22 Mart 2020 Pazar

FAİLİ MEÇHUL, FAİLİ MEŞHUR, FAİLİ DEVLET


 26 Ekim 2014
Geçen haftaki yazımızda adı geçenlerin tamamı* ve orada adı geçmeyen fakat bildiğimiz daha onlarca isim, insanların kısaca ‘derin Devlet’ dedikleri altmış yıldır bu topraklarda kontrgerilla faaliyetleri yürüten özel harp yapılanmasının kadrolarını oluşturuyordu. Varlıklarıyla, yaptıklarıyla son derece sığ ve yüzeyde olan bu devlet yapılanmasının karanlık, kirli ilişkiler ağı ‘dokunulamayacak’ kadar derindeydi yalnızca.
Susurlukta açığa çıkan yapılanmaya dokunmayan devletin, 17 Aralıkta açığa çıkan yolsuzluklar dosyasında adı geçenlere dokunmamasına, ilişkiler ağını karartmasına, iddiaları, davayı buharlaştırmasına şaşırmak abesle iştigal olur. Çalışanın, halkın parası asalakların, kan emicilerin, bu kirli yapılarda bal tutanların parmağına sunuluyor.
PRESS: GAZETECİ OLMAK
1950’lerden bu yana yaşanan toplumsal dönüşümler, bu dönüşümler içinde özel harp yapılanmalarının kontrgerilla faaliyetleri ve bunların sinemaya, televizyon dizilerine yansımaları üzerine yaptığımız yolculukta 90’lı yıllar durağına gelmiştik. Sıcak bölgede hayatta kalmanın devlet yanlısı olma, devlet adına kurşun sıkma, kurşun yeme şartına bağlandığı yıllar. Hayatın garip rastlantısı bu satırları yazdığım sırada, ülkede de 90’lı yıllar koşullarına benzer gelişmeler yaşanıyor, 90’lı yıllara dönüldüğü yazılıp söyleniyordu.
O esnada, önce o karanlık ve kanlı yılların Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş’in, sonra da 90’lı yıllarda işlenen faili meçhul cinayetler ve yargısız infazların sorumlusu olan JİTEM’in kurucusu ve Ergenekon sanığı Arif Doğan’ın ölüm haberleri yansıdı medyaya.
Evrensel’de yer alan “Gazetecilere ‘90’lı yıllar’ baskısı” başlıklı haberde “Kobanê’ye destek eylemlerinin yaygınlaşmasıyla birlikte birçok yerde haber takibi yapan gazetecilere yönelik baskılar da arttı. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ve AKP yetkililerinin gazetecileri hedef alan sözleri ise polisi ve bazı grupları harekete geçirdi. Gazeteciler üzerindeki baskı ‘90’lı yılları aratmazken en acı haber Adana’dan geldi. Gündem ve Azadîya Welat Dağıtımcısı Kadri Bağdu yine ‘90’lı yıllara benzer bir yöntemle katledildi.” yazıyordu.
Gazeteci Vecdi Erbay da “Baskının en görünür olduğu dönem 1990’lı yıllardı. Bu dönem onlarca gazeteci katledildi, gazete binaları bombalandı, gazeteler kapatıldı. Adana’da yaşanan Kadri Bağdu cinayetinin ve basın üzerindeki diğer baskıların ‘90’lı yıllardaki kirli savaş dönemini hatırlatıyor.” diyordu.
Sedat Yılmaz’ın yönettiği Press (2010) adlı film, bizi ülkenin karanlık dönemlerinden 90’lı yıllara götürüyordu. “Diyarbakır’da yaşanan insan hakkı ihlallerini haber yapan bir grup gazeteci, olan biteni duyurmaya çalışıyordur. İstanbul’da çıkan Gündem gazetesinin Diyarbakır şubesinde çalışan 7 kişiden biri olan Faysal, orduyla bağlantısı olan bir çetenin izine rastlar. Birçok faili meçhul cinayetin zanlısıdır bu kişi. Haberden sonra ölüm tehditleri almaya başlayan Faysal korkmadan bu haberin ve çetenin peşine düşer. Fakat ‘gazetecilik yapabilmesinin önünde başta teknik olanaksızlıklar olmak üzere pek çok engel vardır; önlerine çıkan tüm engelleri aşmak zorundadır.
Cem Karaca Bindik Bi Alamete Gedeyoz Gıyamete şarkısında “Biz dön baba dönelim/ Geliyoz aynı yere/ Bu döngü kısır döngü/ Başı varda sonu yok/ Dönüyom dönemiyom/ Sonunda bir cıgış yok” demişti. Devleti yönetenler, yıllar sonra yine aynı yere gelmeyi, o yıllardaki gibi devlet terörüne sarılmayı seçiyordu.
Cumhuriyet tarihi boyunca yaşanan toplumsal dönüşümler, sancılı yıllarda yaşananlar sinemada karşılık bulamıyor, kurgu dünyasına yansımıyordu. Sinema ‘kayda değer’i kayda alma sanatıysa bu ülkede yaşanan onca şeyi kayda değer bulmamıştı sinemacılar. Örneğin 1915’te Ermeni toplumunun yaşadıkları, Kızıldere’de katledilen Mahir Çayan ve arkadaşlarının yaşadıkları, 16 Mart, kanlı 1 Mayıs, faili meçhuller/kayıplar, onlarca yıldır sürdürülen kirli savaş, 90’lı yıllar; Musa Anter ve öldürülen aydınlar, sanatçılar, 22 Eylül darbesiyle idam edilenler…
IŞIKLAR SÖNMESİN LO
Hilmi Maktav, “Vatan, Millet, Sinema” başlıklı yazısında şöyle diyordu; “Türk sineması askerî darbelerle hesaplaşmayı başaramamıştır. Türkiye’nin son yirmi beş-otuz yılına damgasını vuran Kürt meselesinin ve Güneydoğu’da yaşanan savaşın sinema tarihinde nasıl bir iz bırakacağını, söylemek içinse belki henüz erken bir tarih. Ama uzun yıllar Güneydoğu’ya, -her ne kadar ‘Kürt’ kimliği açıkça belirtilmese de- ya ‘medeniyetten uzak’ karakterlerle, dağ kanunlarıyla, çetelerle özdeşleştirilen fütursuz göndermeler yapan veya sadece törelerin veya kaçakçılığın fon olarak kullanıldığı melodramların içinden ‘oryantalist’ bir bakışla yaklaşan Türk sinemasında, bu bakışın kırıldığını söyleyebiliriz. PKK gerillası Seydo ile Yüzbaşı Murat’ın çetin doğa koşulları altında giriştikleri mücadeleyi anlatan Işıklar Sönmesin (Reis Çelik/1996) resmî ideolojiden fazlasını içermiyordu belki.
Kürt köylerindeki yoksul halka ve çocuklara gösterdiği ilgiyle tıpkı Şafak Bekçileri’nin jet pilotu Göksel Akıncı gibi, Yüzbaşı Murat da Türk Ordusu’nun ideal askeridir. Bir kimlik savaşı verdiklerini söyleyen Seydo’ya ‘Yüzlerce yıldır beraber yaşayan iki toplumun kurduğu devleti bölmeye çalışmanın haklı bir dava olamayacağı’ cevabını verir, gerillaların ‘bizi vur’ talebini ise ‘Ben infaz memuru değilim. Suçunuzun hesabını yargı önünde vereceksiniz. Eşkıya kanunu ile devlet hukukunu bir mi tutuyorsun’ diyerek reddeder. ‘Ülkenin devleti ve milleti ile bölünmezliğinin’ sembolü olan Yüzbaşı Murat, TSK’nin Güneydoğu’daki savunusunu yaparken devletin söylemini kullanmaktadır, ama bir Kürt karakter siyasi kimliği ile sinemaya girmiştir. Reis Çelik bu savaştan dolayı aslında hiç kimsenin mutlu olmadığının ve ortak insani duyarlılıkların altını çizmek istemiştir. Ne var ki ‘Güneydoğu’daki savaşın ‘kirli yüzü’ gösterilmez Işıklar Sönmesin’de. (Birikim Dergisi, Sayı 207)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder