02 Temmuz 2017
Zamanı hızlandırabilirsiniz, yavaşlatabilirsiniz
de. Dondurabilirsiniz bile.
Ancak
başa saramazsınız. Yapılanı geri alamazsınz.Cashback
Hatırlamanın bile büyük acı verdiği
17 Ağustos depreminden, o telafisi imkânsız büyük yıkım günlerinden
belleklerimize kazınan en çarpıcı çığlıktı; “Orada Kimse Var mı?”
Aradan yıllar geçti, belki acılar
unutuldu fakat belleklerimize kazınan o çığlık unutulmadı. İçinde
bulunduğumuz iletişim/sizlik çağının yalnızlaşan ve yabancılaşan insanının
ortak çığlığını da aynı sözcükler oluşturuyor.
Bir adım öncesinde iletişim çağı,
şimdilerde psikopati çağı diye de tanımlanabilen, ölçüsüz ve kontrolsüz gelişen
teknolojinin bireyi daha da yalnızlaştırdığı, bencilleştirdiği günümüzde
aslında kimse kimsenin çığlığını da duymuyor. Herkesin en çok ötekine sağır olduğu
günler yaşanıyor.
70’li yılların başından bu yana
yaşanan gelişmeler, bunlara bağlı dönüşümler hayal sınırlarının çok ötesine
geçti fakat bunlar insanlığın hayrına yaşanan dönüşümler olmadı.
Önce televizyon girdi evlerimize. O
yılların tek ve en önemli eğlencesi, “sosyal iletişim ağı” olan sinemayı yok
etti. Neredeyse her mahallede olan yazlık-kışlık sinema salonları kapandı.
Sinema salonlarını dolduran aileler çekildi hayattan, evlerine kapandı; sinema
salonları alış merkezlerine, iş hanlarına dönüştü.
Sinema mahalle kültürünün de
simgelerindendi, komşular toplanıp birlikte giderlerdi sinemalara. Topluca
gidilen eğlence yerlerinden biri de, sahiller, deniz kenarlarındaki çay
bahçeleriydi. Çarpık kentleşme, denetimsiz göç ve apartmanlaşma mahalleleri, mahalle
kültürünü sahilleri ve çay bahçelerini de yuttu.
Hayat o kadar hızlı değişiyor ve o
kadar hızlı kirleniyordu ki, insanlara yalnızca geçmişe, avuçlarının içinden
akıp geçen hayata ve geri dönüşü olmayan hayatla birlikte yitirdiğimiz
değerlere ağıt yakmak kalıyordu artık.
Apartmanlarda kimse kimseyi
tanımıyor, komşular birbirlerine gidip gelmiyordu. Çocukların mahalle arasında
oyun oynayabileceği alanlar kalmamıştı. Çocuklar hayattan, sokaktan çekilmiş,
aileleriyle birlikte evlere kapanmıştı. Böylece hep birlikte konserve hayatlar
yaşıyor hale geldik.
Eve kapanan insanın yalnızlaşması,
yabancılaşması da kaçınılmazdı. Üstelik hayatın efendileri de, teknoloji de
marifetlerini, çabalarını bu yönde kullanıyorlardı. Televizyondan sonra evlere
video, kısa bir süre sonra da CD-DVD oynatıcılar girdi. İnsanlar bir başlarına
evlere kapanıp saatlerce film izliyorlardı.
Asıl öldürücü darbeyi vuran ve
psikopati/yalnızlık çağını başlatansa bilgisayarın eve girmesi,
yaygınlaşmasıydı.
Önceleri daha çok çocukların oyun
oynamaları için kullanılan bilgisayarın büyükleri de ‘esir alması’ uzun
sürmedi. İnternet teknolojisinin icadı ve evlere girmesiyle oluşan “sanal
dünya” çılgınlığı iliklerimize kadar işledi. İnternetin olumlu yanlarının kullanılmasından
çok mirc, ICQ, MSN gibi sohbet programları, Facebook, Twitter gibi sosyal
paylaşım ağları kullanılır olmuştu kısa sürede.
Artık arkadaşlıklar sanal dünyadan
ediniliyor, evlilikler oradan yapılıyordu. Etik ve kültürel yozlaşma, çöküntü
yaygınlaşıyordu. Bu bir yanıyla insanın ne denli yalnızlaştığının
göstergesiyken, bir yanıyla da bu yalnızlaşmayı çoğaltıyor, dahası kutsuyordu.
Bir bilgisayar ve internet bağlantısı
yeterliydi sanal dünyanın insanı olmak, size sunulan sanal nimetlerden yararlanabilmek
için. Gerçek hayatta konuşamadıklarını orada konuşuyor, dostluğu sanal
arkadaşlıklarda arıyor, içini oralarda dökebiliyordu, bu yeni dünyanın insanı.
Yalnızlaşan insan “Orada Kimse Var
mı?” çığlığına sanal dünyada yankı ararken, gerçek dünyamızın gerçek insanını,
oluşan sanal dünyaya kaptırmış biri olarak ben ve benzerlerimin çığlığıysa
artık duyulmuyordu bu sağırlar diyalogu içinde: “Orada Kimse Var mı?”
ESKİ DEFTERLER, NOTLAR
Gelecekte anımsamak için bugünümüzden
‘iyi şeyler’ bulabilecek miyiz? Karalama defterime yıllar önce yazdığım bir
nota takılıyor gözüm:
18 Aralık 1985
…Oğuz Atay’ın ‘Günlük’ünden bölümler
okudum. Ömer Madra ile Enis Batur geçen yıl Milliyet gazetesinde “Yarıda Kalan
Eserler” başlığıyla, yazarların ölümüyle yarıda kalan eserlerini yayınladılar.
Necip Fazıl’ın “Kafa Kağıdı”nın ardından Oğuz Atay’ın “Günlük”ü de
yayınlanmıştı. Diziyi sürdürdüler mi bilmiyorum. ‘Günlük’ten çok önemli bir
bölüm: “… Türk romanının sorunu kişiliktir. İnsanımızın kişilik kazanma
savaşının önemini henüz kavramamış olmasıdır. Kendisiyle hesaplaşma diye bir
kavramın varlığından habersiz oluşundadır. (…) Kültürsüzlüktür. Ve en önemlisi,
ne kendini ne gerçeği sezememektir. Sezgisizliktir. Duyarsızlıktır.
Kapıkulluğudur. (…) Bunları yazmanın da bir yararı yoktur aslında. Kişilik
kazanmamış bir yarı aydınlar ortamında, kimsenin yarım yamalak düşünce ve duygu
‘müktesebatı’nı’ irdelemeye, kendi edinimleriyle hesaplaşmaya niyeti yoktur
çünkü. Herkes kendinden o kadar memnundur ki, bütün endişesi esnaflığını nasıl
sürdürebileceğidir, dükkânda mallar eksik olmasın, yeter. Bu mal, köylünün
sefaleti, işçinin direnmesi, ya da küçük burjuva aydınının bunalımı olabilir,
fark etmez. Esnaf ve tezgâhtar için bütün mallar satılabildiği ölçüde
makbuldür. Köy romanı piyasasında durgunluk mu var, biz de şehre taşınırız,
olur biter. (…) Esnaf için bu sözlerin sarsıcı bir etkisinin olacağını
sanmıyorum. Ama henüz çetelerin şartlamadığı gençler varsa, yaşı ne olursa
olsun kafası, yüreği genç kalmış olanlar varsa belki bu sorunlar üzerinde
düşünür diye umuyorum. (…)”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder