23 Mart 2020 Pazartesi

OTOBÜS - 1


20 Eylül 2015
Her yanın karlarla kaplı olduğu, puslu havada yol alan eski otobüs görüntüsüyle başlar film. İçinde kendi halinde, düşünceli, dalgın 9 yolcusu vardır. Bunlar umuda, ‘medeniyete’ yol alan Türkiyelilerdir. Her birinin ayrı hikâyesi olsa da artık aynı hikayenin kahramanlarıdırlar. Kendinden öncekiler gibi, yaşadıkları ülkenin büyük kentlerini görmemişken dilini, kültürünü bilmedikleri ülkelere, kentlere yolculukta buluşup tek dişi kalsa da ‘medeniyete’, refaha, paraya, insan gibi yaşamaya yol aldıklarına inanıyorlardır.
İnsan kaçakçısı şoför direksiyonda keyfi yerinde “ağlama değmez hayat bu gözyaşlarına” şarkısını söylerken bir yandan da otobüstekilere kendince moral vermeye çalışıyordur: “Ulan nasıl da uyuttuk gümrükçüleri beee. Ne ulan öyle dut yemiş bülbül gibi düşünüyorsunuz ha? Kurtuldunuz ulan, medeniyet ulan burası, para lan para…”
Buz tutmuş göl kenarında ihtiyaç molası verdiklerinde çaresizliklerine eklenen ürkeklik yansır her adımlarına. Tahta köprüde ihtiyaç gidermek için yan yana tek sıra dizildiklerinde tam da tellere konmuş göçmen kuşlar gibidirler. İki lokma azık atıştırdıktan sonra biraz eğlenmeyi de ihmal etmezler. Nasılsa yarın işe başlayacaklar, bol para kazanacaklar, bol yemek yiyeceklerdir. Umut fakirin ekmeği sonuçta.
Kimi namazını kılar, kimi tıraşını olur, kimi seyrek de olsa saçını tarar hep birlikte yeni güne hazırlanıp yola koyulurlar. Yola çıkmadan insan kaçakçısı otobüsün önünde hatıra fotoğraflarını çeker. “Makineye bak be, son Amerikan icadı. Bas düğmeye al resmi. Hey gözünü sevdiğimin medeniyeti.”
Stockholm’e ulaştıklarında peşindekileri ve polisi atlatan simsar şoför, otobüsü kentin en büyük meydanına çeker; ‘kurbanlarına’ son numarasını yapıp otobüsü içindekilerle birlikte orada bırakıp kayıplara karışacaktır.
“Hadi bakalım, toslayın paraları, geldik memlekete. Şimdi de herkes geri kalan parasını pasaportunun içine koyup bana versin. Burada adet böyle, polise götürüp yazdırmak lazım. Bozuklukları da unutmayın haa, doldurun şu kesenin içine.” Otobüstekiler tüm paralarını da pasaportlarıyla birlikte son kuruşuna kadar teslim ederler insan kaçakçısına.
“Tamam, polis binası şuracıkta. Paraları kaydettirip, çalışma müsaadesini aldım mı hemen buradayım. Sonra da konuştuğumuz gibi işbaşı.” Otobüsten inip kayıplara karışmadan önce uyarmayı da ihmal etmez: “Ben gelene kadar sakın polislere gözükmeyin, çalışma müsaadesi yok diye atarlar adamı hudut dışına.”
Adam para dolu çantayla alandan ayrılırken, meydanda gitarıyla müzik yapan sokak müzisyeninin çaldığı şarkı duyulur. Pasaportları çöpe atan insan kaçakçısı kalabalığa karışıp gözden kaybolur. Köylerinden başka bir yer görmeyen 9 Türkiyeli kaçak koca kentin koca meydanında hurda bir otobüs içinde kaderleriyle baş başa bırakılmıştır. Sonrası her biri için ayrı bir öykü, ayrı bir film.
Bir yanda medeniyetin beşiğinde tek dişi kalmış canavarın yabancılaştırdığı insanlar/insan ilişkileri, yozlaşmışlıklar, alt kültürün ‘çığırından çıkmış’ yaşam biçimi, diğer yanda medeniyet yüzü görmemiş “Barbar Türk’ün/Türklerin görmemişlikleri, zavallılıkları, “hödüklükleri”.
Tunç Okan’ın 1974 yapımı tartışmalı ve sansürün gazabına uğramış, Danıştay kararıyla gösterim izni alan filmi Otobüs, göç ve mülteci sorununu kara mizah üslupla ele alıyor. Asıl mesleği diş hekimliği olan Tunç Okan’ın ilk filmi. Film kimilerine göre bir başyapıt, kimilerine (örneğin Aziz Nesin) ve sansür kuruluna göre Türklüğü aşağılayan bu ve benzeri nedenlerle başarısız, “kötünün kötüsü” bir film.
Filmle ilgili yapılan bir soruşturmada Onat Kutlar şunları yazar: “… Çarpıcı, ilginç belli standartların üstünde bir film izlemiştim ama beni tedirgin eden bir olay vardı. Bu tedirginliğin bugün çok iyi biliyorum ama nasıl giderileceği konusunda şu anda bir fikrim yok. Bunu zaman gösterecek.
Tedirginliğimin kaynağı şu: filmde homoseksüeller, orospular, aracılar, domuz gibi tıkınan, kendi çıkarlarından başka hiç bir şey düşünmeyen bencillerden, yabancı düşmanlarından oluşan bir ‘batı’ ile hayvansal bir korku içinde, gene hayvansal yönsemelerden (yemek, işemek, korkmak) ibaret bir az gelişmiş ülke köylü topluluğunun çarpıcı karşılaşması anlatılıyor gerçekçilik ile natüralizmin aynı şey olmadığını biliyoruz.
Gene biliyoruz ki, ne günümüzde İsveç, salt yukarda verilenlerden ibarettir, ne de Türk köylüsü salt orada verildiği kadardır. Öyleyse soru şurada: Acaba yönetmen daha geniş bir gerçekliğin belirli bir yönünü, kapitalist iki toplum yapısının çarpıklıklarından doğan unsurların bir karşılaştırmasını mı göstermek istemiş, bu nedenle abartmalara başvurmuştur; yoksa yönetmen, batıyı filmde gördüğümüz biçimde, Türk köylüsüne de gene orada gördüğümüz gibi mi kavramaktadır?
Birincisi gibiyse, yönetmen başarılı bir iş yapmıştır. Hiçbir sanatçı yapıtında gerçeğin tümünü yansıttığını iddia edemez. İkincisi gibiyse, film önemli bir sakatlığa uğramış, ilkel bir bakışı bize kabul ettirmeye çalışan bir gösteri düzeyine inmiş olur. İşte tedirginliğimin nedeni buydu. Filmi beğenen batılı ya da Türk aydınlarının tepkileri de bu tedirginliği gideremedi çünkü onlarda ‘bu eksik gerçekliğe’ kendi kültürel ve ideolojik birikimlerine yaslanarak bakıyorlar. Bilinçli aydınlar filmde yukarıdaki birinci yorumu buluyorlar. Bilinçsizler ise, filmdeki ‘yoz bir batı ile ilkel bir doğu arasındaki zıtlığa’ bakıp eğleniyorlar mı? (Milliyet Sanat. 19 Aralık 1977)
Filmi “kötünün kötüsü” olarak niteleyen Aziz Nesin de özetle şunları söyler: “Olağanüstü başarılı çekim. Olağanüstü başarılı kamera kullanımı. Olağanüstü başarılı kurgu. Olağanüstü başarılı laboratuar çalışması ve montaj, çok güzel renkler ve olağanüstü güzel müzik ve başarılı oyuncular… İşte bütün bu olağanüstü başarılar ve güzellikler; ‘Otobüs’ filminin olağanüstü kötü ve çirkin özünü, yanlışlığını kimi gözlerden gizleyebilen bir örtü oluyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder