20 Temmuz
2014
Çok yönlü
sinemacılardandı Cüneyt Arkın. Öykücü, şair, senaryo yazarı, yönetmen,
oyuncu... Farklı zamanlarda sohbet edebilme, söyleşi yapma olanağı bulmuştum
Cüneyt Arkın’la. Sinema öncesi dönemde hikâye ve şiirler yazıyordur. Bu konuda
kendini Cemal Süreya’nın ve İkinci Yeni’nin öğrencisi sayıyor.
Söyleşilerimizden birinde şunları söylemişti:
“Bozkırda büyüdüm, üç ay bostan bekçiliği yapardım. Çok uzaktan bir kara tren
geçer, ona koşardım. Yalnızlığımı azaltacak bir şeydi o. Otlar, bozkır
hayvanları, yıldızlar, güneş, kuşlar dostumdu. O bozkırın hüznü, kederi
yalnızlığı insanın içini öylesine zenginleştiriyor ki, hissediyorsunuz,
tefekküre dalıyorsunuz. Ben daha çok hikâye yazdığım için, şiirlerimi Erde Us
adıyla yayınlıyordum. Varlık’ta epey çıktı.”
Cüneyt
Arkın’ın Fahrettin Cüreklibatır olarak öyküsü, 1937 yılının Eylül ayında
Eskişehir’de başlar. İlk anıları ablasının melankolik şarkıları, babasının
akşamüstleri bahçeyi sularken içtiği rakıya karışan kızgın toprağın, güneşin ve
çiçeklerin kokusu olur. Topuklarına kadar uzun saçları olan annesinin gizli
gizli ağlamaları da ilk anımsamaları arasındadır.
Sonraki yıllarda sinema serüvenindeki çizgisini de, dünya görüşünü de
belirleyen belki de çocukluğunun kış gecelerinde dinlediği menkıbelerdir.
Kahramanlık üzerinedir bu menkıbeler. Kanatlı bir atı olan bir kahraman hep
vardır. Ve dünyanın neresinde olursa olsun bir sıkıntısı, acısı olan insanlara
yardıma koşar. “Ve Battal Gaziler, Köroğlu hikâyeleri...”
‘Resmi
internet sayfası’nın Cüneyt Arkın’ın kendi kaleminden biyografisi bölümünde
ortaokul, lise yıllarını şöyle anlatır Cüneyt Arkın: “Eskişehir Lisesinde başka
bir dünya bulmuştum. Kitaplar, kitaplar... Sait Faik, Orhan Veli, Panait
Istrati. Ara sıra yazıyor, dergilere gönderiyor ve boyumdan büyük hayaller
kuruyordum. Üniversiteye kadar tam bir bozkır hayatı. Çok az toprağımız vardı.
Ağılımız vardı. Sinemaya bile çok zor giderdik. Ablam beni, Eskişehir’de
Sakarya caddesindeki sinemaya götürür ve tembih ederdi. ‘Beşe çeyrek kala
çıkacaksın’. Filmin finalini seyredemezdim. Sonraları bir mercek buldum. O
kopan filmlerden ayna ile merceğe ışık verir ve gösteri yapardım. Oynadığımız
oyunlar da, dinlediğimiz masallardan, menkıbelerden aklımızda kalan savaş
oyunlarıydı.”
Üniversite sınavlarına girmek, sonrasında okumak için İstanbul’a gelir. Tıpkı ilk filmi Gurbet Kuşları’ndaki gibidir gelişi; Haydarpaşa Garı, valizi, yatak ve yorganıyla. Sirkeci’de bir otel de kalır. Ertesi gün imtihana girecektir.
Üniversite sınavlarına girmek, sonrasında okumak için İstanbul’a gelir. Tıpkı ilk filmi Gurbet Kuşları’ndaki gibidir gelişi; Haydarpaşa Garı, valizi, yatak ve yorganıyla. Sirkeci’de bir otel de kalır. Ertesi gün imtihana girecektir.
“Ders
çalışıyorum. Bir ara kapı açılıyor ve bir adam geliyor. Biraz sonra biri daha,
az sonra biri daha. Odada dört yatak var. Biz de dört kişiyiz. Hiç tanımadığım,
bilmediğim üç adam. Gece yarısı biri ‘ışığı kapa’ diyor. ‘Ağabey, ders
çalışıyorum’ diyecek oluyorum, bir başkası kalkıp düğmeyi çeviriyor. Zifiri
karanlıkta yolumu bulup aşağıya iniyorum. Elime bir mum tutuşturuyorlar. Mumun
ışığında ders çalışırken kendi kendime yemin ediyorum: Doktor olunca hastanenin
ışıklarını hiç söndürmeyeceğim.
Sabah
imtihana girdim. Sonra neticeleri aldık. Üçüncüydüm kazananlar arasında.
Sıkıntılı şartlarda müthiş bir mücadele veriyorduk iyi öğrenci olmak için. Altı
kişi bir araya gelip Akdeniz Caddesindeki 74 numaralı apartmanda bir kat
tutuyoruz. Derslere sarılıyorum, boş vakitlerimde hep ‘Nasıl geçineceğim?’
sorusuna cevap aramakla geçiriyorum.
Eğlence ve içki yoktu hayatımızda. Devamlı çalışıyor ve o dönemde çıkan Varlık
dergisini alıyorduk. Kendi paramızla Erek diye bir dergi çıkardık. Cemal
Süreya, Erdal Öz, Muzaffer Buyrukçu, Kemal Özer’le tanıştık. Ben hikâyeler ve
şiirler yazmaya başladım.
Diğer arkadaşların okulları bitti. Ben Balo sokağında bir bodrum katına taşındım. Rutubet içinde, insanların ayaklarını görebildiğim bir pencere, o kadar. Ancak bu dönem benim için en verimli zamanlar oldu. Çok güzel hikâyeler yazdım. Sonra Bülent Ecevit’in de yazdığı Pazar Postası çıktı. Hem siyasi, hem edebi ve fikri bir dergiydi.” (kendi kaleminden biyografisi)
Diğer arkadaşların okulları bitti. Ben Balo sokağında bir bodrum katına taşındım. Rutubet içinde, insanların ayaklarını görebildiğim bir pencere, o kadar. Ancak bu dönem benim için en verimli zamanlar oldu. Çok güzel hikâyeler yazdım. Sonra Bülent Ecevit’in de yazdığı Pazar Postası çıktı. Hem siyasi, hem edebi ve fikri bir dergiydi.” (kendi kaleminden biyografisi)
Eskişehir’de
Şafak Bekçileri filminin çekiminde Halit Refiğ ile tanışması, sonrasında Refiğ
ile İstanbul’da karşılaşma ve ilk film; Gurbet Kuşları. Filmde oldukça
başarılıdır Cüneyt Arkın. İlk filminden kazandığı parayla ancak üç ay idare
edebilir. Sonra yine açlık günleri.
“Yeşilçam’da belki iş verirler diye yazıhane dolaştığım günlerden birinde Aziz
Sarıkaya’ya uğradım. Belki bir iş verir diye düşünmüştüm ama yanılmışım.
Odasında olduğu halde bana kendisini ‘yok’ dedirtti. Bozuk bir moralle, cebimde
iki buçuk lira olduğu halde, Taksim’den Karaköy’e kadar yürüdüm, vapura bindim.
Yorgundum, ama son paramı tüketmeye gönlüm razı gelmiyordu bir türlü. Kadıköy’
den, Suadiye’deki kayınpeder evine yürüyerek gittim.”
İlk zamanlar salon filmlerinin romantik jönünü oynar. Fakir müzisyen, şoför vb.
Atletik yapısı ve hareketli sahnelere olan yatkınlığı ve becerileriyle avantür
filmlerin en önemli yıldızı olur kısa zamanda. Halit Refiğ’e göre Cüneyt Arkın
“değeri ancak John Wayne, Burt Lancaster, Toshiro Mifune ve Alain Delon ile
kıyaslanabilecek, Türk sinema tarihinin en önemli ve başka benzeri bulunmayan
bir sinema oyuncusudur.”
Medrano
Sirki’nde çalışır, orada atlara bakar ve karşılığında binicilik dersleri alır.
Cambazlardan parende atmasını öğrenir. Cüneyt Arkın’ın o dönem sinemasına
yönelik önemli bir tespiti vardır: “O dönemde Türk sinemasında başrol
oyuncuları gerçek tipler değildi. Ama çevresindeki insanlar yaşıyor. Bütün
yardımcı rollerdekiler, hepsi yaşıyor. Biz başrolcüler gerçek dışı.”
O sıralarda
Suat Yalaz’ın çizgi romanından Karaoğlan filmi yapılmak isteniyor. Ben de o
zaman piyano çalan, keman çalan romantik bir jönüm. Ama gene bir Kıbrıs
filminde, Remzi Jöntürk’ ün teklifiyle biraz avantür koyduk. Bayağı tuttu ve
iyi yapıldı. Ben de ona güvendim, Karaoğlan’da oynarım diye düşündüm.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder