23 Mart 2020 Pazartesi

KANLI TARİH VE TEKERRÜR (4)


  08 Kasım 2015
 12 Eylül 1980 sabahına Hasan Mutlucan’ın sesinden kahramanlık türküleriyle uyananlar radyo ve televizyonlarını açtığında okunan darbe bildirileriyle, pencereye koşup sokağa baktıklarında her köşe başını tutmuş silahlı askerlerle, sokaklarda dolaşan tanklarla, panzerlerle cemselerle karşılaşırlar. İlk şaşkınlık atlatıldığında ülkede askerin yönetime el koyduğu, darbe yaptığı anlaşılır. 
Toplumun huzurunu ve güvenliğini sağlamak için yapıldığı söylenen darbe, daha ilk gününden itibaren toplum için çok ciddi bir huzur ve güvenlik sorununa dönüşür. Kenan Evren 3 Ekim 1984’te Muş’ta yaptığı konuşmada, “Asmayıp da besleyecek miyiz?” der, gencecik insanları asarlar. Darbeci generaller ve hizmetindekiler ‘yanlış buldukları her şeyi toplum yararına’ değiştirmeye başlarlar. Evlerin duvarları emirle beyaza boyanır, 1980 öncesi yazılmış bütün yazılar, sloganlar silinir; boyamayanlar cezalandırılır. Geçmişi çağrıştıran hiçbir şeye izin verilmeyecek, toplumun hafızası tümüyle silinecektir. Düğünler bile izne bağlanır, kurallar getirilir. Çocuklara ‘milli kültüre, örf ve adetlere uygun olmayan’ isimlerin konması yasaklanır. Cadde, sokak, park ve meydan isimleri değiştirilir; ‘milli bütünlüğümüzle bağdaşmayan’ isimlerin yerini Kenan Evren Bulvarı, 12 Eylül Caddesi gibi isimler alır. 
Sokağa çıkma yasağı nedeniyle gece 24.00’ten sonra dışarı çıkılamaz, komşuya dahi gidilemez, devriye gezen askerler sokakta gördüğü herkesi gözaltına alırlar. Gizli genelgelerle siyasetle ilgilendiğinden şüphelenilen kişiler sıkıyönetim komutanlıklarınca izlemeye alınır, fişlemeler yapılır. Bunlar için gerçeklik değil, şüphe ve ihbar yeterlidir. 
Toplumun bütün kurumları ‘sıkı’ bir denetimle kontrol altına alınır, en başta da kitle iletişim araçları medya, sinema ve tiyatrolar. Gazeteler kapatılır, gazeteciler cezaevlerine atılır. Gazeteler askerden gelen talimatlarla yönetilir. Hapse atılan, dava açılan gazeteciler hakkında verilen ceza 3315 yılı geçer.
Filmler, kitaplar artık suç unsurudur; 39 ton kitap, dergi, gazete yakılır ve imha edilir, 937 sinema filmi sakıncalı bulunarak yasaklanır. Yasaklanan, yok edilen filmlerin başında Yılmaz Güney’in bütün filmleri vardır. TRT için Halit Refiğ’in yıllara yayılan yoğun bir emekle çektiği Yorgun Savaşçı dizisi yakılarak imha edilir.
Türkiye Yazarlar Sendikası’nın yöneticileri yasa dışı örgüt kurdukları gerekçesiyle yargılanırlar. ‘Anarşinin kaynağı’ üniversiteler de 12 Eylül’den payına düşeni fazlasıyla alır. 1253 üniversite hocası 3854 öğretmen ‘görülen lüzum üzerine’ işten çıkarılır. Üniversitelerdeki başıbozukluğun ortadan kalkması için İhsan Doğramacı’nın başkanlığında Yüksek Öğretim Kurumu (YÖK) kurulur. Artık bütün üniversiteler YÖK’ten sorulacaktır. Milli Eğitim’de din dersi zorunlu hale getirilir. Türk Dil Kurumu, Türk Tarih Kurumu kapatılır.
12 Eylül günlerinde bütün bunlar yaşanırken 650 bin kişi gözaltına alınır, 230 bin kişi yargılanır. 171 kişi işkenceden ölmüş, 299 kişi cezaevlerinde hayatını yitirmiştir. Çatışma diye sunulan yargısız infazlarda 95 kişi, açlık grevlerinde 14 kişi ölür. 217 kişinin ölümü de kayıtlara ‘kuşkulu’ olarak geçer. 30 bin kişi fişlenip işten çıkarılır, 14 bin kişi vatandaşlıktan atılır. Kanser gibi ağır bir hastalıkla boğuşan ve tedavi için yurt dışına çıkması gereken Ruhi Su’ya yasaklı/sakıncalı olduğu için pasaport verilmez, ölüme mahkûm edilir.
12 Eylül’ün ‘kurumsallaştırdığı’ işkence mekanizmasıysa anlatılır gibi değildir. Doğrudan insan onurunu hedef alan psikolojik ve fiziksel çöküntünün en ağırını, en onmazını yaratmaya çalışan, yarattığı hasarın yıllarca geçmeyeceği, dünya tarihinin en ağır işkenceleri uygulanır gözaltına alınan, tutuklanan insanlara. Gözaltına alınan herkes yaşına, cinsiyetine, suçlu olup olmadığına bakılmaksızın işkenceden geçirilir.
Yurtta ve dünyada barışın savunulması amacıyla yazarların, siyaset ve bilim adamlarının katılımıyla İstanbul’da 1977 yılında kurulan Barış Derneği de 12 Eylül 1980’den sonra kapatılır. Kurucuları ve yöneticileri hakkında dava açılır. 
Yargılananlar arasında Aziz Nesin, Sadun Aren, Jülide Gülizar, Rutkay Aziz, Tarık Akan, Ertuğrul Günay, Turgut Kazan da vardır. Tarihe Türkiye Barış Derneği Davası adıyla geçen dava, ilginç davalardan biridir. Türkiye ve dünya kamuoyunun, ‘barışın yargılanması’ olarak tanımlayıp büyük bir ilgi ile izlediği bu dava, aynı zamanda barışçı düşüncenin, barış düşüncesinin ve barış hareketinin karşılaştığı, dünya düzeyinde sayılı yargılama örneklerinden birini oluşturur. Üç kez yargılanan sanıklar sonunda beraat ederler. Yıllarca süren, sonuçlanmayan davalar açılır o günlerde.
Yaşanan acıların, tahribatın sözcüklerle anlatılmasının imkânsız olduğu ve faşist darbe liderinin “asmayıp da besleyelim mi” dediği günlerde başka bir dünya düşü kuran gencecik insanların asılmasını (yaşı tutmayan Erdal Eren yaşı büyütülerek asılır) Kenan Evren Mehmet Ali Birand’ın 12 Eylül Belgeseli’nde şu cümlelerle anlatır: “İlk idam kararı geldi önümüze, dedik ki sağcı solcu yok, mümkünse bir sağcı bir solcu, iki sağcı iki solcu. Neyse kaç taneyse, ikisini beraber yapalım. Sonra demesinler ki bize sağı tutuyor, solu tutuyor diye töhmet altında kalmayalım. Bir ondan bir ondan yapmak suretiyle infazı onaylıyorduk.”
12 Mart 1971’den 12 Eylül darbesine kadar geçen süreçte toplumsal muhalefetin iktidara aday olacak denli yükselmesi sosyalist-devrimci mücadelenin ülke çapında gelişmesi, yükselmesi, 12 Eylül askeri darbesinin uygulamalarının boyutlarını ve şiddetini de belirlemişti.
Bütün toplumu terörize eden, korkutan sindiren, pasif ve suskun yığınlara dönüştüren darbenin asıl amacı toplumu topyekûn yeniden yapılandırmaktır. Yapılan toplum mühendislikleriyle toplumun genleriyle oynanır. Psikolojik savaş geliştirilir. Yasaklamalar ve yeniden yapılandırma darbenin ilk günlerinden itibaren başlar; günümüzde AKP iktidarlarıyla sürdürülür.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder