22 Mart 2020 Pazar

ŞEHİRDEKİ YABANCI VE KIZGIN DELİKANLI


 05 Nisan 2015
1960’ların başında Vedat Türkali ve Ertem Göreç’in ortak çalışmalarından ilk işçi ve grev filmi olarak kabul edilen Karanlıkta Uyananlar (1964) adlı film çekilir. Bir boya fabrikasındaki işçilerin bilinçlenmesi, uyanışı anlatılır. Film, senaryo yazarı Vedat Türkali’nin toplumcu kimliğinin bir ürünüdür.
2. Antalya Film Şenliği’nde (1965) Karanlıkta Uyananlar filmiyle, 14. Antalya Film Şenliği’nde de (1977) Kara Çarşaflı Gelin filmiyle en iyi senaryo ödüllerini alır Vedat Türkali.
Halit Refiğ 1962 yılında çektiği Şehirdeki Yabancı filminde, kara elmas kenti Zonguldak’a götürür bizi. Filmin senaryosunu Vedat Türkali yazmıştır. Şehirdeki Yabancı filmi sansüre takılan, sinema tarihimizdeki önemli ilk toplumcu gerçekçi filmlerdendir. Maden mühendisi Aydın, yurt dışındaki eğitimini tamamlamıştır ve doğup büyüdüğü Zonguldak’a döner, maden işletmesinde çalışmaya başlar. İdealisttir, hayatın kötülükleriyle mücadele edebileceğini ve dönüştürebileceğini düşünür.
Yıllar önce, maden emekçisi babası ve Ağaçlıgillerin villasında hizmetçi olarak çalışan annesi Gülsüm ölünce, bölgenin zengin kişilerinden Selami (Ağaçlıgil) Bey, “Bu çocuğu ben okutacağım” demiştir. Genç mühendisi karşılayıp evine götürür Selami Bey.
Selami Bey: Ee, anlat bakalım, İngiltere’de, kömürün nasıl çıkarıldığından başka bir şey öğrendin mi?
Aydın: Öğrendim. Birlikte yaşayan insanların, birlikte mesut olabileceğini, nasıl çalışmaları ve dayanışmaları gerektiğini öğrendim.
Selami: Vay vay vay, ne dediğini anlamıyorum ama herhalde iyi şeyler söylüyorsun.
Aydın: Beni yıllarca okutup yetiştirdiniz, Selami Ağabey. Babam öldü, bana babalık ettiniz. Size çok şey borçluyum, biliyorum.
Aydın evde, ummadığı bir ‘kötü sürpriz’le karşılaşır. Selami Bey’in karısı, onun geçmişteki büyük aşkı Gönül’dür.Aydın, “Ben bir kız hatırlarım, iki örgü saçı, tebessümü gözlerimin önünden hiç silinmez. Ailesi çok fakirdi ama ne yapıp edip onu enstitüye göndermişlerdi. Babasının ona siyah bir okul önlüğüyle bir kolalı yakadan daha gösterişli bir giyim yapacak kudreti yoktu. Fakat o, gene de muhitin en güzel kızıydı. Kimsenin haberi olmadan gizlice buluşurduk. Geleceğe dair hayaller kurardık,” dediğinde Gönül’ün cevabı da iç burkucudur: “Bazı şeyler insanın elinde değil. Babam öldükten sonra yapayalnız kaldım. Senden de haber alamıyordum. Uzun süre çok sıkıntı çektim. Sonunda Selami Bey’in karısı olmayı kabul ettim. Benden yaşlıydı. Bir de çocuğu vardı. Her şeye rağmen hayatıma bir kurtarıcı olarak girmişti.”
Madendeki ilk incelemelerde, destek için kullanılan direklerin bu işe uygun olmadığını görür Aydın. Bu direkler nedeniyle sonraki günlerde bir de göçük olur. Hep dostluğunu gördüğü Nazif Usta ile işletme müdürü Rahmi Bey’e giderler. O pek ilgilenmeden onları Orman İşletmesi’nden tüccar Mustafa Bey’e gönderir.
Nazif Usta, orman yolunda Aydın’a direkleri Mustafa Bakırcı’dan aldıklarını söyler: “Ne dalavereci heriftir o, bilemezsin. Kaç şikayet oldu bu direk işinde. Ormandan aldığı iyi direkleri başka tarafa gönderir, bozukları bize. Bir ara düzeltir gibi yapar, sonra gene bildiğini okur.” Aydın, “Kabahat, ona bildiğini okutanlarda” diye cevaplar ustayı.
Şehrin ileri gelenlerinden işadamı Mustafa Bey, gazeteci Sabri, işadamı-politikacı Şerafettin Bey, ‘bozuk düzen’i değiştireceğine inanan Aydın’a cephe alırlar. Aydın’ın başına dertler açılır. Direk işini kurcaladıkça yalnızlaşan Aydın’la Selami Bey arasında şöyle bir konuşma geçer:
Aydın: Mustafa Bakırcı nasıl almış bu işi?
Selami: Particilik meselesi. Partinin kuruluşu sırasında çok para sarf etmiş. Şerafettin Toraman da bu bölgede partinin en faal elemanı.
Aydın: Anlayamıyorum, parti menfaatleri insan canından daha mı üstün?
Selami: Boş veer. Bütün bunlar bana vız gelir. Balığımı avlar, keyfime bakarım. Sen de rahatının kaçmasını istemiyorsan ne başkasının işine burnunu sok, ne de başkasının derdini kendine dert edin.
Millet gazetesinin hem sahibi hem başyazarı hem de satıcısı olan Sabri, Aydın’a gazetede bir yazı yazdırır. Aydın yazıda, “Seçimlerde oy toplamak için cami yaptırmaktan önce çalışanların durumunu düzeltmek zorundayız” demiştir. Yazı çıkınca Sabri, Şerafettin ve Mustafa Beyler tarafından ikna edici bir şekilde azarlanır. Sabri, Aydın’la Gönül’ün geçmişteki sevgilerini bildiği için bu konuyu kurcalayan bir yazı kaleme alır.
Üzücü ve yıpratıcı olaylar gelişir. “Böyle adam bulunmaz vallahi” diye sevgi gösterisinde bulunanlar dahil, herkes Aydın’a yapmadığını bırakmaz. Yürürken omuz atmalar, üstüne tükürmeler...
Yanında bir tek Nazif Usta vardır. “Ne nankör heriflersiniz be. Utanmıyor musunuz böyle davranmaya. Hakkınızı aradı, belalara girdi bizim için. Aydın Bey gelince rahatı kaçanların uydurmaları bunlar. Anlamıyor musunuz?” diye savunur genç adamı. Filmin sonunda kötüler cezalarını çekse de Aydın yorgun ve yılgındır. “Hiç takdir etmediler beni. Elimden artık bir şey gelmez, Nazif Çavuş. Ne yapmak istedimse önüme bir engel çıkardılar. Elimi kolumu bağlamaya çalıştılar” der. Nazif Usta’nın cevabı anlamlıdır:
“Yok, öyle bir laf. Millet, bunun için mi seni yabancı memleketlerde okuttu? Bu memlekete her hizmet etmek isteyen bu kadar çabuk bozguna uğrarsa, zoru görünce ters yüz kaçarsa bizim halimiz ne olacak. Üstünde büyüdüğün topraklara, içinde yaşadığın insanlara sevgin laftan ibaret değilse, çalışacaksın. Her şeye rağmen çalışacaksın.”
Vedat Türkali ve Ertem Göreç ortak çalışması olan 1964 yapımı Kızgın Delikanlı’da, ağa ile topraksız köylünün ilişkileri anlatılır. “Toprak reformu” tartışmalarının yapıldığı dönemde çekilen film, içeriğinden dolayı da ayrı bir önem taşır.
Babasından kalan toprakları yakınları tarafından yağmalanan Amerika’da yaptığı ziraat mühendisliği öğrenimini yarıda bırakarak, hakkını aramaya gelen Murat’ın, avukat Sevil’le birlikte yaptığı mücadelenin öyküsü. Amerika görmüş bir ağa oğlu olan Murat ile Avukat Sevil, köylüleri toprak reformu konusunda bilinçlendirirler. Köylülerle birlikte, köylüler için ağalara karşı mücadele ederler.
Güzel bir avukat ve yakışıklı bir boksör birlikte, Eşkıya Tepegöz’ü, ağaların çeşitli tuzaklarını ve yıldırma politikalarını, Ankara’dan gelen bürokrat torpillerini alt ederler ve film, köylülerin kazandıkları toprak üzerinde ağalara meydan dayağı atmalarıyla sonlanır.

UZAK GİT ÖLÜM


 29 Mart 2015
 “Burası bizim değil bizi öldürmek isteyenlerin ülkesi” demişti Tezer Özlü. 
“Unutmak ihanettir, boyun eğmektir” de denmişti bir kez. Biz de yaşanılan, yaşatılan hiçbir şeyi unutmayacağız. İyiyi de kötüyü de, iyilikleri de, kötülükleri de. Kızıldere’yi (30 Mart 1972) nasıl unutabiliriz ki, ya da 6 Mayıs 1972’yi, 18 Mayıs 1973’ü. 1977 1 Mayıs’ını nasıl unutabiliriz ki ya da Roboski’yi. Anımsamak acı verse de, hüzünlendirse de anımsayacağız; unutmayacağız. Deniz’lerin, Mahir’lerin, İbrahim’lerin, yolumuzu aydınlatan öncülerin ışığı, belleğimize kazınan anıları devlet terörüyle, darbelerle, baskılarla, katliamlarla, cinayetlerle yok edilemeyecek, silinemeyecek denli güçlü.
Psikopati çağının cinnet ülkesinde on yıllardır cinayet şebekeleri ekilip, katil sürüleri biçildi. Rakel Dink’in söylediği “Bir bebekten bir katil yaratan karanlığı” büyüttüler on yıllardır. “Yaşı kaç olursa olsun; 17 veya 27” kindar, itaatkâr, devlet beslemesi katiller yaratıp ‘ötekiler’in üstüne sürdüler. Taşları tutuklayıp, köpekleri saldılar.
Dönemin devlet ihtiyaçlarına uygun olarak 70’lerde Maraş’ta, Çorum’da, Sivas’ta, 90’larda Kürt’lerin yoğun olarak yaşadığı kentlerde insanları öldüren katillerin günümüzde kullanılan, sokağa salınanları Hrant Dink’ten Ali İsmail Korkmaz’a, Özgecan Aslan’dan Nuh Köklü’ye birçok cana kıydı, canımızdan can aldı. Kimi kurt işareti yapıyordu, kimi ‘devlet görevlileri’ ve bayrakla poz veriyor, kimi sokak ortasında pala sallıyor, kimi dükkânından kaptığı bıçağı kalbimize saplıyordu. Hepsi kendine, devletine, bağlı olduğu devlet görevlilerine çok güveniyordu, başlarına bir şey gelmeyeceğinden, korunacaklarından emindi.
Gladyo-Özel Harp yapılanması bu topraklara girdiğinden bu yana bir yandan iç ve dış düşman, diğer yandan da yarattığı ‘düşmanları’, ‘öteki’ saydıklarını yok ettireceği cinayet şebekeleri ve katiller üretti. 
NE OLUR BU BİR RÜYA OLSUN
Kozmik odalarda saklanan “devlet sırrı” dosyalarda özel harp örgütlenmesi ‘sivil devşirmeler’in bilgileri de yer alıyormuş. Gayrinizamî harpte görev yapacak, sivil-askeri birimleri, milis kuvvetlerini oluşturacak, iç ve dış düşmana karşı kullanılacak seçilmiş siviller.
“Katiller, işkenceciler aramızda” başlığıyla yazdığımız yazıda devletin, hukukun hesap sormadığı, sormayacağı katillerle iç içe yaşadığımızı söylemiştik. “Belki aynı yağmurda ıslanıyor, aynı çatının altına sığınıyoruz. Aynı yerlerde yaşıyor, aynı apartmanlarda oturuyor, aynı bakkaldan alışveriş ediyor, aynı lokantada yemek yiyoruz. Onların işkenceci, tetikçi, katil olduklarını bilmeden. Çünkü hesap sorulmayan, cezalandırılmayan ‘failler’, ellerini kollarını sallayarak aramızda dolaşıyor.’  (http://www.evrensel.net/yazi/72948/katiller-iskenceciler-aramizda) 
Gayrinizamî harpte kullanılmak üzere seçilmiş, aramızdan devşirilmiş, ‘düşmana karşı’ eğitilmiş, can alabilecek katillere dönüştürülmüş, bir kısmı ‘raporlu psikopat’ bu sivillerle de iç içe yaşıyoruz. Kimi mahalle bakkalımız, mahalle berberimiz, belki alt kat komşumuz. Televizyon haberlerinde elinde palayla vb. gördüğümüzde bizden uzakta, bize uzak insanlar. Fakat benzerleri belki de çok yakınımızda.

Sırtını ‘devlet geleneğine’ dayamış bu katiller, dün kadar yakın bir zaman önce vahşice, insanlık dışı yöntemlerle gencecik Özgecan’ı, gazeteci arkadaşımız Nuh Köklü’yü öldürdüler.

R. T. Erdoğan, “Bizim medeniyetimizde, milli ve medeniyet ruhumuzda esnaf ve sanatkâr gerektiğinde askerdir, alperendir, gerektiğinde vatanını savunan şehittir, gazidir, kahramandır. Gerektiğinde asayişi tesis eden polistir, gerektiğinde adaleti sağlayan hâkimdir hakemdir” diyordu.
Gazeteci arkadaşım, bir dönem mahalle komşum Nuh Köklü,  Kadıköy’de arkadaşlarıyla kartopu oynarken kalbinden bıçaklanarak öldürüldü. Nuh Köklü’yü bıçaklayarak öldüren esnaf Serkan Azizoğlu, Nuh’a ve arkadaşlarına saldırırken “silahı getirir hepinizi öldürürüm, raporum var ertesi gün de elimi kolumu sallar çıkarım” diye bağırıyormuş. RTE’nin sözlerini anımsıyoruz tekrar.
GÖĞSÜMDE BIÇAK YARASI, BEDENİMDE KAR TANELERİ
Yeldeğirmeni Dayanışması içinde de yer alan gazeteci arkadaşımız Nuh Köklü’yü psikopat bir esnaf arkadaşlarının gözü önünde, kalbinden bıçaklayarak öldürdü. Bu sarsıcı haberi hastane odasında açık kalp ameliyatına gireceğim sabah, televizyon haberlerinden alıyordum. Tekleyen kalbimi onarmak için ameliyata alacakları sırada, Nuh köklü’nün kalbinden bıçaklanarak öldürüldüğünü öğreniyordum. Cinnet devletinin psikopat katillerinden biri, hep gülen yüzüyle anımsadığım Nuh’u kalbinden bıçaklıyordu. Gerekçe, dükkânının camına isabet ettiğini söylediği kartopu.  
Nuh ve arkadaşları Kadıköy Altıyol’da “İç Güvenlik Paketi”ne karşı #direnözgürlük nöbeti tuttuktan sonra mahalleye dönerken kartopu oynamaya başlamışlar. Karakolhane Caddesi’nde camına sadece bir kartopu isabet eden Aktar, (katil) dükkânından çıkarak “hepinizi öldürürüm, raporum var ertesi gün de elimi kolumu sallar çıkarım” diye bağırdıktan sonra yeniden dükkâna koşup ve elinde bir beyzbol sopasıyla dışarı çıkmış. Sonrasını Nuh’un arkadaşlarından, yaşananların tanığı Tamer Doğan’ın olayı anlatan paylaşımından öğreniyorum: “Sopayı savurduğu anda elinden alıp olayı kapatmak için ısrar etmemize rağmen tekrar içeri koşup elinde ekmek bıçağıyla çıkan KATİL önce kendisini engellemeye çalışan kadın arkadaşımıza bıçağı savurdu ve şans eseri bıçak omzunun üstünden geçti. Onu itip erkek arkadaşımıza ulaşan KATİL bıçağı ile montunu kesti ancak yaralayamadı. Ardından karşı kaldırımda kalan başka arkadaşa yönelen KATİL çöp konteynırının arkasına onu sıkıştırıp itince NUH yardıma koştu ve KATİLE müdahale etti ve kayıp düştü. O esnada NUH’a dönüp doğrudan göğsüne saplayan KATİL ayağa kalkarak bıçağı savurmaya devam etti. On, on beş adım atan NUH yere yığıldı.” 
Arkadaşlarıyla, sevgilisiyle, içindeki çocukla kartopu oynayan, kalbi coşkuyla çarpan Nuh, bunları hazmedemeyen bir katil tarafından çocuk kalbinden bıçaklanarak öldürülüyordu.
Nuh Köklü ölürken: “Ne olur bu bir rüya olsun” demiş. Nuh’un göğsünde bıçak yarası, bedeninde kar taneleri, tabutunda kartopu vardı.


ZÜĞÜRT AĞA


ZENGİN VE YOKSUL YA DA ZÜĞÜRT AĞA  01 Şubat 2015
Kaldığımız yerden sürdürüyoruz yazmayı. Önceki haftalarda söz ettiğimiz filmlerde ve hayatın kendisinde en önemli çelişki/çatışma emek sermaye çelişkisi, çatışması. Sistem, üretim ilişkileri insanları emek sermaye temelinde zenginler (mutlu azınlık) ve yoksullar (mutsuz çoğunluk) olarak ikiye ayırıyor. Hayatın birçok gerçeği gibi bu da kurgu dünyasına, filmlere yansıyor.
Bir yanda sınıf atlamaya, lüks tüketime özendirilen, yönlendirilen yoksulluğa mahkum çoğunluk, diğer yanda lüks içinde yaşayan, emek hırsızlığıyla zenginliğine zenginlik katan bir avuç asalak. Bir yanda umut fakirin ekmeği ye Memed ye avuntusu, bir yanda fakirin çenesini yoran zenginin parası, bir yanda çalış senin de olur aldatmacası, bir yanda bal tutan parmağını yalar durumu. Bir yanda başka bir dünyanın vaat edilen cennetiyle avutulan yoksul çoğunluk diğer yanda yaşadığı hayatı dünya nimetleriyle cennete çeviren hırsız azınlık.
‘PEHLİVAN’IN UMUDU
12 Eylül sonrasının yeni dünya düzenine uyumlu darbecilerinin ve takipçisi, sivil uzantısı neoliberal iktidarların dayattığı toplumsal değişim/yıkım içinde de yoksul daha yoksul zengin daha zengin oluyordu. Üstelik yaşanan değişim içinde her iktidar kendi rengine uygun yeni zenginler yaratıyor, uyum sağlayamayanlar yoksul katına inebiliyordu. Züğürt Ağa da, bir gecede tüm sermayesini, mal varlığını kaybeden de, prensler-papatyalar zenginleri de, jet Fadıllar da, hayat kurtaran olarak bilineni dışında hayat karartan deniz feneri de, yeşili ve renksiziyle türeyen yeni sermaye de hayatın gerçeği olabiliyordu. 
Dış göç de iç göç gibi Anadolu insanının, kır yoksullarının umut kapısı oldu hep. Başlangıçta yabancı misafir işçi olarak tanımlanan, Almancılar olarak da anılan gurbetçilere yıllar içinde İsviçre, Hollanda, Fransa, Amerika, Libya dâhil dünyanın birçok ülkesine dağılan Türkiyeli yoksullar eklenir.
Karısı, iki çocuğu ve yaşlı babasını geçindirmek için çeşitli işler yapan Bilal’in de en büyük umudu Libya’ya işçi olarak gitmektir. Zeki Ökten’in 1984 yılında Fehmi Yaşar senaryosuyla çektiği, başrollerini Tarık Akan ve Meral Orhonsay’ın paylaştığı Pehlivan adlı filmin kahramanıdır Bilal. Ne var ki gerçek hayatta da aynı umudun peşine düşen yüzlerce insan gibi bir türlü ona sıra gelmez. Bilal sıranın gelmesini beklerken baba mesleği olan pehlivanlıkta şansını denemek ister. Kırkpınar’da şampiyon olup büyük ödülü alırsa durumunun düzeleceğini, iyi bir pehlivan olarak gelirinin artacağını düşünür. Pehlivan olması için kendisini teşvik eden Mestan Dayı ve ustası Tevfik’in yardımlarıyla kendisini güreşlere hazırlar.
DEĞİŞEN DÜNYA, ZÜĞÜRTLEŞEN AĞA
O esnada başka bir bölgede ‘farklı’ bir kültürden ve toplumsal katmandan başka bir tutunamama öyküsü yansır sinemaya. Az gelişmişlik sürecinde yaşanan çarpık kentleşme, çarpık sanayileşme içinde feodalizm de, kapitalistleşme de ülkeye has yaşanır. ‘Olmayan burjuva sınıfı’ da feodalizmin ağaları da devlet destekli yaratılır.
Yeni dünya düzenine uyumlu hale getirilmek istenen ülkede, kapitalistleşme rant ekonomisine dayandırılırken sermaye sahibi sanayiden, köylü ve toprak sahibi topraktan, tarımsal üretimden koparılır. Feodalizmin çözülme, çökme sürecini topraksız yoksul köylü açısından anlatan filmler dışında züğürtleşen, sonrasında tutunamayan bir ağayı anlatan bir başyapıt olarak sinema tarihindeki yerini alır Züğürt Ağa.
Senaryosu Yavuz Turgul tarafından yazılan, yaşanan toplumsal değişimi muhalif, mizahi bir dille aktaran filmin yönetmeni Nesli Çölgeçen’dir. Hikâyenin, mizah dilinin başarısının yanı sıra oyunculuk açısından da (Şener Şen, Erdal Özyağcılar) çok ayrıcalıklı bir filmdir Züğürt Ağa. Yaşanan toplumsal-bireysel dönüşümlere ayak uyduramayan bir ağanın dramıdır kara mizahla anlatılan. İlerlemiş yaşına rağmen evlenmek isteyen, bunu da uluorta “Ben karı isteyem” diyerek dillendiren babası Abdo Ağa’yla da sorun yaşayan Haraptar adlı köyün haşmetli ağası, yörede egemenliğini sürdürürken sorunlar büyüdükçe büyür. Önce Ağa’nın desteklediği parti ve Ağa seçimlerde kaybeder. Bütün köy cennetten tapu dağıtan Şıh’ın partisine verir oylarını; Ağa’nın partisine bir oy çıkmıştır.
Kekeş Salman: Vallah benim oyumdur Ağam.Kâhya: Benim oyumdur Ağam.Züğürt Ağa: Ulan kavatlar bir oyu ikiniz verdiniz de benim oyum nere gitti. 
Türkiye ve dünya değişiyordur; bu değişime ayak uydurabilenin ayakta ve hayatta kalabileceği bir döneme girilmiştir. Kazanan kaybediyordur artık. Kazanılan mal-mülk, para, şan-şöhret vb. iken kaybedilen insani-toplumsal değerler ve vicdan olur. Filmin ilk sahnesinden itibaren bu değişimi görürüz. Darbeli ve Özallı yıllarda ve sonrasında yaşam biçimleri, tüketim alışkanlıkları değişirken değerler erozyona uğruyor, yozlaşma hayatın her alanına yayılıyordur. Dönem ‘köşe dönmecilik’, fırsatçılık dönemidir artık.
Yaşanan hızlı neoliberal dönüşüme ve ilişkilerine uyum sağlayamayanlar yeni sistemde tutunamaz, yok olur gider; sefalete sürüklenir, Züğürt Ağa olur. Ağa, filmin başında gücünü simgeleyen çizmelerini giyerken, filmin sonunda züğürt ve tutunamamış bir kent yoksulu olarak çiğ köftelik et ve bulgur almak için satmak zorunda kalır. Film güreş tutkusu olan Ağa’nın kazandığı güreş sonrası verdiği ziyafetle başlar. Ağa numaradan yenilen rakibi karşısında kazanmış, marabaları tarafından omuzlara alınmıştır. Ağa, gerçekten yendiğini, kazandığını sanarken pohpohçu marabanın derdi ziyafettir. Züğürt Ağa “Siz buyurun yemeğe” dediğinde yanında bir tek bir maraba kalmamış, hepsi ziyafet sofrasına koşmuştur.
Köyünü, topraklarını satarak kendini kente atan ağa, burada da tutunamaz. Karısına varıncaya kadar çevresindeki herkesin terk ettiği ağayı sadece yanaşmanın kızı Kiraz yalnız bırakmaz. 
Çizmeleri de satıp terliklerle kaldığında acı gerçeği fark edip yenilgiyi kabullenen ağa Kiraz’a, “Kız bu ağa Züğürt Ağa’dır” der. Kiraz’ın cevabı “Olsun senin insanlığın güzeldir. Onun için ağalığı beceremisen” olur. Fakat artık hayat başka bir hayattır ve yeni dünya düzeninde, neoliberallerin cilalı imaj devrinde, insanlığı güzel olanlara yer yoktur. 

DÜTTÜRÜ DÜNYA


BİR AVUÇ CENNET YA DA DÜTTÜRÜ DÜNYA 25 Ocak 2015
      
Cuntacı generallerin ‘paşa gönüllerine’ uygun en acımasızından darbe yönetimi ve sonrasında neoliberal sivil uzantıları Özal iktidarı tank-tüfek-postal zoruyla toplumu tepeden tırnağa tüm kurumlarıyla dönüştürmeye, yeniden yapılandırmaya girişmişken ‘yeni dünya düzeni’nin yükselen değerlerini pohpohlamakla, pompalamakla başlamıştı işe. “Cilalı imaj devri”ne geçilirken tüketim toplumunun tüm kapıları ardına kadar açılıyordu. Özendirme ve sınıf atlama düşleri, ne acı ki geçmişte sınıfsız toplum için sınıf mücadelesi vermiş fakat ‘ilk fırsatta’ sınıf atlamış ‘eski muhalifler’ eliyle yapılır olmuştu. Yeni sistemin, kırpıp kırpıp reklamcı ya da işadamı/kapitalist yaptığı, düşlerinden, ideallerinden kopmuş yeni toplum mühendisleri kraldan çok kralcı olmuşlardı. Kral öldü yaşasın yeni kral (yeni sistem, giderek ‘yeni Türkiye’) diye ortalığa saçılanlar darbeli ve Özal’lı yıllardan itibaren medya üzerinden ödüllendirildiler.
Toplumu yeniden yapılandırmaya uygun yönlendirmek, biçimlendirmek için toplum mühendisliğine soyunanlar gazete köşelerine, televizyon programlarına yerleştirildi. İş adamları gazete-televizyon sahibi yapıldı. En önce medya dönüştürüldü. En önemli, en kitlesel iletişim araçları sahipleri ve çalışanların ‘meyilli’ olanlarıyla sistemin hizmetine sokuldu. Medya da hayattan, sokaktan çekilip plazalara gömüldü bu süreçte. Değişim yalnızca bina biçiminde değil, insan ilişkilerinde de yıkıcı boyutta yaşanıyordu.
Geçen haftaki yazımızda, ‘1980’li yıllarda darbenin yarattığı toplumsal-bireysel dönüşümlere, bu dönüşümlerin yarattığı insan ilişkilerine, toplumsal-bireysel yıkımlara yönelik eleştiriler içeren filmler de yansır sinemaya’ demiş ve o filmlerin bazılarından söz etmiştik. Kaldığımız yerden devam edelim…
Uygulanan denetimsiz yeni ekonomik politikalar nedeniyle banker sayısında patlama yaşanmış umut ranta, faize bağlanmıştı. Lüks tüketime, kolay yoldan zengin olmaya özendirilen, yönlendirilen insanlar (emekçisi, emeklisi yoksulu, orta sınıfı, varsılı) kıyıda köşede, yastık altında, bankada tuttukları bütün paralarını yüksek faizden kazanacakları vadedilen ‘kolay para’ umuduyla mantar gibi türeyen bankerlere yatırıyordu.
Memur emeklisi Kamil Bey de önce ikramiyesini, üç aylık maaşını, daha sonra baba yadigarı evini satıp bankerlere yatırır. Çarpık bankercilik ekonomisinin sonu acı bir düş kırıklığı olur. O da parasını diğerleri gibi bankere kaptırıp bankerzede olur. Faizden gelecek kolay parayı beklerken parasını da faizini de alamaz. Payınaysa yağmalamaya gittiği bankerlik bürosunun kapısı düşer yalnızca. Zeki Ökten’in yönettiği Faize Hücum (1982) filminde yaşanan bu acı son ve bankerzede krizi aynıyla yaşanır; dolandırılan binlerce insan rant beklentisi içindeyken bir anda beş parasız kalır.
Namuslu, dürüst çalışmak küçümsenen, horlanan değerlerdir artık yeni sistemde; gemisini kurtaran kaptandır. Ertem Eğilmez Namuslu (1984) filminde yeni durumu anlatır: “Ali Rıza Bey, bir işyerinde veznedar olarak çalışan, kendi halinde, az gelirli ama namuslu bir vatandaştır. Namuslu ve dürüst olmanın karşılığını hor görülerek, itilip kakılarak almaktadır. İşyerindeki herkes bin bir dolap çevirip para kazanırken o dürüstlükten ayrılmaz. Günün birinde işyerinin büyük miktarda parasını soygunculara kaptırır. Ancak saldırıya uğradığına ve masum olduğuna bir türlü inandıramaz. Çevresindeki herkes, ailesi bile, onun nihayet gözünün açıldığını ve parayı zimmete geçirdiğini düşünmektedir. Üstelik bu inançla ona olan itibarları birdenbire artmıştır. Yıllardır onu hakir görenler, alay edenler saygıda kusur etmez.
Başar Sabuncu da Çıplak Vatandaş filminde (1985) anlatır yaşanan altüst oluşu: Dört çocuklu ve beşincisine de karısı hamile olan dar gelirli İbrahim, limon satıcılığı, bulaşıkçılık gibi ek işler yapmasına karşılık yine de ailesini doyuramaz. Yorgunluk ve bunalım giderek ruhi dengesini bozar. Kendini çırılçıplak sokaklara atar. Gazete manşetlerine çıkar, reklam şirketlerinden aldığı tekliflerle yıldız olur. Ama bu çarpık düzen içinde İbrahim’in sonu tımarhaneyi boylamak olur.

Yönetmenliğini Muammer Özer’in yaptığı Bir Avuç Cennet (1985) iç göç, enflasyon, çarpık kentleşme ve konut yetersizliğinin yanı sıra gelir eşitsizliğini usta bir incelikle ele alır. İki çocuklarıyla mutlu bir aile oluşturan Emine ve Kamil, İstanbul’a yerleşerek daha iyi yaşamak amacıyla akrabalarını aramaya başlarlar. Yakınlarının öldüğünü öğrendiklerinde büyük kentin ortasında yersiz yurtsuz kalmışlardır. Çok az paraları olması nedeniyle ev tutamazlar. Hurda bir otobüsü kendilerine ev haline getirerek içinde yaşamaya başlarlar. Önüne küçük bir bahçe oluşturup çiçekler ektikleri, boyayıp onardıkları bu ‘ev’ onların bir avuç cennetidir artık. Ancak bu mutlu tablo kısa ömürlü olur. Çevre sakinleri ve hayatı her alanda kirleten devlet, ‘görüntü kirliliği’ nedeniyle bu mutluluğa, yaşam hakkına izin vermez. Bir avuç cennet yaratma çabasını cehenneme çevirir.
1980’li yılların atmosferinde yaşanan umut ve umutsuzluk, hayatın acımasız gerçekliği Zeki Ökten’in Düttürü Dünya (1988) filminde yalın ve gerçekçi bir dille anlatılır. Mehmet, Ankara’da, geceleri pavyonda klarnet çalarak hayatını kazanır. Akşamları işe gider, gecekondu mahallesindeki evine sabahın erken saatlerinde döner. Ama asıl umudu bir gün kaset yapacağına inandığı besteleridir. Mehmet’in karısı, lisede okuyan kızı, engelli oğlu ve küçük kızı ile yaşadığı bu ev, sahibi olan kayınbiraderi tarafından müteahhide verilmiştir ve evin bir an önce boşaltılması istenmektedir. Yaşamı iyice zorlaşan, açmazlarına yenik düşen Mehmet, umutsuz, çaresiz, meczup gibi klarnetini çala çala Ankara sokaklarına vurur kendini.
Kemal Sunal, bu filmdeki oyunuyla 1989 yılında Ankara Uluslararası Film Festivali’nde En İyi Erkek Oyuncu ödülünü kazanır. Zeki Demirkubuz da filmde Zeki Ökten’in asistanıdır. 

ZÜBÜKLER, BANKERLER YA DA DOLAP BEYGİRİ


  18 Ocak 2015
Zübükler ülkesinde kimi yoksuldu, çıplaktı, namusluydu, kimi talihli, kimi banker, kimi züğürtleşen ağa, kimi de düttürü dünyanın klarnetçisi. ‘Öteki Eylül’ rüzgârında savrulan ‘büyük insanlığın küçük insanları... 12 Eylül’ün yarattığı toplumsal-bireysel yıkımların sinemaya farklı biçimlerde yansıyan ‘anti-kahramanları.’
80’li yıllar, 50’li yıllar gibi köklü toplumsal dönüşümlerin yaşandığı sancılı yıllardı. Menderesli yıllardan ve 1960-65 yılları arasında çekilen toplumsal gerçekçi filmlerden daha önceki yazılarımızda söz etmiştik. Yine 1985 sonrası çekilen ve “12 Eylül Filmleri” başlığı altında değerlendirilen filmler üzerine de yazmıştık.
12 Eylül’ün yarattığı korku ve baskı ortamın fiili uygulamalar olarak yumuşamaya başladığı yıllarda, içinden 12 Eylül geçen temaların yansıdığı filmler öncesinde çekilen filmler, içerik olarak toplumsal eleştiriden uzak filmlerdi. Darbe koşullarında çekilen Yol ve Hakkâri’de Bir Mevsim filmleri ise devlet karşıtı ve sakıncalı bulunduğundan yasaklanmışlardı. 
1980’li yıllarda darbenin yarattığı toplumsal-bireysel dönüşümlere, bu dönüşümlerin yarattığı insan ilişkilerine yönelik eleştiriler içeren filmler de yapılır. Apolitikleştirilmiş ortamda bencilleşen bireylerin dünyasının yarattığı toplumsal-bireysel yıkımlar da (12 Eylül’ün öteki yüzü) yansır sinemaya.
Örneğin 1980-1990 yılları arasında yapılan bu filmlerden bazılarını şöyle sıralayabiliriz: At, Banker Bilo, Zübük, Talihli Amele, Dolap Beygiri, Faize Hücum, Namuslu, Pehlivan, Züğürt Ağa, Bir Avuç Cennet, Çıplak Vatandaş, Yoksul, Değirmen, Bir Avuç Gökyüzü, Umut Sokağı, Selamsız Bandosu, Düttürü Dünya, Zengin Mutfağı, Karılar Koğuşu...
ZÜBÜKLER
‘En eski Türkiye’nin’, daha çok 1950-1980 arası yılların siyasileri türlü biçimlerde karikatürize edildi, farklı sıfatlarla anıldı. Halk katında da mizahçı nezdinde de imajı pek hoş değildi. Aziz Nesin 1961 tarihinde basılan romanına Zübük adını vermişti. Aziz Nesin’in bu adı, sözcüğü Zeybek sözcüğünden ses benzeşimiyle ürettiği söylenir. Oynamakla, oynaklıkla da ilgili olabilir. 
Zübük’te siyasetin ve siyasetçilerin yükseliş öykülerini kara mizah diliyle anlatır Aziz Nesin. İbrahim Zübükzade halkı kandırmasına, hiçbir vaadini tutmamasına rağmen önce belediye başkanı, sonra milletvekili seçilir. Zübük, halk arasında da kendi çıkarları için her yolu mubah sayan kişiler için çıkarcı, sözünde durmayan, üçkâğıtçı, düzenbaz, ahlaksız, anlamında kullanılır.
Kartal Tibet, Aziz Nesin’in romanını 1980 yılında, Atıf Yılmaz senaryosuyla sinemaya uyarlar. İbrahim Zübükzade üzerinden Türkiye’nin siyasi yapısındaki çarpık karakterler hicvedilir filmde de. Kemal Sunal’ın oynadığı filmin sonunda “Hem bu memlekette tek zübük ben miyim? Aslında hepimiz birer zübüğüz; zübük olmaya zorlanmışız. Zübüklerden kurtulmanın birinci çaresi önce kendimize bakmak, kendi zübüklüğümüzden kurtulmaya çalışmaktır” der İbrahim Zübükzade.
Filmin yapım yılı ülkede ve dünyada geri dönüşümsüz köklü dönüşümlerin başlangıç yılına denk gelmişti. Darbeciler ülkenin yönetimine el koyar, meclis kapatılır. Aynı yıl Talihli Amele filminde karısı ve iki çocuğuyla köyünden kalkıp büyük kente gelen Mehmet Ali, bir inşaatta iş bulur. Duvar ustası olmayı düşlerken tüketim toplumunun talih oyunlarına kendini kaptırır. Bir şirketin reklam kampanyasında daire kazanan, basının pompalamasıyla ünlenen ‘talihli amele’, çarpık medya tezgahında aslında hiçbir şeyin sahibi olmadığını anlar. Bir türlü ayak uyduramadığı düzenin kurbanı olup aklını yitirir. 
TOPLUMUN GENLERİYLE OYNANIR; BANKERLER, YOKSULLAR
12 Eylül darbesi yalnızca sol muhalif güçleri yok etmek, toplumsal muhalefeti bastırmak için değil aynı zamanda tüm toplumu yeniden yapılandırmak, egemenleri neoliberal küresel sisteme bağlamak için de yapılmıştı. Toplumu tüm kurumlarıyla yeniden dizayn etmeye girişilen darbeli ve sonrasında Özal’lı yıllarda bireyi-toplumu teslim almak üzere direnmelerini sağlayan değerlere karşılık ‘özlem’ duydukları dünya nimetleri sunulurken özenme ve tüketim arzusu kışkırtılıyordu. 
Serbest piyasa düzenine geçilmiş, faizler serbest bırakılmıştı. Daha hızlı ve vahşi bir sermaye birikiminin sağlanması için serbest bırakılan faizler ve devreye sokulan ekonomik politikalar sonrasında banker sayısında patlama yaşanır.
Yıl 1980’dir, darbeli yıllar başlamıştır. O esnada sinemada Talihli Amele ile açılan kapıdan zeytin toplayıcısı Bilo ve parlamenter olmayan zübük Maho girer; Banker Bilo filmiyle.
Bilo Almanya’ya gitmek için anlaştığı Maho tarafından dolandırılır. Maho köylüleri Almanya diye İstanbul’a götürür. Bilo ve arkadaşları İstanbul’da olduklarını öğrendiklerinde büyük bir şok geçirirler. Bu arada Maho zengin bir aile kızı olan Necla ile evlenmiş ve işlerin başına geçmiştir. Bilo ile Maho birçok kez karşı karşıya gelir. Bilo da döneme uygun olarak banker olur.
Ali Özgentürk 1981 yılında Yılmaz Güney sineması çizgisinde toplumsal gerçekçi ve bağımsız sinema örneği olan At filmini çeker. Fakat zaman başka zamandır artık. Tüketim toplumunun ve iktidarın sunduğu nimetlerin cazibesine kapılan, düşlerini ve umutlarını yitiren küçük aydınlar, aydınlar, muhalif bireyler saf değiştirebilmişlerdir. Yoksul halk yığınları sorunlarına, kendi hayatlarına, aydınlar da kendilerine ve toplumlarına yabancılaştırılmıştır. Tüketim ve ‘show toplumunun iyi tüketicileri’ olan bireylere dönüşmüştür. Bir duruşu, kimliği ve kişiliği olan, direnen birey ise sistem tarafından kuşatılmış, kıstırılmış, yaşam alanı daraltılmıştır. 
“Yüksek okulu bitirdikten sonra, dürüstlüğü ve rüşvete karşı duruşu yüzünden memur olarak çalıştığı işten atılan Ali’yi bekleyen trajikomik olaylar Dolap Beygiri (1982) filmiyle yansır perdeye. Özal’lı yıllarda cilalanıp sunulan yeni dünya düzeninin yükselen değerlerini erken dönem fark edip anlatan bir Atıf Yılmaz klasiğidir film. “Ali, atama sonrası büyük şehirde memuriyete başlar. İşini vatandaşa iyi hizmet olarak yaptıkça düzenden memnun olanları rahatsız eder. Yanına yerleştiği eniştesinin düzenin yozlaşmasından nasibini çok fazla almış fırsatçı kişiliği Ali’nin işini oldukça zorlaştıracaktır.” Aynı yıl banker krizi patlak verir.

ÖLÜRSE TEN ÖLÜR CANLAR ÖLESİ DEĞİL


  11 Ocak 2015
Gençlik yıllarımın dönüp dönüp başvurduğum, yeniden okuduğum başucu kitaplarımdandı Haldun Taner’in “Ölürse ten ölür canlar ölesi değil” adlı kitabı. Yazarlık serüvenimde yol gösterici oldu. Birçok değerli insanı o kitaptan, Haldun Taner’in yazılarından tanıdım. Sakallı Celal’i de (Celâl Yalnız), Celâl Sılay’ı da, Cemal Sahir’i de… Bilgi sahibi olduğumu sandığım insanlar hakkında da yeni bilgiler idindim. Örneğin İsmail Dümbüllü, Muhsin Ertuğrul, Vâla Nurettin, Galip Arcan, Muammer Karaca, Orhan Kemal (Öğütçü), Kemal Tahir (Demir) ve daha birçok sanatçıyı daha ‘yakından’ tanıdım. Vefayı, sevgiyi gördüm Haldun Taner’in kitapta yer alan sanatçı portrelerinde. Portre yazmaya başladığım günlerde “Portre nasıl yazılır” arayışımda yolumu aydınlatan yazılardı her biri. Kitap adını Adım Yunus Emre’nin bir dizesinden alıyor; “Ten fanidir can ölmez/ Çün gitti geri gelmez/ Ölürse tenler ölür/ Canlar ölesi değil.”
Haldun Taner’in yakından tanıdığı arkadaşlarının, sanatçı dostlarının ölümlerinin ardından yazdığı anma yazılarını, portrelerini topladığı kitap için Doğan Hızlan şunları yazmıştı: “Bu portreler yalnız ölen kişileri yeniden hatırlatmakla kalmıyor, onlarla birlikte çöken bir incelikler toplumunun ve uygarlığın çatırdadığını duyuruyor. “Hoyratlığı ve zevksizliği şiar edinen sözüm ona bir halkçılık”ın sürüklediği kültür yozlaşmalarının tehlikesini de söylüyor. İstanbul’un nereden nereye gelişinin de tarihçesi bu anılar... Edebiyatımızın az kullanılır türünün, az bulunur ustalıktaki ürünleri” (Cumhuriyet, 28 Şubat 1980)
Konur Ertop da şunları söylüyordu: “Haldun Taner’in öykülerinde, oyunlarında gülmeceden, taşlamadan zekice yararlanan yazar kişiliği, bu sevgi dolu portrelerde anlattığı kişilerin açmazlıklarını çelişkilerini, çocuk kalmış, çevreyle ve gerçeklerle uyuşmamış yönlerini de bıyık altından gülerek sergilemekte, eleştirmektedir. Bu kişilerin bıraktığı anılarda derin bir insan sevgisinin, sıcak dostlukların izleri de vardır. Bu anılar kitabı okur için öğreten, düşündüren bir kılavuz da olacaktır.” (Kitap Dünyası, Mart 1980)
90’lı yılların başında farklı yaşam öykülerini aktardığım portreler yazmaya başladığımda da, oyuncusundan senaristine, yönetmenine Yeşilçam emekçilerinin portrelerini yazarken de yolumu aydınlatmıştı Haldun Taner’in kitabı.
YEŞİLÇAM PORTRELERİ
İlk “Yeşilçam portreleri”ni topladığım Artizler Kahvesi adlı kitabımın ikinci baskısının önsözünde şunları yazmıştım: “1991 yılında yaptığım Sami Hazinses söyleşisi yayınlandığında, Türk sinemasına emeği geçmiş oyuncusundan yönetmenine, set işçisinden kameramanına, ışıkçısına kadar birçok insanla görüşebilme umudumu, yaşadığım coşkuyu anımsıyorum bugün.”
Aradan uzun zaman geçmişti. İlgilenmek, hatırlamak için Sami Hazinses’in hastalanmasını, hastaneye yatmasını bekledi(k)ler. Sonra onun o durumunu magazin haberciliğimizde(!) kullandık. Sonraki yıllarda Aliye Rona’yı, Ferda Ferdağ’ı, Oya Peri’yi ‘kullandığımız’ gibi. (…) Onlar siyah-beyaz yıllarımızın renkli kahramanlarıydılar. Fakat büyü bozulmuştu bir kez. Yeşilçam’a yıllarını vermiş insanların yaşayıp yaşamadığı bile bilinmiyordu artık. Gazetelere haber olduklarında ise ‘unutulanlar’ ya da ‘eski yıldızlar’dı. Benim içinse onlar ‘unutulanlar’ değil, ‘unutulmayanlar’dı. (…)
Çetin Altan’ın “Bir yumak insan”ı, Haldun Taner’in “Ölürse ten ölür canlar ölesi değil” kitapları başucu kitabı olmaktan çıkmış, paparazzi kültürü egemen olmuştu birçoğumuz için.
Artizler Kahvesi kitabı yayınlanmamıştı henüz, Ferda Ferdağ’ı, Metin Bükey’i yitirdiğimizde. Geçirdiği trafik kazası sonucu günlerce yoğun bakımda kalan Önder Somer’in ölüm haberini ise kitabın yayınlandığı gün almış, kitaba sevinememiştim. Yaprak dökümü sürüyordu... Ardından Hayati Hamzaoğlu’nu, Sami Hazinses’i, İbrahim Kurt’u, Mustafa Özkaya’yı, Polat Tezel’i ve kısa bir süre önce de Kazım Kartal’ı yitirdik. Geçmiş bilinciyle insanlarımızı öldükten sonra anmak yerine sağlıklarında hatırlayalım istedim.” (Ekim 2003)
UNUTULMAYAN YÜZLER
Yaprak dökümü sonrasında da sürdü. Tanıdığım, söyleşiler yaptığım, yaşam öykülerini, sinema serüvenlerini yazdığım insanlarımızı yitirdik arka arkaya. Yeşilçam’ın unutulmayan yüzleri çocukluk kahramanlarımdı. Birçoğunu tanıdım, söyleşiler yaptım. Yeşilçam’da Unutulmayan Yüzler kitabımın önsözünde de şunları yazmıştım:
“Yaşam öykülerini, sinema serüvenlerini araştırdığım, her biriyle görüşerek kendi seslerinden sizlere aktarmaya çalıştığım, bir dönemin, özellikle 50’li, 60’lı yılların Türk sinemasına damgasını vurmuş unutulmaz oyuncularının dünyasına gireceksiniz birazdan. Gong sesini duyduğunuzda, ışıklar sönecek, bütün zamanların en dev kadrolu siyah-beyaz belgeselini izlemeye başlayacaksınız. Unutulmayan Yüzler... Bugün yaşayan bütün kuşakları etkilemiş yıldızlar... Bir bakıma onlar Yeşilçam’ın “yıldız sistemi”nin yıldızlarıydı. Aralarında yıldız sisteminin yıldızı olmayan fakat izleyici için her zaman yıldız olmuş ve yıldız gibi yaşamış oyuncuların da bulunduğu unutulmayan yüzler... Oynadıkları unutulmaz filmlerle, o filmlerdeki başarılı oyunculuklarıyla bütün bir toplumu, kuşakları etkilemiş ‘esas kız’lar, ‘esas oğlan’lar, jönler, jöndamlar...” (1998)
ÖLÜM YILI
2014, hayatın birçok alanında ölüm yılı gibi yaşandı. Ölüm acısı ve gözyaşıyla geçti. İşçi ölümleri, çocuk, kadın LGBT bireylerin ölümleri, savaşlar, cinayetler, katliamlar…
Sinema da “ölüm acısından” payına düşeni aldı. Sinemamızın değerli isimlerini yitirdik yıl boyunca. Çolpan İlhan, Ayşe Şasa, Selçuk Uluergüven, Behçet Nacar, Süheyl Eğriboz, Altan Günbay, Recep Ekicigil, Nuri Sezer, Enver Dönmez, Mustafa Suphi Baltacı, Adnan Azar, Huben Öztoprak, Kemal Bekir, Ayşe Aslanyan, Naci Erhun, Haldun Marlalı, Haydar Karaer, Günfer Feray, Nihat Kantemir, Gül Gülgün, Erdoğan Vatansever, Muazzez Özdemir, Işıl Karpuzpoğlu, Yusuf Sezer, Mustafa Yavuz, Ekrem Çınaroğlu, Vasıf Küçükoruç, Ümit İmer, Ümran Ertok, Yalçın Otağ, Kaya Volkan, Arda Uskan, Tuncay Gürel, Güner Namlı, Volkan Saraçoğlu ve Recep Yener’in değerli hatıraları bizimle yaşayacak

SUDAN UCUZ İNSAN HAYATLARI VE SUDAN İŞLER


  04 Ocak 2015
"Artık tiyatroda orospu rolü oynamak yasak” başlığıyla yansımıştı haber. Nedim Saban’ın, Twitter hesabından paylaştığı mesaja dayanan haberin devamında şunlar yazılıydı: “İstanbul Şehir Tiyatrolarının oyunu olan Cibali Karakolu’nda yer alan bir ‘orospu’ rolüne yasak geldi. İddiaya göre Şehir Tiyatrosu Cibali Karakolu’nda bu rolü oynayan oyuncunun sahnelerini kaldırıp, oyuncuyu attı.”
İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları Müdürlüğü’ne, kısa bir süre önce Su Hali Müdür Yardımcılığı da yapan uluslararası güreş hakemliği bulunan Şevket Demirkaya atanmıştı.
Sanatla güreş olmaz. Kültür-sanat alanıyla su işlerini birbirine karıştıran iktidar, sudan gerekçelerle sanatın, sanatçının önüne setler çekmeyi sürdürüyor. Sanat da, hayat da baraj tanımaz. Bülent Ortaçgil’in Bu Su Hiç Durmaz şarkısında söyler; “Yaşamak dopdoluydu akan pınarlar gibi.”
GERÇEĞİN PEŞİNDE
Yukarıdaki haberle aynı gün, bir başka haber “2014 yılında 66 gazeteci öldürüldü” başlığıyla yansıyordu medyaya. Sınırsız Gazeteciler Örgütü’nün raporuna göre, 2014 yılında 119 gazeteci kaçırıldı, 178 gazeteci tutuklandı ve 66 gazeteci ise öldürüldü. Sınırsız Gazeteciler Örgütü’nün 2014 Raporu’nda basın çalışanlarının polis ve devlet tarafından şiddet ve tehdide maruz kaldığı ülkelerin başında Ukrayna ve Venezuela ile birlikte 117 vakayla Türkiye de bulunuyor. Raporda, Türkiye polisinin 2013 yılındaki eylemlerde basın çalışanlarıyla beraber halka yönelik orantısız şiddet kullandığı ifade edildi. Raporda, son 9 yıl içinde ölen gazeteci sayısının 720’ye çıktığı bildirildi. 8 Aralık 2014 gününe kadar dünyada 178 gazetecinin cezaevinde bulunduğu kaydedildi.
1908’de Galata Köprüsünde vurulan Hasan Fehmi Bey’den Hrant Dink’e kadar uzanan öldürülen gazetecilerin adları uzunca bir liste oluşturuyor. Abdi İpekçi öldürüldüğünde 1 Şubat 1979’u gösteriyordu takvim yaprakları. İpekçi’nin katili Ağca yakalanmıştı. Ama gerçek failler hiçbir zaman açığa çıkarılamadı, hesap sorulamadı. ‘Çatlı örgütünün’ tetikçilerinden Ağca ve diğerlerini kullanan güçten hesap sorulamadı. Bu cinayetin arkasındaki gücün/örgütün izini süren Uğur Mumcu da 24 Ocak 1993’te uğradığı insanlık dışı bir suikastla öldürülecekti.
Metin Göktepe de 8 Ocak 1996’da gözaltında uygulanan insanlık suçu polis dayağı ve işkenceler sonrası aramızdan ayrılmıştı. Metin’den önce de sonra da gazeteciler hep öldürüldü bu ülkede.
İNSAN HAYATI SUDAN UCUZ
11 Nisan 1980’de Ümit Kaftancıoğlu, 7 Mart 1990’da Çetin Emeç, 4 Eylül 1990’da Turan Dursun, 18 Şubat 1992’de Halit Güngen, 20 Eylül 1992’de Musa Anter, 21 Ekim 1999’da Ahmet Taner Kışlalı, 19 Ocak 2007’de Hrant Dink hain ve karanlık pusularda öldürülmüşlerdi. En bilindik ve fazla tepki çeken bu isimlerle sınırlı değildi elbette cinayetler. İnsan hayatının sudan ucuz sayıldığı bu topraklarda madalyonun diğer yüzü daha da kanlıydı. Bölgede, ‘Fırat’ın doğusunda gazeteci olmak da hayatta kalmak da mayınlı tarlada yürümekten beterdi. 90’lardan günümüze dek haberin, gerçeğin peşinden koşan onlarca gazeteci öldürüldü insanlık dışı yöntemlerle. Önceki haftalarda söz etmiştik, Sedat Yılmaz’ın yönettiği Press (2010) adlı film, bizi ülkenin karanlık dönemlerinden 90’lı yıllara götürüyordu. “Diyarbakır’da yaşanan insan hakkı ihlallerini haber yapan bir grup gazetecinin, olan biteni duyurmaya çalışması aktarılıyordu.
ABDİ İPEKÇİ CİNAYETİ VE KURGUNUN DÜNYASI
Oğuzhan Tercan da 1991 yılında çektiği Uzlaşma adlı filmde Abdi ipekçi suikastını anlatır. Filmde kendisine “Ağca” rolü teklif edilen bir aktör, Ağca’nın kişiliği üzerine bir araştırmaya girişir. Gazetede yaptığı görüşmeler sırasında genç bir gazeteci kız olan Sema’dan yardım görür. Sema’nın Ağca’nın kurbanı olan Abdi İpekçi’yi de tanıması gerektiğini önermesi üzerine, çeşitli kişilerle görüşen aktör, İpekçi’nin “Uzlaşma” düşüncesini öğrenir. Ancak araştırmalarında net bir sonuca ulaşamaz. Hem aktör olarak, hem de canlandıracağı kişilik olarak çelişkiler içinde kalır.
Siyasal cinayetlerin işlendiği, katliamların yaşandığı yıllardır Abdi İpekçi’nin de katledildiği günler. Siyasi partiler birbirleriyle anlaşamadığı gibi hiçbir konuda da uzlaşma yoktur aralarında. “Terör” de kargaşayı artıran, toplumu pasifize eden eylemler düzenler. Toplumda saygın yeri olan bilim insanları, politikacılar, gazeteciler seçilir hedef olarak.
Aktör Berhan da, filmde canlandıracağı Ağca için araştırmaya giriştiğinde bir yandan dönemle ilgili bilgilere ulaşır bir yandan da Ağca ve Abdi İpekçi’yle ilgili bilgilere...
Film yaşanan tüm olayları toplumda ve toplumu yönetenlerde bir uzlaşma olmamasıyla açıklar. Abdi İpekçi gibi uzlaşmaya önem veren, vurgu yapan bir gazeteci de kargaşayı arttırmak için büyük hedef olarak seçilmiştir.
Aktör Berhan’ın hazırlık çalışmaları ile İpekçi cinayetinin oluşum süreci paralel olarak verilir filmde. Abdi İpekçi gazeteye yeni gelen stajyer Sema ile konuşurken “Ülke olarak zor günler geçiriyoruz” der. Bu konuşmaya paralel olarak Profesör Bahri Karamanoğlu’nun vuruluşu görülür. Abdi İpekçi ülkede artan terör olayları ile yasadışı silah kaçakçılığı arasında bir bağ olduğundan şüphelenmektedir. Yaşanan terör olayları insanların hayatlarında önemli değişikliklere yol açmıştır. Aydınlar, gazeteciler, yazarlar sadece düşüncelerini ifade ettikleri için terör eylemlerinin kurbanı olmaktadır. Bu nedenle pek çoğu ya yurtdışına kaçmış ya da alınan güvenlik önlemleri nedeni ile hapishanedeymiş gibi yaşamak zorunda kalmışlardır.
Abdi İpekçi tüm bu güvenlik önlemlerinin anlamsız olduğunu, sıradan insanların da öldürüldüğünü, ölüm korkusu nedeniyle inançlarından ödün veremeyeceğini, titizlikle koruduğu kimliğini değiştiremeyeceğini söyler. Gazeteye gelen haberlerden Kahramanmaraş ve Sivas olaylarından, ilan edilen sıkıyönetimden haberdar oluruz.
Abdi İpekçi suikasta uğrar, bu suikast ile “terörle kuşatılmış bir Türkiye atmosferi” tamamlanmış olur filmde. Film ortaya koymaya çalıştığı “terörü” sorgulamaz, yalnızca ülkenin her yanına yayılan ve çılgınca tırmanan terör ortamı içinde işlenen, çok ses getiren ve tartışmaları yıllarca sürecek olan, bugün bile tam aydınlatılamamış olan bir suikastı göstermekten öteye gidemez.

KIRIK DÖKÜK ZAMANLAR


  21 Aralık 2014

Gösterime girdiği günlerde 12 Eylül filmlerini gündeme taşıyan, 12 Eylül’ün yeniden konuşulmasına ‘vesile olan’ filmlerden biriydi Çağan Irmak’ın yönettiği Babam ve Oğlum. Fakat ‘içinde geçen’ 12 Eylül’den çok “ağlatan film” olmasıyla gündeme geldi, seyirci çekip gişe yaptı. Filmin doğrudan 12 Eylül’le ilişkisi jenerikle başlayıp jenerikle bitiyordu. Sonrasında film boyunca 12 Eylül’ün Sadık’ın hayatına etkilerini bir Yeşilçam melodramı anlatımıyla izliyoruz.
Yönetmen Çağan Irmak söyleşilerinde filme ilişkin bir 12 Eylül vurgusu yapsa da kuşak çatışmasından, baba-oğul arasındaki çatışmadan bir melodram yaratmıştı.
Çağan Irmak, Çemberimde Gül Oya dizisinin 12 Eylül günü bittiğini, devamının ise Babam ve Oğlum olduğunu söyler.
Çemberimde Gül Oya dönem dizileri furyasını başlatan diziydi. 12 Eylül 1980 öncesi Türkiye’sindeki yaşamdan kesitler aktarıyordu. İlk gösterimi Mayıs 2004’te, 40. son bölümü de 18 Mart 2005’te yayınlamıştı.
Çağan Irmak’ın yönettiği dizi dönemin politik ortamını bir aşk öyküsü etrafında anlatır. Kimi eleştirmenlerce ağlatan dizi olarak tanımlanır. ‘Esas kız’ Yurdanur’un hikâyesi 1970’lerde öğrenci olaylarıyla başlar. Sağ ve sol fraksiyonlara uzak bir arkadaş çevresinden gelen Yurdanur, olaylar sırasında bir kaza kurşunuyla en yakın arkadaşını kaybeder. Çıkan büyük kargaşada uzanan tek yardım eli Mehmet Eroğlu’nundur. Mehmet örgüt üyesi solcu bir gençtir ve bu genç adam ilerleyen bölümlerde Yurdanur’un eşi ve Feriha’nın babası olacaktır.
Bu iki genç dönemin siyasi olayları fonunda karşı konulmaz bir aşkla birbirlerine âşık olurlar. Ancak, Yurdanur’un siyasal yelpazenin sağında olan babası Dinçer Bey ve annesi Sema karşılarına çıkan bir engel olacaktır.
2005-2006 sezonunda ekrana gelen bir başka dönem dizisi Kırık Kanatlar, Kurtuluş Savaşı yıllarını ve Cumhuriyet’in kuruluşunu bin Ege kasabasında yaşananlar üzerinden anlatır. Dizinin yaratıcısı önemli-farklı ve ilgiyle izlenen dizilerin de yaratıcısı, proje tasarımcısı olan Tomris Giritlioğlu, yönetmen (başlangıçta) Faruk Teber’di. Sinemada da dönem öyküleri anlatan Tomris Giritlioğlu, sonrasında Hatırla Sevgili, Bu Kalp Seni Unutur Mu? gibi önemli dönem dizilerinin de yaratıcısı, yapımcısı olur.
Emrindeki bir askerin nişanlısına âşık olan Yüzbaşı Cemal’in, savaş sonrası yaraları sarmaya çalışırken gönlünün yarasının hâlâ açık olduğu gerçeği ile yüzleşmesinin hikâyesi anlatılır Kırık Kanatlar’da. Dizi reytinglerinin düşük olduğu gerekçesiyle 36. bölüm sonunda yayından kaldırılır.
HATIRLA SEVGİLİ
Hatırla Sevgili’nin 1950’lerden 80’lere uzanan öyküsü siyasî görüşlerinin farklılıkları sebebiyle araları açılmış iki eski dost olan Rıza ve Şevket’in çocuklarının birbirlerine âşık olmasını, dönemin siyasî gelişmelerinin bu karşılıksız aşka etkisini anlatır.
Beren Saat’in de yıldızlaştığı dizinin ilk sezonunda bu aşkla birlikte, 27 Mayıs Darbesi öncesi, Adnan Menderes’in uçak kazası, 27 Mayıs Darbesi, Adnan Menderes’in idam edilişi ve 27 Mayıs Darbesi sonrası günleri aktarılır. İlerleyen bölümlerde 1960’ların sonları, 1970’lerin başlarındaki sol öğrenci grupları çevresinde yaşanan siyasî gelişmelere, 12 Mart Darbesi’ne yer verilir.
,Büyükada’da birlikte büyüyen ve çocukluk dönemlerinde arkadaş olan Şevket Gürsoy ve Rıza Ünsal zaman içinde farklı politik görüşler edinmişler, Şevket CHP taraftarı bir savcı olurken Rıza Demokrat Partili bir milletvekili olmuş, bu da aralarında zamanla belirli bir husumetin doğmasına yol açmıştır.
Dizi Şevket’in oğlu Ahmet Gürsoy ve Rıza’nın kızı Yasemin Ünsal’ın birbirlerine âşık olup bir ilişkiye başlamalarını ve aileleri ile dönemin siyasî gerilimine karşı mücadelelerini aktarırken, dönemin siyasî olaylarını da ele alır.
İkisi de solcu olan Yasemin’in erkek kuzeni Deniz ile Ahmet’in kız kardeşi Defne’nin; Yasemin’in kız kardeşi Işık’la sağ görüşlü Yaşar’ın birlikteliği ve ardından çocukluk arkadaşı Harun ile evlenmeye karar vermesi gibi ilişkiler üzerinden 1960’ların sonu ve 1970’lerin başında gelişen öğrenci hareketleri, diğer siyasî olaylar konu edilir. Ayrıca 12 Eylül Darbesini ve darbenin oluşum sürecini de anlatan dizi 68. bölümde Erdal Eren’in idam edilişi ve tüm karakterlerin Büyükada’da toplanmasıyla sona erer.
BU KALP SENİ UNUTUR MU?
Hatırla Sevgili’nin ardından çekilen ve 12 Eylül Darbesi’nden 2003 yılına kadar olan dönemi kapsaması planlanan dizi iyi olmasına, belli kesimlerce ilgiyle izlenmesine karşın reyting oranlarının düşüklüğü gerekçesiyle 17. bölümde yayından kaldırılır. “Bu Kalp Seni Unutur mu?” adlı dizinin de yaratıcısı yine Tomris Giritlioğlu’ydu.
Jenerik boyunca 1980 darbesinden 2000’lere kadar olan gerçek görüntüler gösterilir. Dizi projelendirilirken 12 Eylül Darbesi’nin bir hafta sonrasından başlaması, 2002 yılında AKP’nin iktidar oluşu ile bitmesi planlansa da yapımcıyla kanal arasında yaşanan sorunlar, ekonomik sıkıntılar ve “düşük reyting” gibi gerekçelerle yayından kaldırılır. Dizi bir dönemi aktarma açısından oldukça başarılıdır. Yer alan işkence sahneleri tarafından RTÜK’ten uyarı alır, Genelkurmay Başkanlığı tarafından eleştirilir.
Genelkurmay Genel Sekreteri açıklamasında “TSK’ya uzun yıllar hizmet eden, bazıları terör örgütü tarafından şehit edilmiş personele karşı yanlı, tek taraflı ve akıl dışı iddialar gündeme gelmektedir” der. 12 Eylül dönemi ve Diyarbakır Cezaevi’nde yaşananlar, olduğu gibi, gerçekçi biçimde aktarılır.
ÖYLE BİR GEÇER ZAMAN Kİ
2007 yapımı dönem dizisi Kelebek Çıkmazı da reyting kurbanı olur. Yönetmenliğini Mustafa Altıoklar’ın yaptığı dizi, 3 kız kardeş ve fabrika işçisi annelerinin 70’lerde geçen hikâyesini anlatır.
Yönetmenliğini Zeynep Günay’ın üstlendiği ve senaryosunu Coşkun Irmak’ın yazdığı 2010 yapımı Öyle Bir Geçer Zaman ki adlı dizi ise 60’larda geçen bir aile dramını aktarır. Dizi, aşk, intikam, ayrılıklar, gözyaşı, yasak aşk üzerinden yakalar izleyiciyi. Dönemin müzikleri ve olaylarıyla örülü dizi melodramatik öyküsüyle ağlatan dizi olarak da izleyici toplar.
Çok genç bir kuşak bu dizilerin etkisiyle 60’lı, 70’li yılları, (bir televizyon dizisi formatında, yetersiz, sınırlı olsa da) kurgu dünyasının sınırları içinde yaşanmışlıkları gördü, 68’liler hakkında, Deniz’ler, Mahir’ler ve yol arkadaşlarıyla ilgili bilgi edindi, 12 Mart, 12 Eylül gerçekliğini gördü.