04 Haziran 2017
Annem Şerif Kara, 1957 yılının
eylülünde tanımadığı, daha önce hiç görmediği babamla evlenerek Yeşilköy’deki
eve gelmiş. Annemin, 1958 yılında doğan ilk çocuğu Emine üç ay, 1959 yılının
haziran ayında doğan ikinci çocuğu Nesrin de yalnızca altı ay yaşayabilmiş.
Yeşilçam filmlerini çağrıştırırcasına
söylersem ‘Benim annem de bir melekti.’ Birçok çocuk gibi ben de geç anlamış,
geç sevmiştim annemi. Babamın hırpalamalarına karşı duracağım yerde, ben de
(dayatılan erkek rolünü erken yaşlarda reddetmeme karşın) gençliğin verdiği
hırçınlıkla üzmüş, kırmıştım, ilk gençlik yıllarımda. O babamın da, benim de,
kardeşlerimin de hırpalamalarını tüm anaçlığıyla göğüslemiş, hoyratlıklarımızı
karşılıksız sevgisiyle, bize hayat dersi verircesine ‘sessiz’ karşılamıştı.
Bizler onun bu bilge duruşuna karşın içlendiğini, içine attıklarının onu içten
çürüttüğünü fark edemeyecek kadar ‘dünyalı’ydık. Bizim küçük ailemiz kadar,
yakın akrabalarımızın her ferdi üzerinde emeği vardı; sevilir, sayılırdı.
Babaanneme yıllarca koltuk değneği olmuş, son nefesine kadar yanından
ayrılmamıştı.
Babamın alkollü cinnet akşamlarının
hırçınlıklarına, hoyratlıklarına birçok anne gibi biz çocukları için katlanmayı
seçmiş, babamın erken yaşta ölümüyle, üç çocuğuyla yalnız kalmıştı. Bütün bu
‘çilekeş anne durumu’nun ötesinde, belleğimin uzanabildiği en eski
görüntülerinde bile kentli ve güzel bir kadın vardı. Sanki köyden evlenmek için
kente gelmiş gibi değil de kentte doğmuş, kent kültürüyle yetişmiş, kendine
özgü duruşu olan bir kadın vardı karşımda hep. Babaannemin de, annemin de bu
‘sıra dışı durum’larını, kendilerini nasıl böyle yetiştirebildiklerini hiçbir
zaman algılayamadım.
Babamın 1977 yılındaki erken
ölümüyle, zorlu bir hayat bekliyordu annemi. O güne dek hiç çalışmamış olan
annem, birçok işte çalışarak beni ve iki kardeşimi okuttu; kızlarını
evlendirdi, torunlarını büyüttü. Annemin hayatımdaki yerini, önemini
anladığımda yirmili yaşların sonuna geliyordum. Bunu fark ettiğimde
hayatımın ‘en sahici’ kahramanı olmuştu ve vakitsiz ölümüne kadar büyük bir
sevgiyle bağlandım. Bildik anlamda ‘vefalı-hayırlı bir evlat’ olduğumu
söyleyemem. Annem hayatının hiçbir döneminde hak ettiği gibi yaşayamamıştı.
Üniversiteyi kazanıp Ankara’ya
gittiğimde, büyük özveriyle beni okutabilmek için çabalamıştı. Benim için
vazgeçilmez olduğunda ve hayatımda önemli bir yeri olduğunu fark ettiğimde
artık birçok şey için çok geçti. Yaşadığı sıkıntılı yıllar onu içten çürütmüş,
ruhundaki örselenmişliklere bozulan sağlığı da eklenmişti. Sinsi hastalıklar
içten içe kuşatıyor, her geçen gün bir yenisi daha ekleniyordu çaresiz
hastalıklarına. O, tüm sağlık sorunlarına karşın çocuklarını düşünüyor, onlar
için çırpınıyor, torunlarını büyütmek için türlü fedakârlıklara girişiyor yine
de kimseden hak ettiği sevgiyi göremiyor, kimseye ‘yaranamıyor’du.
Dedemden kalan bahçeli ev apartmana
dönüşüp içinde oturacağımız daireye geçtiğimizde de, ‘bir ev yoktan nasıl var
edilir’i göstermişti bize. Her an evi için yeni bir şeyler yapıyor, yeni
eşyalar alarak, eksiklerini tamamlıyordu.
Yıllarca boğuştuğu hepatit ve şeker
hastalığının üstüne kalp krizi de geçirince direnci iyiden iyiye kırılsa da
hayatla bağını koparmıyor, komşularıyla iyi ilişkiler geliştiriyordu. Hayata
böylesine bağlı olduğu fakat hastalıkların içten içe güçsüz düşürdüğü annem,
kanser olduğunu öğrendiğinde de “Göreceksin bunu da yeneceğim” diyordu.
Tedaviye başladığında, her kemoterapi sonrası çok ağır geçiyor, günlerce
yatakta ağrılar içinde kıvranıyordu. Bütün vücudunu saran hastalık beynine
ulaştığında hemen bilincini yitirmese de, konuşabilme yetisini yitirmişti ve
derdini işaretlerle anlatmaya çalışıyordu. O günler, hayatımın en acı, en
dayanılmaz günleriydi benim için. O durumda karşımızda eriyip giden anneme ilaç
olamamak, acılar içinde defalarca ölüp ölüp dirilmesi karşısında çaresiz kalmak
kahrediciydi.
2006 yılının 28 Mart’ında, bize veda
ettiğinde 64 yaşındaydı. Zamansız ve erken ölümüyle ben de ölmüştüm. Bütün
tarihim, geçmişim onunla birlikte yok olmuş, daha da yalnızlaşmıştım.
Yakınımdaki bütün ölümlere alışsam da, bugün bile resimlerine, kamera
görüntülerine bakamadığım annemin ölümünü kabullenemedim, alışamadım.
Hayat tüm acımasızlığıyla sürüyordu.
Hayatın güç gösterisine, gücünü sınama acımasızlığına, kimi zaman açmazlarıma
yenik düşsem de direnerek sürdürecektim mücadelemi şimdiye dek olduğu gibi.
Koltuk değneklerine ihtiyacım da yoktu.
Her geçen gün anılarımızdan,
geçmişimizden daha da koparılarak, daha da yalnızlaşarak; geleceğe güzel anılar
biriktiremeden, dahası yeni yeni kötü anılar ekleyerek yürüyorduk tenhalaşan
hayatlarımızla. İlerleyen yaşımıza karşın hayata yenik düşmemek için direnmiş
‘eyvallah’ dememiş yitik bir kuşaktan olsak da son yıllarda yeni hastalıklar
edinmeye başlamıştık. Çalan her telefonla hastalanan ya da ölen
arkadaşlarımızın acı haberlerini alıyorduk artık. Hayat acımasızdı ve geri
dönüşü yoktu. Yıllarca kafa tutan, baş kaldıran bizlerden intikamını almaya
başlamış gibiydi tüm acımasızlığıyla. Yine de boyun eğmeyip direniyor,
mücadeleyi sürdürüyorduk. Yeni sürprizleri yeni acılarıyla hayat devam ediyordu
ve türlü hastalıklarımıza karşın reddederek, direnerek sürdürecektik
yaşamımızı. Belki de katlanamadığı buydu ve fakat sevdiklerimizin, attığı gül
yaralıyordu en çok.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder