20
Eylül 2015
Her yanın
karlarla kaplı olduğu, puslu havada yol alan eski otobüs görüntüsüyle başlar
film. İçinde kendi halinde, düşünceli, dalgın 9 yolcusu vardır. Bunlar umuda,
‘medeniyete’ yol alan Türkiyelilerdir. Her birinin ayrı hikâyesi olsa da artık
aynı hikayenin kahramanlarıdırlar. Kendinden öncekiler gibi, yaşadıkları
ülkenin büyük kentlerini görmemişken dilini, kültürünü bilmedikleri ülkelere,
kentlere yolculukta buluşup tek dişi kalsa da ‘medeniyete’, refaha, paraya,
insan gibi yaşamaya yol aldıklarına inanıyorlardır.
İnsan kaçakçısı şoför direksiyonda keyfi yerinde “ağlama değmez hayat bu
gözyaşlarına” şarkısını söylerken bir yandan da otobüstekilere kendince moral
vermeye çalışıyordur: “Ulan nasıl da uyuttuk gümrükçüleri beee. Ne ulan öyle
dut yemiş bülbül gibi düşünüyorsunuz ha? Kurtuldunuz ulan, medeniyet ulan
burası, para lan para…”
Buz tutmuş göl kenarında ihtiyaç molası verdiklerinde çaresizliklerine eklenen
ürkeklik yansır her adımlarına. Tahta köprüde ihtiyaç gidermek için yan yana
tek sıra dizildiklerinde tam da tellere konmuş göçmen kuşlar gibidirler. İki
lokma azık atıştırdıktan sonra biraz eğlenmeyi de ihmal etmezler. Nasılsa yarın
işe başlayacaklar, bol para kazanacaklar, bol yemek yiyeceklerdir. Umut fakirin
ekmeği sonuçta.
Kimi namazını kılar, kimi tıraşını olur, kimi seyrek de olsa saçını tarar hep
birlikte yeni güne hazırlanıp yola koyulurlar. Yola çıkmadan insan kaçakçısı
otobüsün önünde hatıra fotoğraflarını çeker. “Makineye bak be, son Amerikan
icadı. Bas düğmeye al resmi. Hey gözünü sevdiğimin medeniyeti.”
Stockholm’e
ulaştıklarında peşindekileri ve polisi atlatan simsar şoför, otobüsü kentin en
büyük meydanına çeker; ‘kurbanlarına’ son numarasını yapıp otobüsü
içindekilerle birlikte orada bırakıp kayıplara karışacaktır.
“Hadi
bakalım, toslayın paraları, geldik memlekete. Şimdi de herkes geri kalan
parasını pasaportunun içine koyup bana versin. Burada adet böyle, polise
götürüp yazdırmak lazım. Bozuklukları da unutmayın haa, doldurun şu kesenin
içine.” Otobüstekiler tüm paralarını da pasaportlarıyla birlikte son kuruşuna
kadar teslim ederler insan kaçakçısına.
“Tamam, polis binası şuracıkta. Paraları kaydettirip, çalışma müsaadesini aldım
mı hemen buradayım. Sonra da konuştuğumuz gibi işbaşı.” Otobüsten inip
kayıplara karışmadan önce uyarmayı da ihmal etmez: “Ben gelene kadar sakın
polislere gözükmeyin, çalışma müsaadesi yok diye atarlar adamı hudut dışına.”
Adam para
dolu çantayla alandan ayrılırken, meydanda gitarıyla müzik yapan sokak
müzisyeninin çaldığı şarkı duyulur. Pasaportları çöpe atan insan kaçakçısı
kalabalığa karışıp gözden kaybolur. Köylerinden başka bir yer görmeyen 9
Türkiyeli kaçak koca kentin koca meydanında hurda bir otobüs içinde
kaderleriyle baş başa bırakılmıştır. Sonrası her biri için ayrı bir öykü, ayrı
bir film.
Bir yanda
medeniyetin beşiğinde tek dişi kalmış canavarın yabancılaştırdığı
insanlar/insan ilişkileri, yozlaşmışlıklar, alt kültürün ‘çığırından çıkmış’
yaşam biçimi, diğer yanda medeniyet yüzü görmemiş “Barbar Türk’ün/Türklerin
görmemişlikleri, zavallılıkları, “hödüklükleri”.
Tunç Okan’ın
1974 yapımı tartışmalı ve sansürün gazabına uğramış, Danıştay kararıyla
gösterim izni alan filmi Otobüs, göç ve mülteci sorununu kara mizah üslupla ele
alıyor. Asıl mesleği diş hekimliği olan Tunç Okan’ın ilk filmi. Film kimilerine
göre bir başyapıt, kimilerine (örneğin Aziz Nesin) ve sansür kuruluna göre
Türklüğü aşağılayan bu ve benzeri nedenlerle başarısız, “kötünün kötüsü” bir
film.
Filmle ilgili
yapılan bir soruşturmada Onat Kutlar şunları yazar: “… Çarpıcı, ilginç belli
standartların üstünde bir film izlemiştim ama beni tedirgin eden bir olay
vardı. Bu tedirginliğin bugün çok iyi biliyorum ama nasıl giderileceği
konusunda şu anda bir fikrim yok. Bunu zaman gösterecek.
Tedirginliğimin
kaynağı şu: filmde homoseksüeller, orospular, aracılar, domuz gibi tıkınan,
kendi çıkarlarından başka hiç bir şey düşünmeyen bencillerden, yabancı
düşmanlarından oluşan bir ‘batı’ ile hayvansal bir korku içinde, gene hayvansal
yönsemelerden (yemek, işemek, korkmak) ibaret bir az gelişmiş ülke köylü
topluluğunun çarpıcı karşılaşması anlatılıyor gerçekçilik ile natüralizmin aynı
şey olmadığını biliyoruz.
Gene
biliyoruz ki, ne günümüzde İsveç, salt yukarda verilenlerden ibarettir, ne de
Türk köylüsü salt orada verildiği kadardır. Öyleyse soru şurada: Acaba yönetmen
daha geniş bir gerçekliğin belirli bir yönünü, kapitalist iki toplum yapısının
çarpıklıklarından doğan unsurların bir karşılaştırmasını mı göstermek istemiş,
bu nedenle abartmalara başvurmuştur; yoksa yönetmen, batıyı filmde gördüğümüz
biçimde, Türk köylüsüne de gene orada gördüğümüz gibi mi kavramaktadır?
Birincisi
gibiyse, yönetmen başarılı bir iş yapmıştır. Hiçbir sanatçı yapıtında gerçeğin
tümünü yansıttığını iddia edemez. İkincisi gibiyse, film önemli bir sakatlığa
uğramış, ilkel bir bakışı bize kabul ettirmeye çalışan bir gösteri düzeyine
inmiş olur. İşte tedirginliğimin nedeni buydu. Filmi beğenen batılı ya da Türk
aydınlarının tepkileri de bu tedirginliği gideremedi çünkü onlarda ‘bu eksik
gerçekliğe’ kendi kültürel ve ideolojik birikimlerine yaslanarak bakıyorlar.
Bilinçli aydınlar filmde yukarıdaki birinci yorumu buluyorlar. Bilinçsizler
ise, filmdeki ‘yoz bir batı ile ilkel bir doğu arasındaki zıtlığa’ bakıp
eğleniyorlar mı? (Milliyet Sanat. 19 Aralık 1977)
Filmi
“kötünün kötüsü” olarak niteleyen Aziz Nesin de özetle şunları söyler:
“Olağanüstü başarılı çekim. Olağanüstü başarılı kamera kullanımı. Olağanüstü
başarılı kurgu. Olağanüstü başarılı laboratuar çalışması ve montaj, çok güzel
renkler ve olağanüstü güzel müzik ve başarılı oyuncular… İşte bütün bu
olağanüstü başarılar ve güzellikler; ‘Otobüs’ filminin olağanüstü kötü ve
çirkin özünü, yanlışlığını kimi gözlerden gizleyebilen bir örtü oluyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder