26 Ekim 2014
Geçen haftaki
yazımızda adı geçenlerin tamamı* ve orada adı geçmeyen fakat bildiğimiz daha
onlarca isim, insanların kısaca ‘derin Devlet’ dedikleri altmış yıldır bu
topraklarda kontrgerilla faaliyetleri yürüten özel harp yapılanmasının
kadrolarını oluşturuyordu. Varlıklarıyla, yaptıklarıyla son derece sığ ve
yüzeyde olan bu devlet yapılanmasının karanlık, kirli ilişkiler ağı
‘dokunulamayacak’ kadar derindeydi yalnızca.
Susurlukta açığa çıkan yapılanmaya dokunmayan devletin, 17 Aralıkta açığa çıkan
yolsuzluklar dosyasında adı geçenlere dokunmamasına, ilişkiler ağını
karartmasına, iddiaları, davayı buharlaştırmasına şaşırmak abesle iştigal olur.
Çalışanın, halkın parası asalakların, kan emicilerin, bu kirli yapılarda bal
tutanların parmağına sunuluyor.
PRESS:
GAZETECİ OLMAK
1950’lerden
bu yana yaşanan toplumsal dönüşümler, bu dönüşümler içinde özel harp
yapılanmalarının kontrgerilla faaliyetleri ve bunların sinemaya, televizyon
dizilerine yansımaları üzerine yaptığımız yolculukta 90’lı yıllar durağına
gelmiştik. Sıcak bölgede hayatta kalmanın devlet yanlısı olma, devlet adına
kurşun sıkma, kurşun yeme şartına bağlandığı yıllar. Hayatın garip rastlantısı
bu satırları yazdığım sırada, ülkede de 90’lı yıllar koşullarına benzer
gelişmeler yaşanıyor, 90’lı yıllara dönüldüğü yazılıp söyleniyordu.
O esnada, önce o karanlık ve kanlı yılların Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş’in,
sonra da 90’lı yıllarda işlenen faili meçhul cinayetler ve yargısız infazların
sorumlusu olan JİTEM’in kurucusu ve Ergenekon sanığı Arif Doğan’ın ölüm
haberleri yansıdı medyaya.
Evrensel’de yer alan “Gazetecilere ‘90’lı yıllar’ baskısı” başlıklı haberde
“Kobanê’ye destek eylemlerinin yaygınlaşmasıyla birlikte birçok yerde haber
takibi yapan gazetecilere yönelik baskılar da arttı. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın
ve AKP yetkililerinin gazetecileri hedef alan sözleri ise polisi ve bazı
grupları harekete geçirdi. Gazeteciler üzerindeki baskı ‘90’lı yılları
aratmazken en acı haber Adana’dan geldi. Gündem ve Azadîya Welat Dağıtımcısı
Kadri Bağdu yine ‘90’lı yıllara benzer bir yöntemle katledildi.” yazıyordu.
Gazeteci
Vecdi Erbay da “Baskının en görünür olduğu dönem 1990’lı yıllardı. Bu dönem
onlarca gazeteci katledildi, gazete binaları bombalandı, gazeteler kapatıldı.
Adana’da yaşanan Kadri Bağdu cinayetinin ve basın üzerindeki diğer baskıların
‘90’lı yıllardaki kirli savaş dönemini hatırlatıyor.” diyordu.
Sedat
Yılmaz’ın yönettiği Press (2010) adlı film, bizi ülkenin karanlık dönemlerinden
90’lı yıllara götürüyordu. “Diyarbakır’da yaşanan insan hakkı ihlallerini haber
yapan bir grup gazeteci, olan biteni duyurmaya çalışıyordur. İstanbul’da çıkan
Gündem gazetesinin Diyarbakır şubesinde çalışan 7 kişiden biri olan Faysal,
orduyla bağlantısı olan bir çetenin izine rastlar. Birçok faili meçhul
cinayetin zanlısıdır bu kişi. Haberden sonra ölüm tehditleri almaya başlayan
Faysal korkmadan bu haberin ve çetenin peşine düşer. Fakat ‘gazetecilik
yapabilmesinin önünde başta teknik olanaksızlıklar olmak üzere pek çok engel
vardır; önlerine çıkan tüm engelleri aşmak zorundadır.
Cem Karaca
Bindik Bi Alamete Gedeyoz Gıyamete şarkısında “Biz dön baba dönelim/ Geliyoz
aynı yere/ Bu döngü kısır döngü/ Başı varda sonu yok/ Dönüyom dönemiyom/
Sonunda bir cıgış yok” demişti. Devleti yönetenler, yıllar sonra yine aynı yere
gelmeyi, o yıllardaki gibi devlet terörüne sarılmayı seçiyordu.
Cumhuriyet
tarihi boyunca yaşanan toplumsal dönüşümler, sancılı yıllarda yaşananlar
sinemada karşılık bulamıyor, kurgu dünyasına yansımıyordu. Sinema ‘kayda
değer’i kayda alma sanatıysa bu ülkede yaşanan onca şeyi kayda değer bulmamıştı
sinemacılar. Örneğin 1915’te Ermeni toplumunun yaşadıkları, Kızıldere’de
katledilen Mahir Çayan ve arkadaşlarının yaşadıkları, 16 Mart, kanlı 1 Mayıs,
faili meçhuller/kayıplar, onlarca yıldır sürdürülen kirli savaş, 90’lı yıllar;
Musa Anter ve öldürülen aydınlar, sanatçılar, 22 Eylül darbesiyle idam
edilenler…
IŞIKLAR
SÖNMESİN LO
Hilmi Maktav,
“Vatan, Millet, Sinema” başlıklı yazısında şöyle diyordu; “Türk sineması askerî
darbelerle hesaplaşmayı başaramamıştır. Türkiye’nin son yirmi beş-otuz yılına
damgasını vuran Kürt meselesinin ve Güneydoğu’da yaşanan savaşın sinema
tarihinde nasıl bir iz bırakacağını, söylemek içinse belki henüz erken bir tarih.
Ama uzun yıllar Güneydoğu’ya, -her ne kadar ‘Kürt’ kimliği açıkça belirtilmese
de- ya ‘medeniyetten uzak’ karakterlerle, dağ kanunlarıyla, çetelerle
özdeşleştirilen fütursuz göndermeler yapan veya sadece törelerin veya
kaçakçılığın fon olarak kullanıldığı melodramların içinden ‘oryantalist’ bir
bakışla yaklaşan Türk sinemasında, bu bakışın kırıldığını söyleyebiliriz. PKK
gerillası Seydo ile Yüzbaşı Murat’ın çetin doğa koşulları altında giriştikleri
mücadeleyi anlatan Işıklar Sönmesin (Reis Çelik/1996) resmî ideolojiden
fazlasını içermiyordu belki.
Kürt
köylerindeki yoksul halka ve çocuklara gösterdiği ilgiyle tıpkı Şafak
Bekçileri’nin jet pilotu Göksel Akıncı gibi, Yüzbaşı Murat da Türk Ordusu’nun
ideal askeridir. Bir kimlik savaşı verdiklerini söyleyen Seydo’ya ‘Yüzlerce
yıldır beraber yaşayan iki toplumun kurduğu devleti bölmeye çalışmanın haklı
bir dava olamayacağı’ cevabını verir, gerillaların ‘bizi vur’ talebini ise ‘Ben
infaz memuru değilim. Suçunuzun hesabını yargı önünde vereceksiniz. Eşkıya kanunu
ile devlet hukukunu bir mi tutuyorsun’ diyerek reddeder. ‘Ülkenin devleti ve
milleti ile bölünmezliğinin’ sembolü olan Yüzbaşı Murat, TSK’nin Güneydoğu’daki
savunusunu yaparken devletin söylemini kullanmaktadır, ama bir Kürt karakter
siyasi kimliği ile sinemaya girmiştir. Reis Çelik bu savaştan dolayı aslında
hiç kimsenin mutlu olmadığının ve ortak insani duyarlılıkların altını çizmek
istemiştir. Ne var ki ‘Güneydoğu’daki savaşın ‘kirli yüzü’ gösterilmez Işıklar
Sönmesin’de. (Birikim Dergisi, Sayı 207)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder