22 Mart 2020 Pazar

CÜNEYT ARKIN EFSANESİ 2


 20 Temmuz 2014
Çok yönlü sinemacılardandı Cüneyt Arkın. Öykücü, şair, senaryo yazarı, yönetmen, oyuncu... Farklı zamanlarda sohbet edebilme, söyleşi yapma olanağı bulmuştum Cüneyt Arkın’la. Sinema öncesi dönemde hikâye ve şiirler yazıyordur. Bu konuda kendini Cemal Süreya’nın ve İkinci Yeni’nin öğrencisi sayıyor. Söyleşilerimizden birinde şunları söylemişti:
“Bozkırda büyüdüm, üç ay bostan bekçiliği yapardım. Çok uzaktan bir kara tren geçer, ona koşardım. Yalnızlığımı azaltacak bir şeydi o. Otlar, bozkır hayvanları, yıldızlar, güneş, kuşlar dostumdu. O bozkırın hüznü, kederi yalnızlığı insanın içini öylesine zenginleştiriyor ki, hissediyorsunuz, tefekküre dalıyorsunuz. Ben daha çok hikâye yazdığım için, şiirlerimi Erde Us adıyla yayınlıyordum. Varlık’ta epey çıktı.”
Cüneyt Arkın’ın Fahrettin Cüreklibatır olarak öyküsü, 1937 yılının Eylül ayında Eskişehir’de başlar. İlk anıları ablasının melankolik şarkıları, babasının akşamüstleri bahçeyi sularken içtiği rakıya karışan kızgın toprağın, güneşin ve çiçeklerin kokusu olur. Topuklarına kadar uzun saçları olan annesinin gizli gizli ağlamaları da ilk anımsamaları arasındadır.
Sonraki yıllarda sinema serüvenindeki çizgisini de, dünya görüşünü de belirleyen belki de çocukluğunun kış gecelerinde dinlediği menkıbelerdir. Kahramanlık üzerinedir bu menkıbeler. Kanatlı bir atı olan bir kahraman hep vardır. Ve dünyanın neresinde olursa olsun bir sıkıntısı, acısı olan insanlara yardıma koşar. “Ve Battal Gaziler, Köroğlu hikâyeleri...”
‘Resmi internet sayfası’nın Cüneyt Arkın’ın kendi kaleminden biyografisi bölümünde ortaokul, lise yıllarını şöyle anlatır Cüneyt Arkın: “Eskişehir Lisesinde başka bir dünya bulmuştum. Kitaplar, kitaplar... Sait Faik, Orhan Veli, Panait Istrati. Ara sıra yazıyor, dergilere gönderiyor ve boyumdan büyük hayaller kuruyordum. Üniversiteye kadar tam bir bozkır hayatı. Çok az toprağımız vardı. Ağılımız vardı. Sinemaya bile çok zor giderdik. Ablam beni, Eskişehir’de Sakarya caddesindeki sinemaya götürür ve tembih ederdi. ‘Beşe çeyrek kala çıkacaksın’. Filmin finalini seyredemezdim. Sonraları bir mercek buldum. O kopan filmlerden ayna ile merceğe ışık verir ve gösteri yapardım. Oynadığımız oyunlar da, dinlediğimiz masallardan, menkıbelerden aklımızda kalan savaş oyunlarıydı.”
Üniversite sınavlarına girmek, sonrasında okumak için İstanbul’a gelir. Tıpkı ilk filmi Gurbet Kuşları’ndaki gibidir gelişi; Haydarpaşa Garı, valizi, yatak ve yorganıyla. Sirkeci’de bir otel de kalır. Ertesi gün imtihana girecektir.
“Ders çalışıyorum. Bir ara kapı açılıyor ve bir adam geliyor. Biraz sonra biri daha, az sonra biri daha. Odada dört yatak var. Biz de dört kişiyiz. Hiç tanımadığım, bilmediğim üç adam. Gece yarısı biri ‘ışığı kapa’ diyor. ‘Ağabey, ders çalışıyorum’ diyecek oluyorum, bir başkası kalkıp düğmeyi çeviriyor. Zifiri karanlıkta yolumu bulup aşağıya iniyorum. Elime bir mum tutuşturuyorlar. Mumun ışığında ders çalışırken kendi kendime yemin ediyorum: Doktor olunca hastanenin ışıklarını hiç söndürmeyeceğim.
Sabah imtihana girdim. Sonra neticeleri aldık. Üçüncüydüm kazananlar arasında. Sıkıntılı şartlarda müthiş bir mücadele veriyorduk iyi öğrenci olmak için. Altı kişi bir araya gelip Akdeniz Caddesindeki 74 numaralı apartmanda bir kat tutuyoruz. Derslere sarılıyorum, boş vakitlerimde hep ‘Nasıl geçineceğim?’ sorusuna cevap aramakla geçiriyorum.
Eğlence ve içki yoktu hayatımızda. Devamlı çalışıyor ve o dönemde çıkan Varlık dergisini alıyorduk. Kendi paramızla Erek diye bir dergi çıkardık. Cemal Süreya, Erdal Öz, Muzaffer Buyrukçu, Kemal Özer’le tanıştık. Ben hikâyeler ve şiirler yazmaya başladım.
Diğer arkadaşların okulları bitti. Ben Balo sokağında bir bodrum katına taşındım. Rutubet içinde, insanların ayaklarını görebildiğim bir pencere, o kadar. Ancak bu dönem benim için en verimli zamanlar oldu. Çok güzel hikâyeler yazdım. Sonra Bülent Ecevit’in de yazdığı Pazar Postası çıktı. Hem siyasi, hem edebi ve fikri bir dergiydi.” (kendi kaleminden biyografisi)
Eskişehir’de Şafak Bekçileri filminin çekiminde Halit Refiğ ile tanışması, sonrasında Refiğ ile İstanbul’da karşılaşma ve ilk film; Gurbet Kuşları. Filmde oldukça başarılıdır Cüneyt Arkın. İlk filminden kazandığı parayla ancak üç ay idare edebilir. Sonra yine açlık günleri.
“Yeşilçam’da belki iş verirler diye yazıhane dolaştığım günlerden birinde Aziz Sarıkaya’ya uğradım. Belki bir iş verir diye düşünmüştüm ama yanılmışım. Odasında olduğu halde bana kendisini ‘yok’ dedirtti. Bozuk bir moralle, cebimde iki buçuk lira olduğu halde, Taksim’den Karaköy’e kadar yürüdüm, vapura bindim. Yorgundum, ama son paramı tüketmeye gönlüm razı gelmiyordu bir türlü. Kadıköy’ den, Suadiye’deki kayınpeder evine yürüyerek gittim.”
İlk zamanlar salon filmlerinin romantik jönünü oynar. Fakir müzisyen, şoför vb. Atletik yapısı ve hareketli sahnelere olan yatkınlığı ve becerileriyle avantür filmlerin en önemli yıldızı olur kısa zamanda. Halit Refiğ’e göre Cüneyt Arkın “değeri ancak John Wayne, Burt Lancaster, Toshiro Mifune ve Alain Delon ile kıyaslanabilecek, Türk sinema tarihinin en önemli ve başka benzeri bulunmayan bir sinema oyuncusudur.”
Medrano Sirki’nde çalışır, orada atlara bakar ve karşılığında binicilik dersleri alır. Cambazlardan parende atmasını öğrenir. Cüneyt Arkın’ın o dönem sinemasına yönelik önemli bir tespiti vardır: “O dönemde Türk sinemasında başrol oyuncuları gerçek tipler değildi. Ama çevresindeki insanlar yaşıyor. Bütün yardımcı rollerdekiler, hepsi yaşıyor. Biz başrolcüler gerçek dışı.”
O sıralarda Suat Yalaz’ın çizgi romanından Karaoğlan filmi yapılmak isteniyor. Ben de o zaman piyano çalan, keman çalan romantik bir jönüm. Ama gene bir Kıbrıs filminde, Remzi Jöntürk’ ün teklifiyle biraz avantür koyduk. Bayağı tuttu ve iyi yapıldı. Ben de ona güvendim, Karaoğlan’da oynarım diye düşündüm.”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder