12 Şubat 2017
“İnsan yaşadığı yere benzer / O yerin
suyuna, o yerin toprağına benzer” diyordu Edip Cansever. Hepimizin hayatında
yaşadığı yerler, o yerlerdeki mekânlar önemlidir. Çocukluğumun İstanbul’u ve
mekânları (plajlar, istasyonlar, sinemalar) bir masal ülkesi gibiydi. “Bir
varmış bir yokmuş.” Kentin, yoğun göç alıp yaşanması güç bir ‘mega köy’e
dönüşmediği, insanların henüz Ege’nin, Akdeniz’in tatil yörelerini
keşfetmediği, oralara ‘kaçmadığı’ yıllarda geçmişti çocukluğum, ilk gençliğim.
Hayat henüz
böylesine kirletilmemişti doğduğum, büyüdüğüm yıllarda. İstanbul’un‘en güzel’
sayılan yıllarında yaşamıştım gençliğimi. Mahalle kültürünün, komşuluğun,
mahalle arkadaşlığının olduğu yıllardı. İnsanlar tıpkı Yeşilçam filmlerinin
hayal kahramanları gibi ‘fakir ama onurluydular.’ Örneğin, bir çıkar amacıyla
kendilerine teklif edilen, hak etmediklerini düşündükleri parayı tüm
yoksulluklarına karşın reddedebiliyor, karşısındakinin yüzüne
çarpabiliyorlardı; 50’li yıllarda Türkiye’yi “küçük Amerika” yapmak isteyen
zihniyetin toplumda sınıf atlama düşlerini körüklemesine rağmen. Ülkeyi
yönetenlerin her mahallede milyoner yaratma girişimleri, ne yazık ki insan
kirlenmesinde önemli bir başarı da kazanmaya başlamıştı.
Çocukluğum,
gençliğim İstanbul’un Kartal’ında geçmişti. Haydarpaşa’dan Gebze’ye
istasyonlar, (“O zamanlar Malatya kokardı istasyonlar / Nazilli kokardı”),
Moda’dan Pendik’e plajlar, her mahallede sinemalar vardı. O plajlarda,
istasyonlarda, sinemalarda unutulmaz anılar biriktirmiştik. Sahillerde yer alan
plajlar benzeri zor bulunur güzelliklere, buralarda yaşayanlar için de yeri
doldurulamaz anılara sahipti. Buralara ayrı güzellikler ve değerler katıyordu.
Sinemalarda beyazperdeye yansıyan düşsel öykülerde unutulmayan yüzler tanımış.
Masallar dünyasında yolculuklara çıkmıştık.
Sahilin
Kadıköy’den Pendik’e kadar doldurulması ve sahil yolunun geçmesiyle bütün bu
güzellikler, anılar, oluşan kolektif toplumsal hafıza ve geçmişimiz yok
edilmişti. Bu yok edişlere karşı çıkmak, yalnızca geçmişe el sürdürmemek için
değil, geleceğimize sahip çıkmak içindi de aynı zamanda.
Birçoğumuz
için artık ne doğup büyüdüğümüz o yerdi, ne İstanbul eski İstanbul. Kentsel
dönüşüm adı altında yeni yıkımlar, yeni yok edişler de sürüyordu bir yandan.
Tüm bu değişimlere karşın doğup büyüdüğümüz, yaşadığımız ‘yer’le (ülke, şehir,
ilçe, mahalle, sokak, ev) özdeşleşen anılarımız yaşam boyu peşimizi
bırakmıyordu, Kavafis’in Şehir adlı şiirinin dizelerine yansıdığı gibi.
Yaşadığım
aşklar, sinemalar, plajlar hayattan çekilince kendime yeni yurtlar, yeni
dostlar, yeni mekânlar arama yolculuğum da başlamıştı. Rumeli Hisarı’ndaki Ali
Baba’nın kahvesine köprü altı da eklenmişti.
Tanışıklığım
çocukluk yıllarına uzanan köprü üstünden sonra, defalarca geçip gittiğim köprü
altıyla da tanışmam 1980’lerin sonuna, 1990’ların başına denk gelir.
Cağaloğlu’da çalışıyor, grafik tasarım işleri yapıyordum. ‘Köprü altı
çocuklarına’ karıştığımda 30’lu yaşlarımın başındaydım.
Yanılmıyorsam
önce tabelasında Osana Davutyan yazan 60 kapı numaralı Balıkçılar Çay Evi’nin
sonra da, birahanelerin, meyhanelerin ve tabii ki Kemancı’nın müdavimi
olmuştum.
Galata’yı
“Bizans”a bağlayan Galata köprüsü, berduşundan entelektüeline köprü altı
müdavimlerini de birbirine bağlıyordu. Kültürlerin buluşma noktası, bir arada
yaşadığı salaş mekânlarda dostluklar paylaşılırdı. Buluşma noktası köprü
altında berduşlar, işli-işsiz gazeteciler, mizahçılar, edebiyatçılar,
müzisyenler, işsizler, emekliler iç içe, bir arada yaşardı.
Onlarca insan
tanıdım, arkadaşlar, dostlar edindim, unutulmaz anılar biriktirdim köprü altında.
Her mekânında, her masasında oturduğum köprü altında tanıdığım arkadaşlarımın,
edebiyatçıların, mizahçıların, müzik insanlarının isimlerini yazmaya kalksam
birkaç dergi sayfası yetmez.
Çok küçük
bütçelerimiz olsa da çok büyük masalar kurar sabahın ilk saatlerine kadar içer,
sohbetler ederdik. Kimimiz son vapura, son trene yetişmek için telaşla
ayrılırdı aramızdan gecenin bir yarısı, kimimiz sokaklarda sabahlamayı göze
alırdı.
Henüz
‘Beyoğlu Cumhuriyeti’nin oluşmadığı yıllarda ‘özgürlükler ülkesi’ ülkesi
gibiydi köprü altı mekânları.
Dalgıç
Kadir’iyle, Bülent Karaköse’siyle, Ressam Maruf’uyla, Abdülika’sıyla, Nuri
Kurtcebe’siyle, Küçük İskender’iyle, şairleri, ressamları, gazetecileriyle,
isimli-isimsiz yüzlerce müdavimiyle birçoğumuz için son duraktı köprü altı.
İçinde
yaşarken bir gün yok olacağını, tüm anılarımızın da köprüyle birlikte
yanacağını düşünmüyorduk. Yanan anılardı, yanan geçmişimizdi, yanan bir
dönemdi.
Bedri Rahmi
Eyüboğlu, İstanbul Destanı’nda, “İstanbul deyince aklıma martı gelir / Yarısı
gümüş, yarısı köpük / Yarısı balık yarısı kuş / İstanbul deyince aklıma bir
masal gelir / Bir varmış, bir yokmuş” demişti. Anlatılanlar, anımsadıklarım
sanki bir masaldı; dün vardı, bugün yok.
Anımsamak acı
veriyor. Ölü sevici bir toplumda yitip giden değerlere ağıt yakmak, içi boş
arabesk bir ‘nostalji edebiyatı’ tutturmak, geçmişi kutsamak ya da inkar etmek
yerine geçmiş bilinciyle, bugünün dünyasına geçmişin olumlu değerlerini
aktarmalıyız diye düşünenlerdenim. Geçmiş bilincinden yoksun, modaya ve ranta
dönüştürülmüş bir nostalji edebiyatının ucuz popülist, oportünist dilini
kullanan akbabalar kadar, başka ne zarar verebilir ki yaşanmış ve yaşanacak
hayatlara. Bir kenti, mahalleyi, sokağı anlamak, tanımak için de çoğu kez bir
yaşam harcamak gerekir.
“Bana bir varmış de/ Bir varmış bir yokmuş
deme/ İçime dokunuyor.” (Can Yücel)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder