25 Mart 2020 Çarşamba

HAYATIMIN EN SAHİCİ KAHRAMANIYDI ANNEM


04 Haziran 2017

Annem Şerif Kara, 1957 yılının eylülünde tanımadığı, daha önce hiç görmediği babamla evlenerek Yeşilköy’deki eve gelmiş. Annemin, 1958 yılında doğan ilk çocuğu Emine üç ay, 1959 yılının haziran ayında doğan ikinci çocuğu Nesrin de yalnızca altı ay yaşayabilmiş.
Yeşilçam filmlerini çağrıştırırcasına söylersem ‘Benim annem de bir melekti.’ Birçok çocuk gibi ben de geç anlamış, geç sevmiştim annemi. Babamın hırpalamalarına karşı duracağım yerde, ben de (dayatılan erkek rolünü erken yaşlarda reddetmeme karşın) gençliğin verdiği hırçınlıkla üzmüş, kırmıştım, ilk gençlik yıllarımda. O babamın da, benim de, kardeşlerimin de hırpalamalarını tüm anaçlığıyla göğüslemiş, hoyratlıklarımızı karşılıksız sevgisiyle, bize hayat dersi verircesine ‘sessiz’ karşılamıştı. Bizler onun bu bilge duruşuna karşın içlendiğini, içine attıklarının onu içten çürüttüğünü fark edemeyecek kadar ‘dünyalı’ydık. Bizim küçük ailemiz kadar, yakın akrabalarımızın her ferdi üzerinde emeği vardı; sevilir, sayılırdı. Babaanneme yıllarca koltuk değneği olmuş, son nefesine kadar yanından ayrılmamıştı.
Babamın alkollü cinnet akşamlarının hırçınlıklarına, hoyratlıklarına birçok anne gibi biz çocukları için katlanmayı seçmiş, babamın erken yaşta ölümüyle, üç çocuğuyla yalnız kalmıştı. Bütün bu ‘çilekeş anne durumu’nun ötesinde, belleğimin uzanabildiği en eski görüntülerinde bile kentli ve güzel bir kadın vardı. Sanki köyden evlenmek için kente gelmiş gibi değil de kentte doğmuş, kent kültürüyle yetişmiş, kendine özgü duruşu olan bir kadın vardı karşımda hep. Babaannemin de, annemin de bu ‘sıra dışı durum’larını, kendilerini nasıl böyle yetiştirebildiklerini hiçbir zaman algılayamadım.
Babamın 1977 yılındaki erken ölümüyle, zorlu bir hayat bekliyordu annemi. O güne dek hiç çalışmamış olan annem, birçok işte çalışarak beni ve iki kardeşimi okuttu; kızlarını evlendirdi, torunlarını büyüttü. Annemin hayatımdaki yerini, önemini anladığımda yirmili yaşların sonuna geliyordum.  Bunu fark ettiğimde hayatımın ‘en sahici’ kahramanı olmuştu ve vakitsiz ölümüne kadar büyük bir sevgiyle bağlandım. Bildik anlamda ‘vefalı-hayırlı bir evlat’ olduğumu söyleyemem. Annem hayatının hiçbir döneminde hak ettiği gibi yaşayamamıştı.
Üniversiteyi kazanıp Ankara’ya gittiğimde, büyük özveriyle beni okutabilmek için çabalamıştı. Benim için vazgeçilmez olduğunda ve hayatımda önemli bir yeri olduğunu fark ettiğimde artık birçok şey için çok geçti. Yaşadığı sıkıntılı yıllar onu içten çürütmüş, ruhundaki örselenmişliklere bozulan sağlığı da eklenmişti. Sinsi hastalıklar içten içe kuşatıyor, her geçen gün bir yenisi daha ekleniyordu çaresiz hastalıklarına. O, tüm sağlık sorunlarına karşın çocuklarını düşünüyor, onlar için çırpınıyor, torunlarını büyütmek için türlü fedakârlıklara girişiyor yine de kimseden hak ettiği sevgiyi göremiyor, kimseye ‘yaranamıyor’du.
Dedemden kalan bahçeli ev apartmana dönüşüp içinde oturacağımız daireye geçtiğimizde de, ‘bir ev yoktan nasıl var edilir’i göstermişti bize. Her an evi için yeni bir şeyler yapıyor, yeni eşyalar alarak, eksiklerini tamamlıyordu.
Yıllarca boğuştuğu hepatit ve şeker hastalığının üstüne kalp krizi de geçirince direnci iyiden iyiye kırılsa da hayatla bağını koparmıyor, komşularıyla iyi ilişkiler geliştiriyordu. Hayata böylesine bağlı olduğu fakat hastalıkların içten içe güçsüz düşürdüğü annem, kanser olduğunu öğrendiğinde de “Göreceksin bunu da yeneceğim” diyordu. Tedaviye başladığında, her kemoterapi sonrası çok ağır geçiyor, günlerce yatakta ağrılar içinde kıvranıyordu. Bütün vücudunu saran hastalık beynine ulaştığında hemen bilincini yitirmese de, konuşabilme yetisini yitirmişti ve derdini işaretlerle anlatmaya çalışıyordu. O günler, hayatımın en acı, en dayanılmaz günleriydi benim için. O durumda karşımızda eriyip giden anneme ilaç olamamak, acılar içinde defalarca ölüp ölüp dirilmesi karşısında çaresiz kalmak kahrediciydi.
2006 yılının 28 Mart’ında, bize veda ettiğinde 64 yaşındaydı. Zamansız ve erken ölümüyle ben de ölmüştüm. Bütün tarihim, geçmişim onunla birlikte yok olmuş, daha da yalnızlaşmıştım. Yakınımdaki bütün ölümlere alışsam da, bugün bile resimlerine, kamera görüntülerine bakamadığım annemin ölümünü kabullenemedim, alışamadım.
Hayat tüm acımasızlığıyla sürüyordu. Hayatın güç gösterisine, gücünü sınama acımasızlığına, kimi zaman açmazlarıma yenik düşsem de direnerek sürdürecektim mücadelemi şimdiye dek olduğu gibi. Koltuk değneklerine ihtiyacım da yoktu.

Her geçen gün anılarımızdan, geçmişimizden daha da koparılarak, daha da yalnızlaşarak; geleceğe güzel anılar biriktiremeden, dahası yeni yeni kötü anılar ekleyerek yürüyorduk tenhalaşan hayatlarımızla. İlerleyen yaşımıza karşın hayata yenik düşmemek için direnmiş ‘eyvallah’ dememiş yitik bir kuşaktan olsak da son yıllarda yeni hastalıklar edinmeye başlamıştık. Çalan her telefonla hastalanan ya da ölen arkadaşlarımızın acı haberlerini alıyorduk artık. Hayat acımasızdı ve geri dönüşü yoktu. Yıllarca kafa tutan, baş kaldıran bizlerden intikamını almaya başlamış gibiydi tüm acımasızlığıyla. Yine de boyun eğmeyip direniyor, mücadeleyi sürdürüyorduk. Yeni sürprizleri yeni acılarıyla hayat devam ediyordu ve türlü hastalıklarımıza karşın reddederek, direnerek sürdürecektik yaşamımızı. Belki de katlanamadığı buydu ve fakat sevdiklerimizin, attığı gül yaralıyordu en çok.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder