9 Haziran 2014
Geçen haftaki
yazımıza şu cümlelerle başlamıştık: “Yeşilçam “Türk Sineması”ydı; hep öyle
adlandırıldı, anıldı. İlk dönemlerinde “yerli sinema” diye de tanımlandı uzunca
bir süre. Filmler yerli film (Türk filmi)-yabancı film (ecnebi filmi) diye
tanımlanırdı.”
Siyasal-toplumsal alanda yaşanan kimlik tartışmaları kültürel alanda da kimlik
üzerinden yeni tartışmaların yolunu açtı. Çeşitli alanlarda da ‘eski
tartışmaları’ yeniden gündeme getirerek adlandırmalar, tanımlamalar,
kavramsallaştırmalar üzerine söylenen yeni sözleri, kurulan yeni cümleleri
gündeme taşıdı. Ulus sineması mı, ülke sineması mı?
‘TÜRK
SİNEMASI’ MI ‘TÜRKİYE SİNEMASI’ MI?
Kimlik, ulus,
‘ulus devlet’ üzerinden yürüyen tanımlama, kavramsallaştırma tartışmalarının
sinema alanında da bir karşılığı var. Örneğin “Cannes’da Türkiyeli yönetmene
ödül” başlığıyla bir haber yaptığınızda (Cümleyi “ödülünü Amerikalı yönetmenin
elinden aldı” diye kurduğunuzda “Hayır Amerikalı değil Kızılderili, İtalyan
kökenli v.b. diye itiraz edilmezken) “Türkiyeli değil Türk yönetmen” diyen
itiraz cümleleri kurulabiliyor ya da ‘Türk Sineması’ dendiğinde ‘Türk’
kavramının etnik vurgusu nedeniyle “Türk değil Türkiye Sineması demek daha
kapsayıcı” denebiliyor.
Türk sineması
ya da Türkiye sineması; iki tanımlama da haklılık/doğruluk içerdiği kadar
benzer eksiklikleri, açmazları, yapaylıkları da taşıyor denebilir. 1950’li
yılların başından itibaren seyirciden karşılık bulan sinemacılar onların
beklentilerine, beğeni düzeylerine göre filmler üretmeyi çoğaltır. Aslında bu
yöneliş bilinçli, teorik yaklaşımlarla, değerlendirmelerle olmamıştır.
Kendiliğinden, el yordamıyla, etki-tepki ilişkisi sonucu oluşmuştur. Türkiye’de
sinema, yaşanan siyasal-toplumsal dönüşümlerin etkisiyle yazılı kuralları
olmayan, bilinmeyenler içinde el yordamıyla deneye yanıla kendiliğinden oluşan
yeni dönemine girer.
Bu, Yeşilçam Sineması dönemidir. Yeşilçam dönemi filmlerine yabancı filmler,
örneğin popüler ticari kanadına Amerikan ve Mısır filmleri etki ederken,
Yeşilçam dışı arayışlarda da Avrupa sinemasının etkileri görülür. Bütün bu
etkilere, taklitlere karşın Yeşilçam dönemi, kendi toplumunun kültürel kimliğiyle
oluşur.
Yine bu
dönemde, yabancı filmler de dublaj sayesinde ‘yerlileştirilir’. Dublajda
çeviriden ziyade bir dönüştürme, yerlileştirme yaşanır. Mısır filmlerinde
şarkılar yeniden Türkiyelileştirilirken, bir Amerikan filminde kovboy Münir
Nurettin’in sesinden şarkı söyleyebilir; Ferdi Tayfur’un dublaj başarısıyla
Lorel-Hardi bir anlamda yerli kahramanlara dönüşür. Yabancı filmlerin yerli
kopyaları, taklitleri yapılırken film tamamen yerli filme dönüştürülür.
60’lı, 70’li
yılların dergilerine baktığımızda, sinema aydınlarının, yazarların sinema
kuramıyla, kavramlarıyla, sinema kültürüyle yakından ilgili olduklarını
görebiliriz. 60’lı yılların popüler sinema dergilerine baktığımızda bile
sinemanın sorunlarını tartışan dosyalara rastlayabiliriz. 70’li yıllarda da
yayınlanan dergilerde sinemanın tartışıldığı yazılar ağırlıktadır.
Sinema tarihimiz içinde yaşanan en önemli tartışma, kökleri 50’li yılların ikinci yarısında başlayıp 60’ların ortalarına kadar süren, daha sonraki yıllardaki tartışmaları, saflaşmaları da etkileyen “Ulusal Sinema” tartışmalarıdır. Ulusal sinemacılar ve Sinematek Derneği çevresi arasında yaşanan bu saflaşma ve tartışma “Ulusal sinema” tartışması olarak geçer kayıtlara. Halit Refiğ, Metin Erksan, Atıf Yılmaz, Duygu Sağıroğlu gibi yönetmenlerle anılan, teorisyenliğini daha çok Halit Refiğ’in yaptığı “ulusal sinema” tezini savunanlarla, daha sonra çoğu Türk Sinematek Derneği çevresinde toplanan aydınlar, sinema eleştirmenleri arasında yaşanan tartışma kimi zaman oldukça sert ve acımasız yaşanır. Halit Refiğ o döneme ait yazılarını “Ulusal Sinema Kavgası” adını verdiği kitabında toplar.
“Bir taraftan Türk sinemacıları, bir taraftan da sinema meraklısı okul
çağındaki gençler ile temaslarımız arttı. Hedefimiz her şeyden önce Türk
sinemasıydı. Türk sinemasını tanımak, Türk sinemasının meselelerini Türk
sinemacılarının ağızlarından öğrenmek, eserleri üzerindeki görüşlerimizi
kendileriyle tartışmak için bizim evde on beş günde bir toplantılar
tertiplemeye başladık. Her toplantıda belli bir film üzerinde görüşüyorduk. Bu
toplantılara katılanlar arasında Metin Erksan, Atıf Yılmaz, Memduh Ün, Osman
Seden gibi rejisörler, Semih Tuğrul, Tuncan Okan gibi yazarlar ve Erdoğan
Tokatlı, Alp Zeki Heper, Cengiz Tacer, Baykan Sezer gibi Galatasaray Lisesi sinema
kulübü üyeleri vardı.
(…) Nitekim 1959 yılı sinemacı-eleştirmeci işbirliğinin en yüksek noktasına
vardı. Lütfi Akad, Attila İlhan ile ‘Yalnızlar Rıhtımı’nı, Osman Seden, Tarık
Dursun Kakınç ile ‘Düşman Yolları Kesti’, Atıf Yılmaz benimle ‘Karacaoğlan’ın
Kara Sevdası’ filmlerinin yapımına girişti.” (Halit Refiğ, Ulusal Sinema
Kavgası)
Yaptığımız
sohbetlerden birinde şunları söylemişti Halit Refiğ; “Türkiye’nin sosyal yapısı
ile özellikle bu sosyal kuralların dünyaya yayıldığı Batı ülkelerinin sosyal
yapısı arasında önemli farklılıklar olduğunu gördükçe, ben genel olarak
toplumlar üzerindeki ilgimi özel olarak Türk toplumu üzerine dönüştürdüm. Bu
süreç içinde, Türk toplumundaki farklı kültürel özellikleri kavramak benim
yaptığım filmlerde de ulusal gerçekçilik özelliğini daha ağırlıklı, daha
bilinçli hale getirdi. Onun için, 60’lı yılların ikinci yarısından itibaren ben
kendi yaklaşımımı adlandırırken, toplumsal gerçekçilik yerine ulusal
gerçekçilik kavramını kullanmayı daha doğru bulmaya başladım. Aslında benim
tavrımda çok büyük bir değişiklik olmadı. Ben aynı tavrı bir ölçüde
geliştirerek devam etmeye çalıştım. Her ülke için geçerli olan, mutlak biçimde
birbirine benzeyen sosyal kanunlar olmadığı, her ülkenin kendine özgü sosyal
özellikleri olduğu gerçeğini idrak ettikten sonra kavramlarda, yaklaşımlarda
farklılıklar meydana geldi.”
Halit
Refiğ’in son cümlesinden yola çıkarak da bir ulus sineması tanımı yerine bir
bütün olarak ülke sinemasından söz edilebilir. Türkiye sineması ve bu sinema
içinde, “Türk Sineması”, “Kürt Sineması” v.b.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder