09
Temmuz 2017
Toplumsal cesaret, kişinin anlamlı
bir yakınlık kurma umuduyla tehlikeye atılabilme yetisidir” diyordu yazar.
“Yakınlık cesaret gerektirir, çünkü risk kaçınılmazdır. İlişkinin bize nasıl
etki edeceğini daha baştan bilemeyiz. Kimyasal bir değişim gibi birimiz
değişirse, ikimiz de değişeceğiz.
Gelişecek mi yoksa tüketecek miyiz?
Emin olabildiğimiz tek şey, eğer kendimizi ilişkiye tüm varlığımızla bırakırsak
bundan etkilenmeksizin çıkamayacağımızdır.” (Yaratma Cesareti-Rollo May)
Yaşadığı, yaşamaya çalıştığı bundan
başka neydi ki zaten. Sevgilerde de arkadaşlıklarda da hayatın değişim yasaları
bunu gerektirmiyor muydu? Her insan, her ilişki her olay, yaşadığımız her ‘an’
bizi başka bir noktaya, başka birikimlere götürmüyor muydu? Öyleyse niye bu
kadar çekingen ve anlamsız yaşanıyordu ilişkiler.
“Birini tanımaya çalışmayalı, bunu
istemeyeli çok zaman geçti. Biriyle konuşmak istediğinizde, siz de istiyor
olursanız benimle konuşabilirsiniz” demişti; ‘an’ların verdiği hazzı, heyecanı
birlikte yaşadığını-yaşayabileceğini düşündüğü arkadaşına. Çok şey mi
istemişti? Yine duvarlar örülmüştü. Arkadaşlık, dostluk, çoğalmak, ‘an’lık
hazlar, heyecan umurunda değildi kimsenin.
‘An’ın coşkusu bir sonraki ‘an’a
yoldaş olamıyor, kimse bir başkasının çığlığını duymuyordu.
Yeni yangınlardan, düş bozumlarından
korktuğu, fırtınalarından arınıp yaşayamadığı için platonik kalan aşklarını
anımsadı. Dillendirme cesaretini gösteremediği duygularını, tutkularını... Oysa
yaşam akıp geçiyordu, bir kez daha elde edilemeyecek ‘an’ları ve fırsatlarıyla.
Kimsenin buna aldırdığı yoktu. Hoyrat, özensiz ve acımasızdı ilişkiler.
Yıllardır yaşadıkları onu daha da hırçınlaştırmış, öfkesine öfke katmıştı.
Hayat yaşanan darbelerle kesintiye
uğruyor, her defasında ağır yenilgilerle, onmaz yaralarla çıkılıyordu
yıkıntılardan. Yeni bir kültür, yeni bir insan tipi oluşturulmuştu, uzun süreli
toplum mühendisliklerinde. Karalama defterine yazdığı küçük notlarına göz
atıyordu. Yıllar önce yazdığı nota ilişti gözü:
Kıskanç, hırslı, bencil, faydacı olan
bu yeni insan tipi en yakın dostlarına bile bürokrat ve hoyrat davranmayı erdem
sayıyordu. O, diyelim dün, bir ajansta metin yazarı ya da grafikerdir; bir
gazetede muhabir, bir dergide editör, bir fabrikada işçidir. Kendisine yapılan
haksızlıkların sıkıntısını en çok o yaşamıştır. Yine diyelim bugün, o bölümün
yöneticisi olduğunda ise, artık durum değişmiştir. Kıskançlığı, hırsı,
bencilliği ona dün yaşadıklarını unutturacak, birlikte çalıştığı arkadaşlarına
haksızlık ve kötülük yapmak ‘yeni durumun gereği’ haline dönüşecektir.
İhanetlerle dolu bir tarihin içinde
yürüyerek, arıyoruz yolumuzu diye düşündü. İhanetler, ikiyüzlülükler en
yakınımızdaydı.
“İlke fetişistisin” demişti bir arkadaşı,
yalnızlaşmak pahasına ilkelerinden ödün vermediği için eleştirirken. Bunca
ihanetin, duygusuzluğun, düşüncesizliğin içindeyken, ‘ilke fetişisti’ olmasını
anlamalarını beklemiyordu. ‘Hiç değilse biraz sahici olsalar’ diye geçirdi
içinden.
Kaçarak yaşamaya alışmıştı o da;
hiçbir yere ait değildi. Uzun süredir kurtulduğu alkollü şizofren akşamlarda
yaşadığı paranoyalarının, hatalarının, ‘en çok kendime acımasızım oysa kimsenin
aynaya baktığı, kendini ve hayatı sorguladığı yok’ diye sızlanıp ağladığı
kaçışların yarattığı tahribata rağmen düşlerine, ilkelerine böylesine tutkuyla
bağlı olmak güçlü kılıyordu onu; bütün kaçışlarına, yenilgilerine rağmen. “Her
şeye rağmen olmaz” demişti eski bir dostu. Oysa bal gibi olabiliyordu işte. Bütün
bu kirlenmişliğe rağmen, ‘her şeye rağmen’ sevebiliyorduk hayatı.
Yenilen kazanıyordu bu oyunda ona
göre. Bu onun mutluluğuydu. Her yenilgiden daha güçlü çıktığını düşünüyordu.
Var olan bu “ilişkilere” yenilmişti fakat bu ilişkilerin insanı olmadığını söylemiyor
muydu zaten? Oysa çok basitti bu ilişkiler içinde başarılı olmak. İstenenler,
yaşananlar çok sıradandı. O bilinçli olarak reddetmiyor muydu bunları? Bilinçli
bir karşı koyuş-reddediş değil miydi onunki? İşte bu yüzden kaybeden
kazanıyordu...
Uzun zamandır kimseyle konuşmuyordu,
hep anılarını anlatan yaşlı balıkçı dışında. “Mülksüz ve çıplak olmalı” dedi.
Yaşlı balıkçının aldırdığı yoktu. Şu lanet olası dünyada kim aldıracaktı peki?
Her şey ne kadar da hızlı kirleniyor, ne kadar hızlı tüketiliyordu artık.
‘Uçsuz bucaksız bir yalnızlığın
ruhunu yalnız bırakmayan ‘kendini’ seviyordu. Açmazlarına yenik düşmekten,
düşlerini yaşayamamaktan, ertelemekten rahatsızdı yalnızca.
Aşk çekiliyordu hayattan ve hayat
daha çekilmez oluyordu. Romantizmin bir ‘arıza hali’ sayıldığı bugünlerde ne
çok ihtiyacı vardı sahici dostluklara ve sahici bir aşka. Gelgitlerini
anlamayan, dostları bunu anlayabilirler miydi?
Bu düşüncelerle indi dolmuştan. Bu
kentin sokaklarını, semtlerini gezmeyi seviyordu.
Rast gele bindiği dolmuştan, hiç
bilmediği, bugüne dek görmediği bir semte inmişti.
Çocukluğunun, ilk gençliğinin
geçtiği, yoksul ailelerin oturduğu mahalleye ne kadar da benziyordu.
Hüzün Cumhuriyeti’nin sokaklarında
tüm umutsuzluğu ve hüznüyle aylak aylak dolaşırken hatırlamanın verdiği hüznün
tenhalığında intihar eden sanatçıları düşündü. Çok yıkıcı bir tavır, bir
reddedişti ona göre intihar. Bir intihar mektubu yazmalıydı: “Ölümümden
tanıdığım, hayatıma giren herkes sorumludur.”
Oysa hep erteliyordu yediğinde sığınacağı
yardım isteyeceği bir dost gibi dolaşan intiharını. Yapacağı işleri,
söyleyeceği sözleri vardı daha. Yeni yolculuklara hazırlanmalıydı; Mülksüz ve
çıplak.
‘Rast gele’ diye söylendi kendi
kendine. Rast gele...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder