayeleriyle tutunma kavgasına girişiyorlar. İkinci film ‘Düğün’. Bu kez gelenlerin ne sermayesi var ne zenaatleri. Hiçbir şeyleri yok. Çırılçıplak geliyorlar. Altı kardeş, Urfalı. Ve bunlar orada tutunuyorlar. Örneklerini de gözlerimle gördüm. Fakat tutunmak için birbirlerini de yemek zorundalar. Tutunmak için birbirlerinin etini rahatlıkla yiyebiliyorlar.
Üçüncü film ‘Diyet’te de kır kesiminden gelip fabrikada çalışan, gene sermayesiz olarak gelip fabrikada çalışan insanların yavaş yavaş sınıf bilincine ulaşması. Bu bilince ermelerinin hikâyesini anlatmaya çalıştım. (Lütfi Ö. Akad. Âlim Şerif Onaran, Afa, 1990. İkinci Basım Agora Kitaplığı, 2013)
Diyet’te Salim Bey’in babası adına yönettiği fabrikada bir makine işçilerin yaralanıp sakat kalmalarına neden olur, en son Mustafa bu makinede bacaklarından olmuştur. Bilal Usta İstanbul’a yeni gelen Hasan’ı Mustafa’nın yerine aldırır.
Fabrikada sendikalaşma çabası vardır. Bilal Usta sendikaya karşıdır. Hasan’la Hacer evlenir. Sendikalı olanlar, kocası tarafından terk edilen iki çocuklu Hacer’i de yanlarına çekmek isterler. Salim Bey işçileri sendikalı-sendikasız diye ayırır. Hacer sendikalılar arasında, Hasan sendikasızlar arasında yer alır. Hasan, Bilal Usta ile karısının tutumu yüzünden tartışırken kolunu makineye kaptırır ve kolu kopar. Olay yerine gelen Hacer, “alın diyetinizi” diye kocasının kolunu Salim Bey ve İbrahim Usta’ya fırlatır.

YÜREKLERİN KULAKLARI SAĞIR


 - 01 Haziran 2014
Hava kurşun gibi ağır!/Bağır/bağır/bağır/bağırıyorum./Koşun/kurşun erit-/-meğe/çağırıyorum” demişti Nazım usta 1930 tarihli Kerem Gibi şiirinde. Bugünleri söyler gibi; “Deeeert/çok,/hemdert yok/Yürek/lerin/kulak/ları/sağır/ Hava kurşun gibi ağır”

SERİ KATİL
Sungur Savran, geçtiğimiz günlerde Soma katliamı üzerine katıldığı bir televizyon programında “bu hükümet seri katil” demişti. Son yıllardaki en doğru tanımlamalardan biriydi. Beki öncesinde de söyleyen olmuştur, bilmiyorum. Ender İmrek’in Evrensel’de “Her gün kan akıyor. Her gün yeni canlar kaybediyoruz. Maden işçilerinin tüm ülkeyi saran matemi soğumadan, yeni bir polis cinayetiyle sarsıldık.” diye başladığı yazısının başlığı da “İktidar seri katile döndü” idi.
Öldürücü/öldüren kadar, ölüme sebep olanın da katil sayıldığı, sayılması gerektiği durumlar çok fazladır. “Emri ben verdim” gibi açık beyandan sonra katile katil denir bizde ve her yerde. Belli koşullarda/tarzda çok sayıda cinayet işleyene de seri katil denir.
Seri katiller arasında ağır basan tanı psikopatidir. Psikopatlar, ‘empati ve suçluluk duygusundan uzak, ben merkezci’ olarak bilinirler. Psikopatlar çoğunlukla kendi yarattıkları, benimsedikleri kurallara uymayı seçerler ve hatta toplumda saygı gören ve etkili kişiler olabilirler; tüm cinayetlerine rağmen günlük yaşamlarını sürdürürler. Cinayetlerini yakalanana, durdurulana, ölene ya da misyonlarını yerine getirene kadar sürdürürler.
Faili meçhul cinayetlere son verdiğini söyleyen, bu yalana yandaş toplum mühendisleri ve medyasıyla uzunca bir süre belli kesimleri de inandıran iktidar faili malum cinayetlerini katliama dönüştürmüştür.
Cinayetleri biliyoruz; sadece son birkaç yılda devlet teröründe öldürülen canların adlarını yazsak sayfayı doldurur. Gezi isyanında öldürülen kardeşlerimize 18 Mayıs’ta Şırnak’ın Cizre ilçesinde sınırdan geçmeye çalışırken iki çocuğu ve babasının gözleri önünde askerler tarafından açılan ateş sonucu Saada Darwich isimli kadının katledilmesi eklenmişti. Aynı gece Mardin Kızıltepe’de yine sınırı geçmeye çalışırken açılan ateş sonucu Ali Özdemir de yaralanmıştı.
Okmeydanı’nda öldürülen Uğur Kurt ve Ayhan Yılmaz’ın acısı dinmeden sınırdan bir ölüm haberi daha geldi. Bu satırları yazdığım sırada gelen sıcak haberin ilk bilgilerine göre Şuâ Hüseyin El Ubeyt isimli bir kadın askerler tarafından öldürdü. Yunus Emre söylemiş yıllar öncesinden: “Yoktur beylerin mürveti,/ bindikleri Arap atı,/ yedikleri insan eti,/ içtikleri kan oluptur.”
Cinayetleriyle seri katile dönen iktidarın katliamlarına Roboski ve Reyhanlı’dan sonra Soma da eklendi. Maden ocağında yüzlerce emekçi hükümetin halk düşmanı politikaları yüzünden hayatını kaybetti.

MADEN OCAĞININ DİBİNDE
Soma ilk değildi fakat dileğimiz son olmasıydı. 1941 yılından bu yana kömür ve diğer maden ocaklarında yaşanan, pek çoğu grizu patlaması, göçük ve yangından kaynaklı iş cinayetlerinde 3 binden fazla madencinin hayatını kaybettiği biliniyor. Resmi rakamlara göre 301 maden işçisini yitirdiğimiz Soma’dan önce en büyük kaybı, 1992 yılında 263 madencinin öldüğü Zonguldak’ın Kozlu ilçesinde yaşanan grizu faciasında vermiştik. Türkiye İstatistik Kurumu’nca geçen Mart ayında yayınlanan ve iş kazalarının sektörel dağılımının yer aldığı rapora göre, Türkiye’de “iş kazalarının” en fazla yaşandığı sektör, maden ve taş ocakçılığı olarak belirlenmiş ve geçen yıl “iş kazalarının” yüzde 10,4’ünün madencilik ve taş ocağı sektöründe yaşandığı tespit edilmiş.
YÜRÜYÜNCE YERYÜZÜNE MERHABA PROLETARYA
301 arkadaşlarını toprağa veren Somalı maden işçilerinin haklı öfkesi dinmiyor;  madenci direniyor, mücadele ediyor. Soma maden işçileri katliamın ilk gününden itibaren patronlar ve hükümetle birlikte sendikacıları da suçluyor, sendikayı göz göre göre gelen katliama karşı hiçbir adım atmamakla eleştiriyorlardı.

İşçilerin tepkisi eyleme dönüştü. Yaptıkları eylemler sonucu Türkiye Maden İş Sendikası Ege Şube Başkanı ve Yönetim Kurulu üyelerinin istifa etmesini sağlayan Somalı madencilerin sonraki hedefi, Ege Linyit İşletmesi Müessese Müdürlüğü oldu.
Arkadaşlarının katilinin taşeron sistemi olduğunu belirten Soma maden işçileri yürüyüş boyunca “Soma uyuma madencine sahip çık” sloganları attılar; “bir günde taşeron yasası getiren hükümet 1 günde madenleri kamulaştırsın” dediler.Yatağan’da, Soma’da işçiler sokakta; yürüyor, direniyor. Tarih yazdığını söyleyenlere karşı hayata müdahale ediyor, tarihi yeniden yazıyor.
Yeryüzüne yürüyen maden işçileri de, Yatağan işçileri de “Elveda Proletarya” diyenlerin değil yeniden merhaba proletarya diyenlerin tarih yazacağını gösteriyor. Grup Yorum, 1990’da Yeni Çeltek’te meydana gelen, 68 işçinin öldüğü grizu patlaması sonrasında besteledikleri ‘Madenciye Ağıt’ adlı şarkıda “Bir gün gelir ocaklarda/ kazma kürek ellerinde/ yürüyünce yeryüzüne/ değişecek yazgıları” diyordu.
‘Madenciden’ adlı bestelerinde de “Bugün maden ocağına/ Kara elmas diyarına/ İnmedik selam olsun sana dost/ Ölesiye ışık hasretiyle solmuş bu yüzlere/ Grev grev güneş doğmuş dost/ Artık kaybedecek bir şey yok/ Yeraltında ezilenler/ Yeryüzüne seslenirler/ Madenler bizim derler/ Gerekirse ölüm derler/ Günü geldi grev derler dost/ Artık kaybedecek bir şey yok.” demişlerdi.
Grup Yorum, ‘Madenciden’ ve ‘Madenciye Ağıt’tan sonra Somalı madencilere yaptıkları ‘Soma İçin’ adlı şarkıda şöyle sesleniyorlar:

“Gün doğarken açılır kapı uyanır maden ocağı
Simsiyah bir yol uzanır içimde yokluk sancısı
Bir mezar ki kazdığımız ne ucu var ne bucağı
Öldük boğaz tokluğuna Soma oldu dert ocağı

Sağım solum kara duman bir soluk bile alınmaz
Açlık yoksulluk var diye bu kadar ucuz ölünmez
Yedi kat yerin altında kaybolur gider ömrümüz
Kader değil gözyaşımız bizim de gelir günümüz

Gün ortasında doldu caddeler yitip giden canlar için
Çözülüyor o susan diller hesap istiyor ölüler
Ankara’dan gelen beyler lazım değil taziyeniz
Ellerimiz kömür bizim kirlenmesin elbiseniz”

MADENCİNİN ÇIĞLIĞI


MADENCİNİN ÇIĞLIĞI VE YER ÜSTÜNDEN NOTLAR 25 Mayıs 2014
Madencinin çığlığı hiç kesilmedi bu ülkede. Maden ocaklarında yaşanan iş cinayetleri, göçükler, patlamalar on yıllardır kapanmayan, hep kanayan bir yara olarak bugün de can yakıyor, can alıyor.
Soma’da yalnızca ülkemizin değil, dünyanın en büyük maden facialarından birini yaşadık. Soma’da yaşanan iş cinayetinin çok ötesindeydi; bir emekçi katliamıydı.  Umutsuz bekleyiş sürerken hayatını kaybeden maden işçilerinin sayısı her saat artıyor, yüzlerce işçi de yerin altında kurtarılmayı bekliyor, öfke ve isyan bütün ülkeye yayılıyordu. AKP iktidarı yine bildiğini okuyor, felaketi örtbas etmek için provokasyon peşinde koşuyor, acılı halkın karşısına devlet terörüyle çıkıyordu. Bu kez bizzat RTE de sahaya inip insanları tokatlıyor, yumrukluyor, korumalarına dövdürüyordu.
MADENCİNİN ÇIĞLIĞI
İktidarın bakanı 301’le 302’yle kapatırız ölü sayısını diyordu, 301’le kapattılar. İhalelerden alıştıkları dil bu. Ama halk kapatmadı çünkü kimse gerçek ölüm sayısının bu olduğuna inanmıyor. Devletin “resmi rakamlarının” güvenilmezliği on yılların tecrübesiyle sabit; Ermeni kıyımında, 6-7 Eylül felaketinde, Dersim, Maraş, Çorum, 1 Mayıs 1977 katliamlarında “kayıtlara” geçen sayılardan. Devletin ve resmi rakamlarının hiçbir inandırıcılığı yok. Yok, çünkü devlet için onlar dosyayı rafa kaldırmak için yalnızca rakam. Oysa o rakamların her biri bir can ve o canların, kayıp canların acısını en iyi yakınları bilir. Devlet unutsa da, yok saysa da onlar yıllarca ararlar. Hafızalara kaydedilir canlar, gerçek sayılar.

“Hiç bir kömür ısıtmayacak, babaları madende ölmüş çocukların yüreğini” yazıyordu katliamı protesto edenlerin ellerindeki pankartlarda. Soma’da gün kömür karasıydı, her gün kömür kokan kent ölüm kokuyordu günlerdir. Bütün bir kent, toprağın altı, toprağın üstü ceset dolu, insan ölüsü doluydu.
Maden katliamında yaşamını yitiren işçilerden birinin avucunda bulunan kâğıtta “Oğlum, hakkını helal et” yazıyordu. Küçücük çocuklar babalarını, kadınlar, eşlerini oğullarını gömüyorlardı. Ölümü de, ne yaşandığını da anlayamayan küçücük bir kız çocuğu yazdığı şiiri okuyordu babasının mezarı başında. “Emri ben verdim” diyen çocuk katiline göre olağandı bu ölümler, işin fıtratında vardı. Türkiye olağan bir ülke değildi ama işçi ölümleriyle, çocuk ölümleriyle, kadın ölümleriyle, ölüm emri veren yöneticileriyle, destan yazan katil polisleriyle; büyük bir mezarlık; bir katliamlar devletiydi.
Roboski’nin hesabını sormazsan madencinin hesabını soramazsın, madencinin hesabını sormazsan Gezi’nin hesabını soramazsın, Gezi’nin hesabını sormazsan annelerin yüzüne bakamazsın.
Maden ocağındaki faciadan sağ kurtarılarak dışarıya çıkarılan bir madenci kurtulduğuna sevinemiyor, “Mahmut çıktı mı, kurtuldu mu o?” diye arkadaşını soruyordu. Yaralı kurtulan, ambulansa bindirilirken sedyeye yatırılmaya çalışılan kömür karası bir başka madenci de “çizmelerimi çıkarayım mı?” diyor, onu ölüme gönderenlere karşı insanlığı hatırlatıyordu.
Madencinin çığlığı ölünce duyuluyordu ne yazık ki; göçük altında kaldığında, grizu patladığında. Sobaya atılan her kömürde onun emeği, alın teri olduğu ölümünde anımsanıyordu.

Biz ısınabilelim diye o bir torba kömür için bir ömür harcıyor, bir adım sonra karşılaşabileceği ölüme rağmen çocuklarına ekmek çıkarıyordu yerin yedi kat dibinden. Biz ısınırken o üşüyordu maden ocağının dibinde. “Yüz karası değil, Kömür karası/ Böyle kazanılır ekmek parası” demişti Orhan Veli.
YER ÜSTÜNDEN NOTLAR
“Maden ocağının dibinde/ Hava yok ışık yok/ Maden ocağının dibinde/ Besin yok karın yok/ Maden ocağının dibinde/ Oğlun bile yok/ Maden ocağının dibinde/ Bir sen varsın, direnen/ Ayırdılar seni dünyadan/ Aldılar elinden ışığını, havanı, besinini/ Sevdiğin kadını taptığın oğlunu aldılar elinden/ Ayırdılar seni dünyadan.” 70’li yıllarda Cem Karaca ‘fanatiğiydim.’ İstanbul’daki hiçbir konserini kaçırmazdım. Sonra benim gibi birkaç arkadaşım daha oldu. Yeni albümlerini sabırsızlıkla bekler, çıktığı gün alır, haftalarca bıkmadan dinlerdik.
1977 yılıydı, Kartal sahilinde oturuyorduk, Turgay (Kantürk) elinde Cem Karaca’nın Yoksulluk Kader Olamaz albümüyle geldi. Yine günlerce aralıksız dinlemiştik. Albümde yer alan parçalardan biri de Maden Ocağının Dibinde idi. A. Kadir/Asım Tanış’ın sözlerini bestelemişti Cem Karaca.
Şiirler yazıldı, ağıtlar, türküler yakıldı, şarkılar bestelendi madenci için. Maden ocaklarını anlatan filmler yapıldı, belgeseller çekildi. Madenci ekmek parası için yerin altında ‘ölümüne yaşam kavgası’ veriyorken yer üstünde de notlar yazılıyordu onun için.
Halit Refiğ 1962 yılında çektiği Şehirdeki Yabancı filminde, karaelmas kenti Zonguldak’a götürür bizi. Maden mühendisi Aydın, yurt dışındaki eğitimini tamamlamıştır ve doğup büyüdüğü Zonguldak’a döner, maden işletmesinde çalışmaya başlar. Yıllar önce, maden emekçisi babası ve Ağaçlıgillerin villasında hizmetçi olarak çalışan annesi Gülsüm ölünce, bölgenin zengin kişilerinden Selami Bey, “Bu çocuğu ben okutacağım,” demiştir. Genç mühendisi karşılayıp evine götürür Selami Bey. Aralarında geçen konuşma şöyledir:
Selami Bey: Anlat bakalım, İngiltere’de, kömürün nasıl çıkarıldığından başka bir şey öğrendin mi?
Aydın: Öğrendim. Birlikte yaşayan insanların, birlikte mesut olabileceğini, nasıl çalışmaları ve dayanışmaları gerektiğini öğrendim.Selami: Vay vay, ne dediğini anlamıyorum ama herhalde iyi şeyler söylüyorsun . Yavuz Özkan’ın 1978 yılında çektiği ilk politik sinema örneği de sayılan Maden filminden daha önce bu sayfada ‘İsyan, direniş, grev’ başlıklı yazıda söz etmiştik. Film, gerçek mekânlarda gerçek maden işçileriyle çekilir.

Sinan Çetin’in ilk yönetmenlik denemesi olan Bir Günün Hikâyesi de bir madenci ailesinin toplumsal sorunlarını doğa ve törelerin acımasızlığı üzerinden ele alır. Bir maden ocağında çalışan Mustafa, o yöredeki töre gereğince, göçük altında kalıp ölen ağabeyinin dul eşiyle evlenmek zorundadır ama Zeynep’i sevmektedir.
Erden Kıral’ın 2012 yapımı Yük adlı filminde maden ocağı üç karakterin geriye dönüşlerle gelişen hikâyelerinin ortak noktasıdır. Filmde gerçek hayattaki madenci ve yakınları da kadroda yer alıyordu. Yılmaz Erdoğan’ın, Rüştü Onur ile Muzaffer Tayyip Uslu’nun Zonguldak’ta geçen gerçek hayat hikâyesini aktardığı Kelebeğin Rüyası’nda, kentin hayatında büyük rol sahibi kömür madenini de yer alır.

FATMAGÜL’LERİN ÇIĞLIĞI VE KİRLENEN İNSANLIK


 18 Mayıs 2014
Cinsiyetinin belli olduğu, doğduğu anda başlıyor kadının “yazgısı”. Yazgı sözün gelişi. İnsan marifetiyle belirlenen, kirletilen geleceği diyelim. Hayatı boyunca taşımak zorunda kalacağı, taşıyamayacağı kadar ağır yük doğduğu anda, içine doğduğu erkek dünyası tarafından yüklenir kadına. En ağırı da içini/içeriğini kendilerinin (erkek egemen sistemin) doldurduğu, sınırlarını kendilerinin belirlediği ve sonradan yine kendi elleriyle “kirletecekleri” namus yükü. Kirlenmek, kirletmek vb. de erkek dünyasının kavramları. Kadının payına düşen ‘kirletilmişlik’ duygusuyla ağır bedeller ödeyerek, paramparça edilmiş bir ruh dünyası ve kuşatılmışlıklarla sürdüreceği bir hayat. Oysa kirlenen yalnızca insanlık. Kız çocuğu, erkek çocuk ya da yetişkin kadın demeden uygulanan cinsel şiddet, taciz, tecavüz gibi yüz kızartıcı insanlık suçu kadını değil olsa olsa insanlığı kirletir.
Geçtiğimiz günlerde arka arkaya birçok kentte birden çok çocuk kayboldu ve ne yazık ki çoğunun cansız bedenlerine ulaşıldı. Kaçırılan ve öldürülen çocukların cinsel şiddete, tecavüze uğramış olmaları da yaşanan acının dayanılmazlığını arttıran, insanı insanlığından utandıran boyutu.
ÇIĞLIK ATTIM DUYAN VAR MI?
Çocuk kayıpları, çocuk cinayetleri yaşanırken hükümetin Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Ayşenur İslam, “Çocuklara çığlık atmasını öğretin” diyordu. Küçük Gizem’in ya da Mert’in işkence/şiddet görürken, tecavüze uğrarken, öldürülürken çığlık atmadığını mı sanıyordu? İnsanların telefonlarını dinlemekte tele-kulak olmakta mahir olan devlet insan çığlıklarını duyabilecek kulaklara sahip miydi? Pozantı’da duymuş muydu örneğin? Geçtiğimiz günlerde Evrensel’in açığa çıkardığı İkinci Pozantı vahşetinde yükselen çığlıkları duymuş muydu? Bu ülkenin her yanından çığlıklar yükseliyor on yıllardır. Evlerden, sokaklardan, iş yerlerinden, ceza evlerinden, işkencehanelerinden, karakollarından, okullarından, hastanelerinden; köylerinden, kentlerinden. Duyan var mı?Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın hazırladığı kanun tasarısı taslağında tecavüze uğrayan çocuğun tecavüzcüsüyle evlenmesi durumunda davanın düşmesi yer alabiliyor. Çocuk tecavüzcüsüyle evlenirse mesele kapansın diyen devlet zihniyeti duysa duysa tecavüzcünün çığlığını duyar. Bugüne dek verilen (verilmeyen) cezalar da bunun göstergesi. Ayrıca önlemin, caydırıcılığın idamla, ağırlaştırılan cezalarla sağlanamayacağı da açık.
TECAVÜZ MAĞDURLARI DA TANIKLAR DA KONUŞMALI
Resmi kayıtlara geçen ‘rakamların’ çokluğu durumun ciddiyetinin anlaşılması açısından oldukça önemliyken bir o kadar da (belki çok daha fazlası) kayıtlara geçmeyen, yaşadığı vahşeti gizlemek, susmak zorunda kalan kadın olduğu düşünüldüğünde suçun, taciz ve tecavüzün ne denli yaygın olduğunu görmek ürkütücü; utandırıcı.Cinsel taciz ve tecavüze uğrayan kadınların birçoğu toplum ve ailesi tarafından dışlanmamak için susmayı tercih ediyor ya da susması dayatılıyor. Oysa bu ağır insanlık suçunda suçluların teşhir edilip, yargılanmasını sağlamak önemli. Açılacak olan tecavüz davalarının önündeki hukuki engellerin kaldırılması, yasalarda tecavüzü meşrulaştıran, suçu hafifletici hükümlerin kaldırılması ve bunun için mücadele edilmesi gerekiyor.
FATMAGÜL’LERİ YALNIZ BIRAKMAMAK
Film adıyla söylersek Fatmagül’ün Suçu Ne? Çığlıklarına kulaklarımızı tıkadığımız Fatmagül’ler, yalnız bırakılmadığında film icabı da, gerçek hayatta da düşlerini öldürenlerle, geleceğini karartanlarla mücadele edebilir, toplum önünde de, yargıda da hesap sorabilir. Vedat Türkali’nin senaryosundan çekilen filmi 5-6 kez izlemiştim. Televizyona dizi film olarak çekildiğinde ve dizinin tanıtımı medyada tecavüz sahnesi üzerinden yürütüldüğünde (iyi bir dizi izleyicisi olduğum halde) oluşan önyargım nedeniyle izlememiştim. 
Hilal Saral’ın yönettiği, senaryosu Ece Yörenç ve Melek Gençoğlu tarafından yazılan dizi Vedat Türkali’nin 1986 yapımı aynı adlı film için yazdığı senaryoya dayanıyor. Geçtiğimiz günlerde bir çalışma için dizinin ilk birkaç bölümüne bakmak istedim; bırakamadım. Aralıksız 80 bölüm (80 saati aşan bir süre) izledim arka arkaya. Sanki film icabı bir öykü izlemiyor, gerçek bir yaşanmışlığa tanıklık ediyordum. Ruh/duygu dünyam paramparça oldu.

Dizi filmde anlatılanı gerçekte yaşamış bir kadının/birçok kadının olduğunu düşündükçe dağıldım. Ben film icabı bir öyküyü izlerken böylesine dağılıp paramparça olabiliyorsam gerçek Fatmagül’lerin yaşadıklarını düşünmek bile taşınabilir bir yük değildi. Düşünmek bile diyorum, çünkü yaşanmış olan sözle anlatılamaz olmalı. Beren Saat’in, Beren’i değil de Fatmagül’ü görmemizi sağlayan başarılı oyunu sahicilik duygusu veren önemli etkendi.
Yoksul bir kasabalı olan Fatmagül evlilik için çocukluk aşkı, nişanlısı Mustafa’nın kendi elleriyle yaptığı evi bitirmesini beklemektedir. “Yarım akıllı” ağabeyi Rahmi ve onunla mecburen evlenen yengesi Mukaddes’ten başka kimsesi yoktur. Bir de hayalleri vardı yaşamak istediği. Bir sabaha karşı değişir Fatmagül’ün, Mustafa’nın hayatları.
Dört erkeğin tecavüzüne uğrayan ve tecavüzcülerinden biriyle evlenmek zorunda bırakılan Fatmagül’ün, onunla evlenmek zorunda kalan Kerim’in ve yaşadığı vahşetten sonra sevdiğinin yanında duramayan Mustafa’nın hikâyesidir anlatılan. Kerim tecavüzcülerin arkadaşı, olay anında yanlarında olmasına karşın Fatmagül’e el sürmemiş, suça ortak olmamıştır.  Kendini diğerlerine engel olmadığı için suçlar. Fatmagül Kerim’i tanıdıkça ve tecavüz etmediğini öğrenince birbirlerine âşık olurlar.
O sabahtan sonra Fatmagül’ün hayatı değişmiştir bir kez; hayalleri, umutları öldürülmüştür. Zamanla ailesinin ve Kerim’in desteğiyle ‘kirletilmişlik’ duygusundan kurtulsa da hayatını kâbusa çeviren ‘o an’ın ruhsal etkisinden de toplumsal dışlanmışlıktan da kurtulamaz.
Fatmagül teslim olmaz, yenilgiyi kabullenmez, direnir, mücadele eder. “Sen çok güçlüsün Fatmagül, seninle gurur duyuyorum” diyen Kerim’in, ailesinin, mücadelesinde yalnız bırakmayan kadınların, kadın örgütlerinin desteği önemlidir; kazanırlar. Filmin sonunda “biz başardık” diyordu Fatmagül. Yalnız bırakmazsak gerçek Fatmagül’ler de başaracaktır, kazanacaktır.

İFFET YA DA CAN KIRIKLARI


11 Mayıs 2014

Fatmagül’ler, İffetler, “kadının namusu” ya da can kırıkları… ‘Tecavüze uğrayan da aklanmak zorunda kalan da sensin’ başlıklı yazımızda kadına yönelik şiddetin, cinayetlerin, taciz ve tecavüzlerin ürkütücü rakamlarını vermiştik.
Tecavüze uğrayanların yüzde 50’si 18 yaş altında. Bunların yüzde 90’ını kız, yüzde 10’unu erkek çocukları oluşturuyor.
Her türlü şiddetten, işkenceden çok daha ağır, daha acımasız, yalnızca fiziksel zarar vermekle sınırlı olmayan, insanın ruh dünyasını da hayatını da paramparça eden bir insanlık ayıbı, insanlık suçudur tecavüz.
Dün de bugün de cinsel saldırılara, taciz ve tecavüze karşı önlem alması gereken devlet bu insanlık suçuna ortaktır. Bu suç ortaklığında medyanın payı da büyüktür. Geçen yılın verilerine göre cinsel saldırı suçları son beş yılda yüzde 30 arttı. Son 15 yılda 241 polis, 91 asker, 17 özel timci, 15 korucu, 45 gardiyan tecavüzden yargılandı fakat hiçbiri ceza almadı.
SALDIRGANLAR TANIDIK
2002-2008 arası 62 bin kadın tecavüze, 2010 yılının ilk 7 ayında 478 kadın tecavüze, 722 kadın tacize uğradı. 2013 ve 2014 rakamları ise çok daha korkunç çok daha ürkütücü. 2013 verilerine göre acil yardım hattını arayan kadınlardan yüzde 57’si fiziksel şiddete, yüzde 46,9’u cinsel şiddete, yüzde 14,6’sı enseste ve yüzde 8,6’sı tecavüze maruz kalıyor. Kadınları istismar eden erkeklerin yüzde 83’ünü de eşler oluşturuyor.Cinsel saldırganların yüzde 75’i tanıdık. Ensest olaylarında faillerin yüzde 50’si öz baba ya da amcalar enişteler, ağabeyler, dedeler ve dayılar. 2005–2010 yılları arasında, cinsel saldırıya uğrayan 100 binin üzerindeki kadının yüzde 40’ı şikâyetçi bile olamadı. Bütün bu rakamlar, istatistikler devletin resmi kurumlarına ait. Buz dağının görünen yüzü yalnızca.
MEDYA, SİNEMA, TV
Kadına yönelik şiddetin önlenmesinde yazılı ve görsel basına da suça ortak olan bir tutum ya da dil değil önleyici bir görev düşmektedir. “Medya, kadına yönelik şiddet ve tecavüz haberlerini kamuoyuna aktarırken, haber dilini doğru kullanmalı, etik değerlere uymalı, tecavüzün içerdiği şiddeti arka plana itmemeli ve tecavüzü erotize edici tutumlardan uzak durmalıdır. Basının, suçu işleyen erkeğe değil, mağdur kadının özelliklerine odaklanması şiddetin sorumlusunun mağdur olduğu biçiminde bir yanılsama yaratabilmektedir. Buna dikkat edilmelidir.”
Türkiye Psikiyatri Derneği’nin 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Dayanışma Günü Basın Açıklaması’nın ‘Öneriler ve Talepler’ bölümünde yer alıyordu bu cümleler.
2013’te tartıştığı erkek arkadaşından sokak ortasında dayak yiyen bir kadının haberini ‘Nakavt’ başlığıyla veren gazeteleri, başbakan yardımcısının sözleri üzerine “dekolte” giysisi nedeniyle kadının işine son veren televizyonları var bu ülkenin. Aileden sorumlu bakanlığı var, kadın bakanlığı yok. Çünkü kutsal olan aile ya, kadından sorumlu olan, onun namusunu koruyan da aile olacak. Aile Bakanı’na ise ıslık çalmak, çığlık atmayı öğrenin, öğretin demek kalacak. Oysa katilin de tacizcinin, tecavüzcünün de en yakınımızda ailede olduğu gerçeği devlet kayıtlarında yazılı.
KADIN VE NAMUSU KİMDEN SORULUR
Abdullah Oğuz’un Zülfü Livaneli’nin tüm aynı adlı romanından uyarladığı Mutluluk filminde namus ve töre cinayetlerinin genç kadınları ölüme nasıl sürüklediği 17 yaşındaki Meryem’in öyküsü üzerinden anlatır.Göl kenarında baygın bulunan Meryem’i öldürmeye karar verir aile, Meryem’in namusu kirlenmiştir ve töre böyle buyurmaktadır! Oysa Meryem öz amcası tarafından tecavüze uğramıştır ve amcası bunun duyulmaması için kızı öldürme- namus temizleme!- kararı alır. Kurtlar Vadisi’gillerden Kaçak adlı bir ‘erkek dizisi’ yayınlanıyor beyaz camda. Kurtlar Vadisi’nin Memati’si Gürkan Uygun’un başrolde olduğu, kahramanları ellerinden silahların, bombaların düşmediği, insanları “mermi manyağı” yapan mafya ve eski özel harekâtçı polisler olan bu lümpen erkek dizisinde “Bir kadının namusu kimden sorulur? Evliyse kocasından, değilse ailesinden sorulmaz mı?” diyordu polis eskisi erkek ‘kahraman’. Aynı dizi kahramanı “erkekten mantığı çıkar, al sana kadın” benzeri cümleler de kuruyordu. O bir ‘hayal kahramanı’ ama ona bunları söyletenler, senaristinden yönetmenine, yapımcısına, televizyon kanalına kadar gerçek kişiler ve kurumlar. Bu devletin ve toplumun erkekçi, erkek egemen zihniyetinin hayattaki ve sektördeki sözcüleri. Kadına, çocuğa yönelik şiddetin, tacizin, tecavüzün yaygınlaşmasında payı olanlar.
İFFET’TEN FATMAGÜL’E
Medyayı gerçek hayatta da sinema, televizyon filmi-dizi tanıtımında da tecavüze uğradığı hayata meydan okuyan kadından çok tecavüz ya da canlandırma sahnesi ilgilendirmiştir.
Sevdiği adam tarafından tecavüze uğrayan İffet’in öyküsünün anlatıldığı film de Fatmagül’ün Suçu Ne filmi ve dizisi de buna örnektir. İnternet üzerinden arama yaptığınızda, Google ya da You Tube sayfalarına bu filmlerin adlarını yazdığınızda karşınıza çıkan yüz binlerce sonucun tamamına yakını filmdeki tecavüz sahneleriyle ve haberleriyle ilgili.
“İffet’in “tecavüz” sahnesi çekildi! Videosu”, “Müjde Ar Cama Sıkıştırmalı Tecavüz Sahnesi - İffet”, “Hülya Avşar Fatmagül’ün Suçu Ne tecavüz sahnesi”, “İşte, ‘‘Fatmagül’ün Suçu Ne’’ filmindeki o sahne! - Video”, “Hülya mı Beren mi tecavüzde daha iyiydi?”Kartal Tibet’in 1982’de Yavuz Turgul’un senaryosuyla çektiği İffet’in başrollerinde Müjde Ar, Faruk Peker, Savaş Başar, Ergün Uçucu, Damla Coşkunoğlu, Suna Selen vardır.
İstanbul’un kenar mahallelerinden birinde kız kardeşi ve babasıyla yaşayan İffet, babasının katı kuralları altında kendi halinde bir yaşam sürerken, mahalle çapkını Cemil’e aşık olur. Taksi şoförlüğü yapan Cemil, piknik için gittikleri ormanda İffet’e tecavüz eder. Evlenme umuduna kapılan İffet, Cemil’in para için başka bir kızla evlenmesiyle yıkılır. Babası tarafından da reddedilen İffet, Cemil’den ve hayattan intikam almak için filmlerde kolay gerçek hayatta aldığı yaradan daha büyük yeni yaralar almasına yol açabilecek çıkmaz bir yoldur bu; çırpındıkça batacağı beter bir bataklıktır özendirilerek gösterilen.
Ünlü, paralı ve güçlü bir kadın olursa istediği intikamı alabileceğini düşünür İffet. Temiz düşlerini kirleten, hayatını paramparça eden Cemil’den intikamını almak için erkek dünyasında meta olmayı, başka erkeklerin elinde “oyuncak” olmayı seçerek ulaşır amacına. Film icabı yaşananlar başka, hayatın gerçekliği başkadır oysa. Haftaya devam edeceğiz….

DARAĞACINDA ÇOĞALMAK


DARAĞACINDA ÇOĞALMAK: AŞK OLSUN SİZE -  04 Mayıs 2014
Herkes ona kısaca ‘Bizim Deniz’ der; tıpkı Ernesto Che Guevara’ya kısaca Che dendiği gibi. Can Yücel hepimizin bildiği, bestelenip birçok sanatçı tarafından şarkılarda dillendirilen Mare Nostrum adlı şiirinde “En uzun koşuysa elbet Türkiye’de de Devrim,/ O, onun en güzel yüz metresini koştu” demişti.
Deniz Gezmiş mücadele ederken de, o yüz metreyi koşarken de, idama giderken de yalnız değildi. Hüseyin İnan, Yusuf Aslan ve onlarca yoldaşı, yol arkadaşı vardı. İdama da Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’la birlikte gitti. Onlar darağacına yürürken ölüme değil geleceğe, çoğalmaya yürüyorlardı.
İlkokul öncesine uzanan anılarımı, bugün unutulmuş, adı bile anımsanmayan oyunlar kaplıyordu. Saklambaç, köşe kapmaca, mendil kapmaca, yakar top, istop, aç kapıyı bezirgân başı… Yaşımız ilerledikçe uzuneşek, isim şehir, amiral battı, adam asmaca gibi oyunlar da eklenmişti oyun dağarcığımıza.
 FIRTINALI YILLAR VE DENİZ’LER
Bahçeli evimizin ilk kiracısı olarak eşi Almanya’da işçi olan, iki oğluyla yaşayan Hediye ablayı anımsıyorum. Eşi Hediye ablayı ve çocuklarını yanına aldırdıktan sonra, o zamanlar “fruko” diye anılan toplum polisi Halit ağabey taşınmıştı annesi eşi ve kardeşiyle. Üniversite olaylarını ilk kez ondan dinlemiştim. Yaptığı işi sevmiyordu ve sonra polisliği bırakıp Almanya’ya gitti.
Daha önce da yazmıştım, yineleyeyim: ‘Duvar yazılarıyla ilkokulda tanışmıştım. Okul yolundaki evlerin duvarlarında “Tek Yol Devrim” yazıları olurdu. Dev-Genç’lileri dev gibi gençler sanıyordum. O dev gibi gençlerin “fruko”ları peşlerinden nasıl koşturduklarını komşumuz Halit ağabeyden dinliyordum. 15-16 Haziran’ı anımsıyorum. İşçilerin ‘ayaklandığı’ yakınımızdaki Yakacık Yolu’nda ve Ankara Asfaltı’nda yürüyüş yaptıkları söyleniyordu. 12 Mart Darbesi’ni, devriye gezen askerleri de anımsıyorum. O günlerde bahçelere saklanan gençler devriye gezen askerleri kolluyor, onlar uzaklaştığında çıkıp duvarlara yazılar yazıp ortadan kayboluyorlardı.
O günlerden çok net hatırladığım bir olay daha vardı. Mahir Çayan ve Hüseyin Cevahir’in Maltepe’de bir evde kuşatıldıklarında yaşıma ve bacak kadar boyuma aldırmadan Maltepe’ye gidip kalabalığın arasında olan biteni izlememdi. Mahir Çayan ve Hüseyin Cevahir sığındıkları evde, evin kızı Sibel Erkan’ı alıkoyarak teslim olmamak için direniyordu. Ev kuşatılmıştı ve 1971’in Mayıs sonunda başlayan olay 1 Haziran’da Hüseyin Cevahir’in öldürülmesi, Mahir Çayan’ın da yaralı ele geçirilmesiyle son bulmuştu.’
Ülkede de toplumsal muhalefetin yükseldiği, üniversitelerde işgallerin, boykotların, fabrikalarda grevlerin yaygınlaştığı yıllardı. Deniz Gezmiş adını ilkokul yıllarımda duymuştum. Devrimci gençler içinde ilk duyduğum isimdi diye anımsıyorum. Sonra Mahir Çayan’ın ve diğerlerinin de adlarını duydum.
Öğrenci eylemleri içinde etkinliği giderek artan Deniz Gezmiş, 12 Haziran 1968’de İstanbul Üniversitesi’nin işgal edilmesine önderlik ediyordu. İşgalden kısa bir süre sonra İstanbul’a gelen 6. Filo’yu protesto eylemlerinde yer alan Deniz, 30 Temmuz’da tutuklanır ve 20 Eylül’de serbest bırakılır. Benim adını duyduğum yıllarda O, öğrenci hareketinin efsaneleşen öncülerinden, liderlerinden biri haline geliyordu
Sonrasını biliyorsunuz; Deniz’ler ve THKO süreci, Mahir Çayan ve arkadaşlarının THKPC süreci, Nurhak, Şarkışla, Kızıldere, katliamlar, idamlar… 12 Mart askeri müdahalesi olmuş, Mahir Çayan ve arkadaşları, İbrahim Kaypakkaya öldürülmüş, Deniz Gezmiş ve arkadaşları asılmış, ülke kanlı bir süreçten geçmiştir. Öldürülmeyen, asılmayan gençler, aydınlar cezaevlerine doldurulur.
68’DEN 6 MAYIS’A NEYDİ 68?
68’le, Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, İbrahim Kaypakkaya hareketleriyle ilgili belgeseller yapıldı, kitaplar yazıldı. 68 ve 12 Mart edebiyata, daha çok romana yansımıştı. Yeşilçam/sinema birçok toplumsal olaya olduğu gibi 68’e de ilgisiz kaldı. Sonraki yıllarda yapılan az sayıdaki belgeselden biri de Aydın Sayman’ın yönettiği 68’den 6 Mayıs’a adlı belgeseldi. ‘68 hareketi, Deniz Gezmiş, arkadaşları, THKO, 6 Mayıs’a giden süreç’ tanıklıklarla, belgelerle aktarılıyordu. Belgeselin danışmanları Aydın Çubukçu ve Mustafa Yalçıner’di.
Bozkurt Nuhoğlu “68’in işgalle başlayan ateşini Deniz yaktı.” demişti belgeselde. Yalçıner ve Şekibe Çelenk de şunları söylüyordu;Mustafa Yalçıner: “68 Vietnam’dı, Latin Amerika’ydı, Afrika’da hareketlenmeydi, Avrupa’ydı ve bunun içinde Türkiye’ydi. Yoğun bin anti-emperyalizmdi. Emperyalizmin, kapitalizmin baskısına bir başkaldırıydı.
Sosyalizm yakalanabilmiş miydi? Tam yakalanamamıştı. Çünkü sosyalizm adına revizyonizm, reformculuk bulanıklık yaratmıştı, insanların kafasını karıştırmıştı. Ama 68 buna da bir başkaldırıydı, yol arayışıydı.” Şekibe Çelenk: “Benim tanıdığım bu çocuklar 68 kuşağının en yiğit, en yürekli, en bilgili ve bilinçli çocuklarıydı. Biliyorsunuz bir kısmını darağaçlarında ‘hallettiler’, bir kısmını Nurhak dağlarında katlettiler, bir kısmını da Kızıldere’de.”
Deniz ve arkadaşlarının üzerinde belki de en çok Deniz’in babası Cemil Gezmiş’in emeği vardı; bir de son nefesine kadar adlarını yaşatan avukatları Halit Çelenk’in ve Şekibe Çelenk’in. Mahkeme sürecini de, idam sürecinde yaşananları da hep gözleri dolu dolu gözyaşları içinde bizlere, binlerce insana aktaran değerli insan Halit Çelenk’in kalbi anma acısını bir kez daha yaşamaya dayanamamış 5 Mayıs 2011’de ayrılmıştı aramızdan.
HOŞÇA KAL YARIN MI?
Yönetmen Reis Çelik 1998 yılında Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın yakalanıp yargılandıktan sonra idam edilmeleri sürecini anlattığı Hoşçakal Yarın’ı çekti. Filme yönelik eleştirilerimden biri filmin adına diğeri de Deniz Gezmiş’i Berhan Şimşek’in canlandırmasınaydı.
Deniz: “Yaşasın tam bağımsız Türkiye. Yaşasın Marksizm-Leninizm’in yüce ideolojisi. Yaşasın Türk ve Kürt halklarının bağımsızlık mücadelesi. Kahrolsun emperyalizm. Yaşasın şçiler, köylüler.” Hüseyin: “”Ben şahsî hiç bir çıkar gözetmeden halkımın mutluluğu ve bağımsızlığı için savaştım. Bu bayrağı bu ana kadar şerefle taşıdım. Bundan sonra bu bayrağı Türk halkına emanet ediyorum. Yaşasın işçiler, köylüler ve yaşasın devrimciler. Kahrolsun faşizm.”
Yusuf: “Ben ülkemin bağımsızlığı ve halkımın mutluluğu için bir defa ölüyorum. Sizler, bizi asanlar şerefsizliğinizle her gün öleceksiniz. Biz halkımızın hizmetindeyiz. Sizler Amerika’nın hizmetindesiniz. Yaşasın devrimciler! Kahrolsun faşizm!”
Not: Bu hafta yayınlayacağımı duyurduğum Fatmagül, İffet, Asiye başlıklı devam yazısı haftaya kaldı…