08
Kasım 2015
Toplumun
huzurunu ve güvenliğini sağlamak için yapıldığı söylenen darbe, daha ilk
gününden itibaren toplum için çok ciddi bir huzur ve güvenlik sorununa dönüşür.
Kenan Evren 3 Ekim 1984’te Muş’ta yaptığı konuşmada, “Asmayıp da besleyecek
miyiz?” der, gencecik insanları asarlar. Darbeci generaller ve hizmetindekiler
‘yanlış buldukları her şeyi toplum yararına’ değiştirmeye başlarlar. Evlerin
duvarları emirle beyaza boyanır, 1980 öncesi yazılmış bütün yazılar, sloganlar
silinir; boyamayanlar cezalandırılır. Geçmişi çağrıştıran hiçbir şeye izin
verilmeyecek, toplumun hafızası tümüyle silinecektir. Düğünler bile izne
bağlanır, kurallar getirilir. Çocuklara ‘milli kültüre, örf ve adetlere uygun
olmayan’ isimlerin konması yasaklanır. Cadde, sokak, park ve meydan isimleri
değiştirilir; ‘milli bütünlüğümüzle bağdaşmayan’ isimlerin yerini Kenan Evren
Bulvarı, 12 Eylül Caddesi gibi isimler alır.
Sokağa çıkma
yasağı nedeniyle gece 24.00’ten sonra dışarı çıkılamaz, komşuya dahi gidilemez,
devriye gezen askerler sokakta gördüğü herkesi gözaltına alırlar. Gizli
genelgelerle siyasetle ilgilendiğinden şüphelenilen kişiler sıkıyönetim
komutanlıklarınca izlemeye alınır, fişlemeler yapılır. Bunlar için gerçeklik
değil, şüphe ve ihbar yeterlidir.
Toplumun
bütün kurumları ‘sıkı’ bir denetimle kontrol altına alınır, en başta da kitle
iletişim araçları medya, sinema ve tiyatrolar. Gazeteler kapatılır, gazeteciler
cezaevlerine atılır. Gazeteler askerden gelen talimatlarla yönetilir. Hapse
atılan, dava açılan gazeteciler hakkında verilen ceza 3315 yılı geçer.
Filmler,
kitaplar artık suç unsurudur; 39 ton kitap, dergi, gazete yakılır ve imha
edilir, 937 sinema filmi sakıncalı bulunarak yasaklanır. Yasaklanan, yok edilen
filmlerin başında Yılmaz Güney’in bütün filmleri vardır. TRT için Halit
Refiğ’in yıllara yayılan yoğun bir emekle çektiği Yorgun Savaşçı dizisi
yakılarak imha edilir.
Türkiye
Yazarlar Sendikası’nın yöneticileri yasa dışı örgüt kurdukları gerekçesiyle
yargılanırlar. ‘Anarşinin kaynağı’ üniversiteler de 12 Eylül’den payına düşeni
fazlasıyla alır. 1253 üniversite hocası 3854 öğretmen ‘görülen lüzum üzerine’
işten çıkarılır. Üniversitelerdeki başıbozukluğun ortadan kalkması için İhsan
Doğramacı’nın başkanlığında Yüksek Öğretim Kurumu (YÖK) kurulur. Artık bütün
üniversiteler YÖK’ten sorulacaktır. Milli Eğitim’de din dersi zorunlu hale
getirilir. Türk Dil Kurumu, Türk Tarih Kurumu kapatılır.
12 Eylül günlerinde bütün bunlar yaşanırken 650 bin kişi gözaltına alınır, 230
bin kişi yargılanır. 171 kişi işkenceden ölmüş, 299 kişi cezaevlerinde hayatını
yitirmiştir. Çatışma diye sunulan yargısız infazlarda 95 kişi, açlık
grevlerinde 14 kişi ölür. 217 kişinin ölümü de kayıtlara ‘kuşkulu’ olarak
geçer. 30 bin kişi fişlenip işten çıkarılır, 14 bin kişi vatandaşlıktan atılır.
Kanser gibi ağır bir hastalıkla boğuşan ve tedavi için yurt dışına çıkması
gereken Ruhi Su’ya yasaklı/sakıncalı olduğu için pasaport verilmez, ölüme
mahkûm edilir.
12 Eylül’ün ‘kurumsallaştırdığı’ işkence mekanizmasıysa anlatılır gibi
değildir. Doğrudan insan onurunu hedef alan psikolojik ve fiziksel çöküntünün
en ağırını, en onmazını yaratmaya çalışan, yarattığı hasarın yıllarca geçmeyeceği,
dünya tarihinin en ağır işkenceleri uygulanır gözaltına alınan, tutuklanan
insanlara. Gözaltına alınan herkes yaşına, cinsiyetine, suçlu olup olmadığına
bakılmaksızın işkenceden geçirilir.
Yurtta ve
dünyada barışın savunulması amacıyla yazarların, siyaset ve bilim adamlarının
katılımıyla İstanbul’da 1977 yılında kurulan Barış Derneği de 12 Eylül 1980’den
sonra kapatılır. Kurucuları ve yöneticileri hakkında dava açılır.
Yargılananlar
arasında Aziz Nesin, Sadun Aren, Jülide Gülizar, Rutkay Aziz, Tarık Akan,
Ertuğrul Günay, Turgut Kazan da vardır. Tarihe Türkiye Barış Derneği Davası
adıyla geçen dava, ilginç davalardan biridir. Türkiye ve dünya kamuoyunun,
‘barışın yargılanması’ olarak tanımlayıp büyük bir ilgi ile izlediği bu dava,
aynı zamanda barışçı düşüncenin, barış düşüncesinin ve barış hareketinin
karşılaştığı, dünya düzeyinde sayılı yargılama örneklerinden birini oluşturur.
Üç kez yargılanan sanıklar sonunda beraat ederler. Yıllarca süren,
sonuçlanmayan davalar açılır o günlerde.
Yaşanan
acıların, tahribatın sözcüklerle anlatılmasının imkânsız olduğu ve faşist darbe
liderinin “asmayıp da besleyelim mi” dediği günlerde başka bir dünya düşü kuran
gencecik insanların asılmasını (yaşı tutmayan Erdal Eren yaşı büyütülerek
asılır) Kenan Evren Mehmet Ali Birand’ın 12 Eylül Belgeseli’nde şu cümlelerle
anlatır: “İlk idam kararı geldi önümüze, dedik ki sağcı solcu yok, mümkünse bir
sağcı bir solcu, iki sağcı iki solcu. Neyse kaç taneyse, ikisini beraber
yapalım. Sonra demesinler ki bize sağı tutuyor, solu tutuyor diye töhmet
altında kalmayalım. Bir ondan bir ondan yapmak suretiyle infazı onaylıyorduk.”
12 Mart 1971’den 12 Eylül darbesine kadar geçen süreçte toplumsal muhalefetin
iktidara aday olacak denli yükselmesi sosyalist-devrimci mücadelenin ülke
çapında gelişmesi, yükselmesi, 12 Eylül askeri darbesinin uygulamalarının
boyutlarını ve şiddetini de belirlemişti.
Bütün toplumu
terörize eden, korkutan sindiren, pasif ve suskun yığınlara dönüştüren darbenin
asıl amacı toplumu topyekûn yeniden yapılandırmaktır. Yapılan toplum
mühendislikleriyle toplumun genleriyle oynanır. Psikolojik savaş geliştirilir.
Yasaklamalar ve yeniden yapılandırma darbenin ilk günlerinden itibaren başlar;
günümüzde AKP iktidarlarıyla sürdürülür.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder