26
Nisan 2015
1984’e
gelindiğinde kurgu ve yazın dünyasının değil gerçeğin de 84’üne gelmiştik. O
katı, geri dönüşsüz, acımasız gerçekliğin. Yalnız küresel ‘Büyük Abi’nin değil,
yerli-yabancı, ulusal-uluslararası bütün Büyük Abi’lerin, çıkar gruplarının
koca kulağa dönüştüğü herkesin dinlendiği, herkesin dinlediği zamanlara
gelmiştik. Üstelik ‘izlemek’ yalnızca dinlemekle sınırlı kalmıyor, ‘dolu dolu
yaşanıyor’, gözleniyor, gözetleniyorduk da. Hayat Truman Show gibi
yaşanıyordur; artık ‘şov başlamıştır’.
Yaşananlar
bir yanılsama mıdır? Kurgu ya da gerçek nerede başlıyor, nerede bitiyor; kurgu
nedir, gerçek nedir? Ayırt etmek güçtür. Hayat “reality (gerçeklik) show”a
dönüşmüş ya da reality şovlar hayatın kendisi olmuş gibidir. Kolay
benimsenmiştir reality (gerçeklik) show, ‘sanal gerçeklik’ gibi kavramlar. ‘One
man show’lar da sürecin olmazsa olmazı, tamamlayıcısıdır. Her dönem kendi
yıldızlarını yaratır sonuçta. Yeni dünya düzeninin yükselen değerlerinin de
şovmenleri, starları yaratılacaktır.
Değerler,
erdemler değişmiş ‘hırsızlık’, arsızlık, soytarılık baş tacı edilir olmuştur.
60’lı, 70’li yılların naifliği gitmiş, yerini yeni “yükselen değerler”in
yaldızlı çirkinliği almıştır. Anılarımızı ve geçmişteki değerlerimizi de rant
‘malzemesi’ olarak değerlendirebilirdik.
‘Emir-komuta
zinciri’ acımasızlığında yenilgilerin, ihanetin ve yozlaşmanın ışık hızıyla
yaşandığı yıllarda ruhunu, düşlerini, ütopyalarını satışa çıkarıp paraya, ranta
dönüştürenler köşeleri tutmuş, her şey hızla kirlenmişti.
BBG-GÖZETLEME
EVİNDEN POP-STAR AVCILIĞINA
Çok uzak
değil yakın bir zaman önceydi; hepimizin gözü önünde yaşandı her şey. Birlikte
izledik, izlendik, gördük. O hayatların kağıt mendil gibi kullanılıp atıldığını
gördük. Bugün kimsenin umurunda olmayan, adları hatırlanmayan, bugün ne
yaptıkları, ne yaşadıkları (yaşayıp yaşamadıkları) merak da edilmeyen Tülin’i
Caner’i de, kaynana Semra Hanım’ı, oğlu Ata’yı da, Abidin’i, Firdevs’i,
Bayhan’ı da o yıllarda tanıdık. Dramlarına, trajedilerine tanıklık ettik.
BBG evinden
Gelinim Olur musun?’a, Popstar’dan Dokun Bana’ya onlarca yarışma, onlarca
yarışmacı girdi hayatımıza; darbeli Eylülist yıllarda, Özal’dan Erdoğan’a
neoliberal iktidarların yarattığı yıkım günlerinde.
“Her insanın
bir öyküsü vardır,/ama her insanın bir şiiri yoktur” demişti Özdemir Asaf. Daha
önce de yazmış, söylemiştik; herkesin on beş dakika şöhret olmak için kılıktan
kılığa girdiği yılları yaşadık. Hiçbir bedel ödemeden şöhret olmak isteyenlere,
medya zoruyla ‘hikâye’ yaratılmaya çalışıldığı günleri... Günün modasına uygun,
acı soslu bir hikaye oluşturdunuz mu işlem tamamdı. Reytinginiz yüksek,
kazancınız bol oluyordu. Nasılsa her şey paraya ve şöhrete endekslenmiş,
paparazzi kültürü egemen olmuştu bir kez. Acılarımızı da, anılarımızı da bu
uğurda harcayabilir, gösteri dünyasına malzeme olarak sunabilirdik.
Hayatların anlatıldığı, reyting avcısı programlarda bile ne yazık ki böyle yaşandı bu. Kimi kimle kavga ettirirsem, kimin ağzından diğeri için laf alabilirsem reytingim artar düşüncesiyle tuzak sorular sormayı, sömürmeyi, ağlatmayı ‘pazardaki saygınlığını’ artırmak ve banka hesabını şişirmek için ‘başarı’ sayanları gördük.
Hayatların anlatıldığı, reyting avcısı programlarda bile ne yazık ki böyle yaşandı bu. Kimi kimle kavga ettirirsem, kimin ağzından diğeri için laf alabilirsem reytingim artar düşüncesiyle tuzak sorular sormayı, sömürmeyi, ağlatmayı ‘pazardaki saygınlığını’ artırmak ve banka hesabını şişirmek için ‘başarı’ sayanları gördük.
ALACAKARANLIK
KUŞAĞI
Sanat/sanatçı,
sezgisizle-öngörüsüyle yıllar öncesinden görebilmişti tüm bu olan biteni,
olabileceği. Sydney Pollack’ın yönettiği Atları da Vururlar, ABD’de 1930’larda
yaşanan ‘Büyük Ekonomik Buhran’ sırasında çaresiz kalan insanların para ödüllü
bir dans maratonunda onurlarını çiğnetmek pahasına ölümüne yarışmalarını
anlatır.
Horace
McCoy’un 1935 yılında yazdığı aynı adlı romanından uyarlanan film, 1972 yılında
Türkiye’de sinemalarda Son Gerçek, 1979 yılında TRT’de Atları da Vururlar adı
ile gösterilir.
9 dalda aday
gösterildiği Oscar ödüllerinden “En İyi Yardımcı Oyuncu” ödülünü (Gig Young)
kazanan filmin başlıca rollerinde Jane Fonda, Michael Sarrazin, Susannah York,
Gig Young, Red Buttons ve Bruce Dern oynar.
İki saatte
bir verilen on dakikalık molalar dışında, günler, haftalar, aylar boyunca
durmaksızın dans edilen bu maratonu kazanacak çifte, o dönem için bir servet
sayılabilecek bir ödül verilecektir.
Büyük ilgi
çeken, kalabalık bir izleyici topluluğunun izlediği bu maratonda ödül dışında
başka bir şans daha vardır: Ünlü film yapımcıları da yeni yıldızlar bulmak
amacıyla maratonları izlemeye gelmektedir. Yani maraton sırasında keşfedilip, ünlü
ve zengin olma olasılığı vardır.
Her ikisi de
Hollywood’da şansını denemek isteyen ama başarılı olamayan Gloria ve Robert
böyle bir maratonun yapıldığı bir salonda tanışırlar ve Gloria’nın partnerinin,
hastalığı nedeniyle maratona alınmaması üzerine maratona beraber
katılırlar.
Maratonun
düzenleyicisi işbilir Rocky’nin izleyicileri coşturan sunuculuğu eşliğinde
yarışma başlar. Dans eden çiftler için bir yarışma olsa da, Rocky’nin dediği
gibi, izleyiciler için bu bir gösteridir. Tribünleri dolduran izleyiciler,
tıpkı bir at yarışında olduğu gibi, tuttukları çifti desteklemekte, hatta
onlara sponsor bulmakta; umutsuz insanların, sonuçta elde etme umudu
taşıdıkları ödül uğruna, onurlarını, sağlıklarını, hatta yaşamlarını hiçe
sayarak yarıştıkları bu insanlık dışı gösteriyi keyifle, eğlenerek
izlemektedir.
Bu acımasız gösteri gereği, izleyicilerin hoşuna gidecek şekilde her türlü
yalan söylenir, gerçekler gizlenir. Yarışmacılardan halüsinasyon görenler,
aklını yitirenler, ölenler olur. Ama gösteri her şeye rağmen devam eder. Önemli
olan izleyicilerin ne görmek istediğidir. Tüm bu yaşananlar zaten geleceğe dair
hiç umudu olmayan Gloria’nın dengesini alt üst eder. Bacağı kırılmış bir at
gibi acı çeken ve bu yarışmadan, yarışmanın yapıldığı salondan, hatta her şeyden
bir an önce kurtulmak isteyen Gloria için tek bir seçenek vardır. Robert’ten
yaşadığı ızdıraba son vermesi için kendisini vurmasını ister. Zaten sakatlanan
ve acı çeken atları da vurmuyorlar mıydı?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder