25 Mart 2020 Çarşamba

YALNIZLAŞMA ÇAĞININ TARİHSEL SERÜVENİ


  02 Temmuz 2017

 

      Zamanı hızlandırabilirsiniz, yavaşlatabilirsiniz de. Dondurabilirsiniz bile. 
Ancak başa saramazsınız. Yapılanı geri alamazsınz.Cashback
Hatırlamanın bile büyük acı verdiği 17 Ağustos depreminden, o telafisi imkânsız büyük yıkım günlerinden belleklerimize kazınan en çarpıcı çığlıktı; “Orada Kimse Var mı?”
Aradan yıllar geçti, belki acılar unutuldu fakat belleklerimize kazınan o çığlık unutulmadı.  İçinde bulunduğumuz iletişim/sizlik çağının yalnızlaşan ve yabancılaşan insanının ortak çığlığını da aynı sözcükler oluşturuyor.
Bir adım öncesinde iletişim çağı, şimdilerde psikopati çağı diye de tanımlanabilen, ölçüsüz ve kontrolsüz gelişen teknolojinin bireyi daha da yalnızlaştırdığı, bencilleştirdiği günümüzde aslında kimse kimsenin çığlığını da duymuyor. Herkesin en çok ötekine sağır olduğu günler yaşanıyor.
70’li yılların başından bu yana yaşanan gelişmeler, bunlara bağlı dönüşümler hayal sınırlarının çok ötesine geçti fakat bunlar insanlığın hayrına yaşanan dönüşümler olmadı.
Önce televizyon girdi evlerimize. O yılların tek ve en önemli eğlencesi, “sosyal iletişim ağı” olan sinemayı yok etti. Neredeyse her mahallede olan yazlık-kışlık sinema salonları kapandı. Sinema salonlarını dolduran aileler çekildi hayattan, evlerine kapandı; sinema salonları alış merkezlerine, iş hanlarına dönüştü.
Sinema mahalle kültürünün de simgelerindendi, komşular toplanıp birlikte giderlerdi sinemalara. Topluca gidilen eğlence yerlerinden biri de, sahiller, deniz kenarlarındaki çay bahçeleriydi. Çarpık kentleşme, denetimsiz göç ve apartmanlaşma mahalleleri, mahalle kültürünü sahilleri ve çay bahçelerini de yuttu.
Hayat o kadar hızlı değişiyor ve o kadar hızlı kirleniyordu ki, insanlara yalnızca geçmişe, avuçlarının içinden akıp geçen hayata ve geri dönüşü olmayan hayatla birlikte yitirdiğimiz değerlere ağıt yakmak kalıyordu artık.
Apartmanlarda kimse kimseyi tanımıyor, komşular birbirlerine gidip gelmiyordu. Çocukların mahalle arasında oyun oynayabileceği alanlar kalmamıştı. Çocuklar hayattan, sokaktan çekilmiş, aileleriyle birlikte evlere kapanmıştı. Böylece hep birlikte konserve hayatlar yaşıyor hale geldik.
Eve kapanan insanın yalnızlaşması, yabancılaşması da kaçınılmazdı. Üstelik hayatın efendileri de, teknoloji de marifetlerini, çabalarını bu yönde kullanıyorlardı. Televizyondan sonra evlere video, kısa bir süre sonra da CD-DVD oynatıcılar girdi. İnsanlar bir başlarına evlere kapanıp saatlerce film izliyorlardı.
Asıl öldürücü darbeyi vuran ve psikopati/yalnızlık çağını başlatansa bilgisayarın eve girmesi, yaygınlaşmasıydı.
Önceleri daha çok çocukların oyun oynamaları için kullanılan bilgisayarın büyükleri de ‘esir alması’ uzun sürmedi. İnternet teknolojisinin icadı ve evlere girmesiyle oluşan “sanal dünya” çılgınlığı iliklerimize kadar işledi. İnternetin olumlu yanlarının kullanılmasından çok mirc, ICQ, MSN gibi sohbet programları, Facebook, Twitter gibi sosyal paylaşım ağları kullanılır olmuştu kısa sürede.
Artık arkadaşlıklar sanal dünyadan ediniliyor, evlilikler oradan yapılıyordu. Etik ve kültürel yozlaşma, çöküntü yaygınlaşıyordu. Bu bir yanıyla insanın ne denli yalnızlaştığının göstergesiyken, bir yanıyla da bu yalnızlaşmayı çoğaltıyor, dahası kutsuyordu.
Bir bilgisayar ve internet bağlantısı yeterliydi sanal dünyanın insanı olmak, size sunulan sanal nimetlerden yararlanabilmek için. Gerçek hayatta konuşamadıklarını orada konuşuyor, dostluğu sanal arkadaşlıklarda arıyor, içini oralarda dökebiliyordu, bu yeni dünyanın insanı.
Yalnızlaşan insan “Orada Kimse Var mı?” çığlığına sanal dünyada yankı ararken, gerçek dünyamızın gerçek insanını, oluşan sanal dünyaya kaptırmış biri olarak ben ve benzerlerimin çığlığıysa artık duyulmuyordu bu sağırlar diyalogu içinde: “Orada Kimse Var mı?” 
ESKİ DEFTERLER, NOTLAR
Gelecekte anımsamak için bugünümüzden ‘iyi şeyler’ bulabilecek miyiz? Karalama defterime yıllar önce yazdığım bir nota takılıyor gözüm:
18 Aralık 1985
…Oğuz Atay’ın ‘Günlük’ünden bölümler okudum. Ömer Madra ile Enis Batur geçen yıl Milliyet gazetesinde “Yarıda Kalan Eserler” başlığıyla, yazarların ölümüyle yarıda kalan eserlerini yayınladılar. Necip Fazıl’ın “Kafa Kağıdı”nın ardından Oğuz Atay’ın “Günlük”ü de yayınlanmıştı. Diziyi sürdürdüler mi bilmiyorum. ‘Günlük’ten çok önemli bir bölüm: “… Türk romanının sorunu kişiliktir. İnsanımızın kişilik kazanma savaşının önemini henüz kavramamış olmasıdır. Kendisiyle hesaplaşma diye bir kavramın varlığından habersiz oluşundadır. (…) Kültürsüzlüktür. Ve en önemlisi, ne kendini ne gerçeği sezememektir. Sezgisizliktir. Duyarsızlıktır. Kapıkulluğudur. (…) Bunları yazmanın da bir yararı yoktur aslında. Kişilik kazanmamış bir yarı aydınlar ortamında, kimsenin yarım yamalak düşünce ve duygu ‘müktesebatı’nı’ irdelemeye, kendi edinimleriyle hesaplaşmaya niyeti yoktur çünkü. Herkes kendinden o kadar memnundur ki, bütün endişesi esnaflığını nasıl sürdürebileceğidir, dükkânda mallar eksik olmasın, yeter. Bu mal, köylünün sefaleti, işçinin direnmesi, ya da küçük burjuva aydınının bunalımı olabilir, fark etmez. Esnaf ve tezgâhtar için bütün mallar satılabildiği ölçüde makbuldür. Köy romanı piyasasında durgunluk mu var, biz de şehre taşınırız, olur biter. (…) Esnaf için bu sözlerin sarsıcı bir etkisinin olacağını sanmıyorum. Ama henüz çetelerin şartlamadığı gençler varsa, yaşı ne olursa olsun kafası, yüreği genç kalmış olanlar varsa belki bu sorunlar üzerinde düşünür diye umuyorum. (…)”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder