14
Aralık 2014
Asker-polis
devleti değil, hukuk devleti istiyoruz!” diyen Cumartesi Anneleri, 506. haftalarında
“Hüseyin Taşkaya Nerede?” diye sordu. Kayıp aileleri ve insan hakları
savunucuları 506 haftadır her Cumartesi İstanbul’da Galatasaray Meydanı’nda;
onlarca, yüzlerce haftadır her Cumartesi Amed, Yüksekova, Urfa, Batman ve
Cizre’de aynı yerde, aynı saatte hafızamızı canlı tutmak için, ‘gerçeğin
hatırlatıcısı olarak’ bir araya gelip kayıpları arıyor; “faili meçhul” şekilde
kaybettirilenlerin akıbetini sorarak faillerinin cezalandırılmasını istiyorlar.
Gözaltında
kaybedilen, işkencede, faili meçhul cinayetlerde, yargısız infazlarda
öldürülen, akıbeti bilinmeyen insanlarımızın izine ulaşılamıyor yıllardır.
“Bana oğlumun cansız bedenini, kemiklerini verin, başına gidebileceğim bir
mezarı, mezar taşı olsun” diyen analara, eşlere, çocuklara teslim edilecek
cansız bedenlerine, kemiklerine bile ulaşılamazken katiller, işkenceciler
ellerini kollarını sallayarak aramızda dolaşıyor.
Kenan Evren, darbeci paşalar ve sonrasında devleti yöneten tüm
cumhurbaşkanları, başbakanlar, genelkurmay başkanları, generaller, üst düzey
askerler, içişleri bakanları, emniyet müdürleri, bölge valileri, aşiret
reisleri ve toplamının kullandığı-koruduğu katiller, işkenceciler 35 yıldır
yaşanan, olup biten her şeyden sorumludur ve hesap vermelidir. Onlar bu
insanlık suçlarının hesabını vermeden, annelerin 506. haftalarında akıbetini
sorduğu Hüseyin Taşkaya ve bütün kayıpların akıbeti açığa çıkmadan bu dava
kapanmayacak.
JİTEM,
MAFYA-AŞİRET VE DEVLET
90’lı
yıllarda Urfa, bölgedeki birçok kent gibi JİTEM-Emniyet Genel Müdürlüğü ve özel
harekât işbirliğinde kontrgerilla merkezi haline gelmişti. Kenti diğerlerinden
ayıran bir de devlet/derin devlet bağlantılı, mafyalaşmış, çeteleşmiş bir
aşiretin varlığıydı; Bucak aşireti.
Güvenlik güçleri bölgede yaptığı operasyonların tamamını Bucak aşiretine devretmişti. “Terörle mücadele” adı altında yargısız infazlar, gözaltında kaybetmeler, yakılan-yıkılan köyler Urfa’nın gerçeği olur o yıllarda. Dönemin Urfa Valisi Ziyaeddin Akbulut basına verdiği demeçte “tüm ilçelerimizi hizaya getirdik” der.
Güvenlik güçleri bölgede yaptığı operasyonların tamamını Bucak aşiretine devretmişti. “Terörle mücadele” adı altında yargısız infazlar, gözaltında kaybetmeler, yakılan-yıkılan köyler Urfa’nın gerçeği olur o yıllarda. Dönemin Urfa Valisi Ziyaeddin Akbulut basına verdiği demeçte “tüm ilçelerimizi hizaya getirdik” der.
42 yaşındaki
4 çocuk babası Hüseyin Taşkaya bütünüyle Bucak aşiretinin hâkimiyetinde olan
Siverek’te müteahhitlik yapıyordu. İzlenen inkârcı, asimilasyoncu politikaların
yanlış olduğunu, Kürtlerin varlığının ve haklarının kabul edilmesi gerektiğini
her fırsatta dile getiriyordu. Bu nedenle devletin ve Bucak aşiretinin
hedefindeydi. Adının ölüm listesinde olduğu duyumları gelmeye başlayınca evini
İstanbul’a taşır. Kalan işlerini tamamlamak için bir süreliğine Siverek’e döner
ve amcası Mehmet Taşkaya’nın evinde kalmaya başlar.
6 Aralık 1993 tarihinde askerler, polisler ve Bucak aşiretine mensup korucular otuz araçlık konvoyla, Urfa’nın Siverek ilçesi Bağlar Mahallesindeki Mehmet Taşkaya’nın evine baskın yapar. Evde bulunan Hüseyin Taşkaya gözaltına alınır.
6 Aralık 1993 tarihinde askerler, polisler ve Bucak aşiretine mensup korucular otuz araçlık konvoyla, Urfa’nın Siverek ilçesi Bağlar Mahallesindeki Mehmet Taşkaya’nın evine baskın yapar. Evde bulunan Hüseyin Taşkaya gözaltına alınır.
Hüseyin
Taşkaya’yı sormak için emniyete, savcılığa, valiliğe koşan ailesine “Sedat
Bucak’a sorun” denilir. DYP Milletvekili, aşiret reisi-korucu başı Sedat Bucak
da “Bizim ekip almış fakat devlete teslim etmiş; bundan sonra haberimiz yoktur,
devlet biliyor” der.
Oğlundan haber alma umuduyla Siverek Emniyeti’ne giden Fatime Taşkaya’ya “Bir daha bize gelmeyin. Diğer oğullarınla birlikte burayı terk edin, yoksa onlar da kaybolur” denilir.
Ailenin tüm başvuruları sonuçsuz kalır. Hüseyin Taşkaya’dan bir daha haber alınamaz. 21 yıldır Hüseyin Taşkaya dosyasında hukuki keyfilik ve cezasızlık devam ediyor.
Oğlundan haber alma umuduyla Siverek Emniyeti’ne giden Fatime Taşkaya’ya “Bir daha bize gelmeyin. Diğer oğullarınla birlikte burayı terk edin, yoksa onlar da kaybolur” denilir.
Ailenin tüm başvuruları sonuçsuz kalır. Hüseyin Taşkaya’dan bir daha haber alınamaz. 21 yıldır Hüseyin Taşkaya dosyasında hukuki keyfilik ve cezasızlık devam ediyor.
AYNI HAVAYI
SOLUMAK
Devletin,
hukukun hesap sormadığı, sormayacağı faillerle iç içe yaşıyoruz. Belki aynı
yağmurda ıslanıyor, aynı çatının altına sığınıyoruz. Aynı yerlerde yaşıyor,
aynı apartmanlarda oturuyor, aynı bakkaldan alışveriş ediyor, aynı lokantada
yemek yiyoruz. Yazın aynı yerde tatil yapıyor, aynı denize giriyor, yan yana
güneşleniyoruz. Onların işkenceci, tetikçi, katil olduklarını bilmeden. Belki
de ellerinin kanlı olduğunu, insanların canına kıydığını, işkence yaptığını,
asit kuyularında yaktığını bilmeden o kanlı, kirli ellerle tokalaşıyoruz.
Onların insanlık suçu işlediklerini, insanların hayatlarını kararttığını
bilmeden, zorda kaldıklarında yardımlarına koşuyor, ‘iyilik’ yapıyor, zor
durumda kalmaktan kurtarıyoruz belki de. Çünkü hesap sorulmayan,
cezalandırılmayan ‘failler’, ellerini kollarını sallayarak aramızda dolaşıyor.
SES
Zeki
Ökten’in, Fehmi Yaşar’ın senaryosuyla filme aldığı Ses (1986) adlı film de
işkencecimizle, (işkenceciler ya da katillerle) bilmeden aynı yerlerde yaşıyor
olabilme ihtimalini anlatır.
Bodrum,
Gümüşlük’ün gözde ve ıssız olduğu yıllar. Henüz çevresi beton yığınına
dönmemiş. Sahildeki kahvenin önünde yolcularını indiren dolmuştan ince uzun bir
adam iner.
Daha ilk sahnelerde, kahvede çayını içerken gördüğü ahtapotun taşa çarpılmasıyla irkilir, yüz hatları gerilir, gözü seğirir. Hayata yeniden başlamak için geldiği bu yerde bir pansiyona yerleşir fakat gördüğü işkencelerin izi/anısı rahat bırakmaz.
Daha ilk sahnelerde, kahvede çayını içerken gördüğü ahtapotun taşa çarpılmasıyla irkilir, yüz hatları gerilir, gözü seğirir. Hayata yeniden başlamak için geldiği bu yerde bir pansiyona yerleşir fakat gördüğü işkencelerin izi/anısı rahat bırakmaz.
Görebildiğimiz
işkencenin epey ağır iz bıraktığıdır. Bu iz yalnızca sakat kalan kolu gibi
fiziksel bir iz değildir, psikolojik izler, hasarlar da bırakmıştır. Tatil
yapan Selmin’in ilgisini çeker bu yalnız adam. Aralarında arkadaşlık başlar.
Selmin ilgi
duymaya başladığı adamı görmeye, kaldığı odaya gittiğinde onu uykusunda gördüğü
kâbuslarla kıvranırken bulur.
Bir gün,
kahramanımız arka masadan duyduğu bir sesle irkilir. Bağıra çağıra konuşan,
kahkahalar atan, karısını aşağılayan bir erkek sesidir bu. O sesin
işkencecisine ait olduğunu düşünür. O andan itibaren ‘işkenceci kurban
ilişkisi’ farklı bir mecraya girer. Yaşanacak hesaplaşmada işkenceci-kurban yer
değiştirir. Adam ortada bir yanlışlık olduğunu, sandığı kişi olmadığını söylese
de kahramanımızı ikna edemez. Adamın bağırırken, öfkeliyken, küfrederken
çocuklarına, karısına kötü davranırken çıkardığı sesini ve faşizan
davranışlarını işkencecilerinin sesleriyle özdeşleştirir kahramanımız.
Ses, devletle
bir hesaplaşma içermez. İçinde yaşadığımız hayatınsa ödünsüz bir hesaplaşmaya
ihtiyacı var. Faillerden, sorumlulardan hesap sorulmadan acılar dinmeyecek.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder