20
Kasım 2016
Çetin Öner ve
Nezih Tuncay’ın değerli hatıralarına...
1986 yapımı
Dikenli Yol, filmi, Hüseyin’in cezaevinden çıktıktan sonra evine gitmek üzere
yaptığı otobüs yolculuğu ile başlar. Yolculuk esnasında geri dönüşlerle
Hüseyin’in evinden polisler tarafından alınıp götürüldüğünü ve örgüt üyesi bir
arkadaşı onun adını verdiği için suçlandığını görürüz. Yolda mola sırasında
yemek yerken geriye dönüşle cezaevinde zorla yaptırılan yemek duasını görürüz.
Dikenli Yol’da da kahramanın gördüğü şiddet bu tür geriye dönüş sahneleri ile
verilir.
Eve geldiği
andan itibaren de sık sık izlediğimiz geri dönüşlerle geçmişe yolculuklar yapar
Hüseyin; yalnızca cezaevi günlerine değil ailesiyle yaşadığı eski günlere de.
“Ölüm korkusuyla iç içe yaşayıp ender kişilerdeniz biz. Her sabah uyanıp bugün
de ölmedim anne demenin ne olduğunu o cehennemde yaşamayanlar anlayamaz” diyen
Yadigâr, üniversiteden arkadaşıdır Hüseyin’in. Tanıyınca âşık olduğu Yadigâr’ın
kardeşi Şükran’la evlenirler. Geçmişle o an iç içe anlatılır filmde. Geçmişe
dönüşlerde ağabeyi Aziz’le ve yengesiyle arasının çok iyi olduğunu görürüz;
şimdiye döndüğümüzdeyse yengesinin Hüseyin’le konuşmadığını, mesafeli
durduğunu.
Hüseyin
cezaevindeyken Yadigâr da aranmaya başlanmış, kaçağa düşmüştür. Saklanmak
istediği arkadaşları kabul etmediğinden Aziz’den yardım ister. “Ağabey, beni
bir an önce dışarıya yollaman lazım, buralarda durucu değilim. Ben Hüseyin gibi
değilim, dayanamam içeriye, iki günde cesedim çıkar. ‘Bunu biliyordun de ne
diye bulaştın?’ diyeceksin ağabey, haklısın. Gönlümle mi oldu bu işler
sanırsın. Bizi bize bırakmadılar ki ağabey. Ya ondan ya bundan dediler; arada
kalamazdık tabii. Hüseyin’i de ben bulaştırdım bu işlere. Utanıyorum ağabey
sizden ama gidecek yerim yok.” Bu söylenenler üzerine Aziz “Aldırma, buluruz
bir çaresini” diye teselli eder Yadigâr’ı. Daha da acısı “Ne istiyor senden?”
diye soran karısına Aziz’in verdiği yanıttır: “Yok bir şey canım, kovboyculuk
oynuyorlardı hakiki mermilerle, oyun bitti. O kadar.”
Aziz
Yadigâr’ı kaçırmaya çalışırken polisle girdikleri çatışmada vurulur, hayatını
kaybeder. Hüseyin’i cezaevinde ziyaret eden yengesi “Ağabey’inin dönmesini
beklerken ölüm haberi geldi. Yadigâr vurdu dediler. Bilemedik aslını,
araştırmadık da. Ne dedilerse inandık. Sustuk kaldık çaresiz” diye anlatır
durumu.
Bütün olup
bitenlerden kendini sorumlu tutan Hüseyin yengesine “Başın darda kalınca
ağabeyime git dediydim Yadigâr’a, nereden bilebilirdim ki yenge. Gelme yenge
bir daha, bunca yolu tepip gelme buralara. Bir suçlu, bir sebep arıyorsan,
benim o suçlu, benim yüzümden tüm bunlar, benim yüzümden” der.
Şükran’la da
ailenin ve Hüseyin’in arasına mesafe girmiştir. Evde kimse kimseyle
konuşmuyordur. Yaşanan bu durum en çok evin annesine acı verir. Kocasının
ölümünden sorumlu tuttuğu Hüseyin’e ve Yadigâr’ın kardeşi olan Şükran’a soğuk
ve mesafeli davranan konuşmayan büyük gelinine, “Daha ne olsun be kızım, ev mi
bu? Görmez misin kendi halini? Ya oğlan var mı yok mu belli değil” der ve
aralarında şu diyalog yaşanır;
Büyük gelin: Anne ne olur açma bu konuyu.
Anne: Sen büyüksün gelinim, her zaman gösterdin
büyüklüğünü. Karışık bir yumağa döndü düzenimiz. Hep birlikte çözelim düğümünü
ocağımızın. (Şükran’ı göstererek) Ya bu garibin ne suçu var, gelin mi dul mu
belli değil yıllardır.
Büyük
gelin: Niyeymiş,
nesi dulmuş onun? Önünde sonunda kavuştu işte kocasına. Beğenmiyorlarsa çeker
giderler. Onları bağlayan hiçbir şey yok bu evde. Başı bozulan, ocağı sönen
benim.”
Şükran: Anlamıyorsun yenge, annem anladı,
sen anlamıyorsun. Buradan gitmekle unutmak, acılardan kurtulmak mümkün mü? O,
aftan yararlanıp çıktı da kurtuldu mu sanki? Senin affetmediğini bildiği sürece
bağışlar mı kendini? Günden güne ezilip yok oluyor yenge, görmüyor musun?
Büyük gelin:
Ya biz, biz ezilmedik mi? Bunca yıldır nasıl yaşadık sanıyorsun sen? Bu
kahrolası kasabada dul kalmanın, kadın başına koskoca bir evi geçindirmenin ne
demek olduğunu bilir misin?
Şükran: Yeter artık yenge. Gerdeğe bile
girmeden yıllarca dul kalan benim, senin hiç olmazsa anıların var. Ama gözünü
öylesine kin bürümüş ki, farkında bile değilsin. Sözde büyüklük ediyorsun değil
mi? Yatağımızı allayıp pullayıp vererek bizi ezdiğini sanıyorsun. Ama bir kez
bile örtünmedik daha, bir kere bile.
Ailede bu
konuşma sonrası buzların eridiği, yengenin barış ve dostluk elini uzattığı anda
Hüseyin eski arkadaşından aldığı iş teklifi nedeniyle Şükran’la evden
ayrılacağını söyler.
Ayrılan çifte
düğünlerinde takmak üzere eşinin aldığı bileziği veren yenge “Bundan böyle
kimsenin yeni acılara katlanmaya mecali yok, biz acıya borcumuzu ödedik.
Acılardan bize fazla pay düştü. Ama artık yeter, yeter artık” der.
Aile Hüseyin
ve Şükran’ı gözyaşları içinde uğurlar. Bu sahneleri izlerken “Güzel günler var
görecek, güzel günler” diyen şarkıyı dinleriz.
Oyunculukların
yalın ve başarılı olduğu filmde 12 Eylül belirsiz bir fondur. Cezaevi gerçeğinin
yaşattığı acılardır anlatılan. Acıyı yalnız Hüseyin değil ailesi de yaşamıştır.
Yadigâr’ın
Aziz’e söylediği ve aldığı yanıt filmin mesajını/duruşunu belirler. Son derece
açık ve ideolojik bir mesajdır bu. Devrimciler iyi insanlar da olsa onları
hapse ya da aranan, kaçak konumuna düşüren, ölmelerine neden olan devrimcilik
kötüdür. ‘Devrimci Yadigâr’ın söylediklerinden şu anlatılır; bu insanların
seçimlerini bilinçli yapmadıkları, birileri ‘ya onlardansın ya bizdensin’
demiştir, onlar da o koşullarda ortada kalamayacaklarından birini/devrimciliği
seçmiştir. Ağabey Aziz de “Kovboyculuk oynuyorlardı hakiki mermilerle, oyun
bitti. O kadar!” diyerek devrimciliğin sonu hüsranla biten bir kovboyculuk
oyunu olduğunu, oyun bitince de hata yapıldığının farkına varıldığını vurgular.
Oyunu bitirense devletin gücüdür.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder