25 Mart 2020 Çarşamba

DİKENLİ YOL


  20 Kasım 2016
Çetin Öner ve Nezih Tuncay’ın değerli hatıralarına...
1986 yapımı Dikenli Yol, filmi, Hüseyin’in cezaevinden çıktıktan sonra evine gitmek üzere yaptığı otobüs yolculuğu ile başlar. Yolculuk esnasında geri dönüşlerle Hüseyin’in evinden polisler tarafından alınıp götürüldüğünü ve örgüt üyesi bir arkadaşı onun adını verdiği için suçlandığını görürüz. Yolda mola sırasında yemek yerken geriye dönüşle cezaevinde zorla yaptırılan yemek duasını görürüz. Dikenli Yol’da da kahramanın gördüğü şiddet bu tür geriye dönüş sahneleri ile verilir.
Eve geldiği andan itibaren de sık sık izlediğimiz geri dönüşlerle geçmişe yolculuklar yapar Hüseyin; yalnızca cezaevi günlerine değil ailesiyle yaşadığı eski günlere de. “Ölüm korkusuyla iç içe yaşayıp ender kişilerdeniz biz. Her sabah uyanıp bugün de ölmedim anne demenin ne olduğunu o cehennemde yaşamayanlar anlayamaz” diyen Yadigâr, üniversiteden arkadaşıdır Hüseyin’in. Tanıyınca âşık olduğu Yadigâr’ın kardeşi Şükran’la evlenirler. Geçmişle o an iç içe anlatılır filmde. Geçmişe dönüşlerde ağabeyi Aziz’le ve yengesiyle arasının çok iyi olduğunu görürüz; şimdiye döndüğümüzdeyse yengesinin Hüseyin’le konuşmadığını, mesafeli durduğunu.
Hüseyin cezaevindeyken Yadigâr da aranmaya başlanmış, kaçağa düşmüştür. Saklanmak istediği arkadaşları kabul etmediğinden Aziz’den yardım ister. “Ağabey, beni bir an önce dışarıya yollaman lazım, buralarda durucu değilim. Ben Hüseyin gibi değilim, dayanamam içeriye, iki günde cesedim çıkar. ‘Bunu biliyordun de ne diye bulaştın?’ diyeceksin ağabey, haklısın. Gönlümle mi oldu bu işler sanırsın. Bizi bize bırakmadılar ki ağabey. Ya ondan ya bundan dediler; arada kalamazdık tabii. Hüseyin’i de ben bulaştırdım bu işlere. Utanıyorum ağabey sizden ama gidecek yerim yok.” Bu söylenenler üzerine Aziz “Aldırma, buluruz bir çaresini” diye teselli eder Yadigâr’ı. Daha da acısı “Ne istiyor senden?” diye soran karısına Aziz’in verdiği yanıttır: “Yok bir şey canım, kovboyculuk oynuyorlardı hakiki mermilerle, oyun bitti. O kadar.” 
Aziz Yadigâr’ı kaçırmaya çalışırken polisle girdikleri çatışmada vurulur, hayatını kaybeder. Hüseyin’i cezaevinde ziyaret eden yengesi “Ağabey’inin dönmesini beklerken ölüm haberi geldi. Yadigâr vurdu dediler. Bilemedik aslını, araştırmadık da. Ne dedilerse inandık. Sustuk kaldık çaresiz” diye anlatır durumu. 
Bütün olup bitenlerden kendini sorumlu tutan Hüseyin yengesine “Başın darda kalınca ağabeyime git dediydim Yadigâr’a, nereden bilebilirdim ki yenge. Gelme yenge bir daha, bunca yolu tepip gelme buralara. Bir suçlu, bir sebep arıyorsan, benim o suçlu, benim yüzümden tüm bunlar, benim yüzümden” der. 
Şükran’la da ailenin ve Hüseyin’in arasına mesafe girmiştir. Evde kimse kimseyle konuşmuyordur. Yaşanan bu durum en çok evin annesine acı verir. Kocasının ölümünden sorumlu tuttuğu Hüseyin’e ve Yadigâr’ın kardeşi olan Şükran’a soğuk ve mesafeli davranan konuşmayan büyük gelinine, “Daha ne olsun be kızım, ev mi bu? Görmez misin kendi halini? Ya oğlan var mı yok mu belli değil” der ve aralarında şu diyalog yaşanır;
Büyük gelin: Anne ne olur açma bu konuyu.
Anne: Sen büyüksün gelinim, her zaman gösterdin büyüklüğünü. Karışık bir yumağa döndü düzenimiz. Hep birlikte çözelim düğümünü ocağımızın. (Şükran’ı göstererek) Ya bu garibin ne suçu var, gelin mi dul mu belli değil yıllardır.
Büyük gelin: Niyeymiş, nesi dulmuş onun? Önünde sonunda kavuştu işte kocasına. Beğenmiyorlarsa çeker giderler. Onları bağlayan hiçbir şey yok bu evde. Başı bozulan, ocağı sönen benim.”
Şükran: Anlamıyorsun yenge, annem anladı, sen anlamıyorsun. Buradan gitmekle unutmak, acılardan kurtulmak mümkün mü? O, aftan yararlanıp çıktı da kurtuldu mu sanki? Senin affetmediğini bildiği sürece bağışlar mı kendini? Günden güne ezilip yok oluyor yenge, görmüyor musun?
Büyük gelin: Ya biz, biz ezilmedik mi? Bunca yıldır nasıl yaşadık sanıyorsun sen? Bu kahrolası kasabada dul kalmanın, kadın başına koskoca bir evi geçindirmenin ne demek olduğunu bilir misin?
Şükran: Yeter artık yenge. Gerdeğe bile girmeden yıllarca dul kalan benim, senin hiç olmazsa anıların var. Ama gözünü öylesine kin bürümüş ki, farkında bile değilsin. Sözde büyüklük ediyorsun değil mi? Yatağımızı allayıp pullayıp vererek bizi ezdiğini sanıyorsun. Ama bir kez bile örtünmedik daha, bir kere bile.
Ailede bu konuşma sonrası buzların eridiği, yengenin barış ve dostluk elini uzattığı anda Hüseyin eski arkadaşından aldığı iş teklifi nedeniyle Şükran’la evden ayrılacağını söyler.
Ayrılan çifte düğünlerinde takmak üzere eşinin aldığı bileziği veren yenge “Bundan böyle kimsenin yeni acılara katlanmaya mecali yok, biz acıya borcumuzu ödedik. Acılardan bize fazla pay düştü. Ama artık yeter, yeter artık” der.
Aile Hüseyin ve Şükran’ı gözyaşları içinde uğurlar. Bu sahneleri izlerken “Güzel günler var görecek, güzel günler” diyen şarkıyı dinleriz.
Oyunculukların yalın ve başarılı olduğu filmde 12 Eylül belirsiz bir fondur. Cezaevi gerçeğinin yaşattığı acılardır anlatılan. Acıyı yalnız Hüseyin değil ailesi de yaşamıştır.
Yadigâr’ın Aziz’e söylediği ve aldığı yanıt filmin mesajını/duruşunu belirler. Son derece açık ve ideolojik bir mesajdır bu. Devrimciler iyi insanlar da olsa onları hapse ya da aranan, kaçak konumuna düşüren, ölmelerine neden olan devrimcilik kötüdür. ‘Devrimci Yadigâr’ın söylediklerinden şu anlatılır; bu insanların seçimlerini bilinçli yapmadıkları, birileri ‘ya onlardansın ya bizdensin’ demiştir, onlar da o koşullarda ortada kalamayacaklarından birini/devrimciliği seçmiştir. Ağabey Aziz de “Kovboyculuk oynuyorlardı hakiki mermilerle, oyun bitti. O kadar!” diyerek devrimciliğin sonu hüsranla biten bir kovboyculuk oyunu olduğunu, oyun bitince de hata yapıldığının farkına varıldığını vurgular. Oyunu bitirense devletin gücüdür.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder