19 Mart 2020 Perşembe

HÜZÜN FOTOĞRAFLARI

13 Ekim 2013
Osmanlı Devleti 1912 yılında, Balkan Savaşı sonrasında Rumeli’deki topraklarının neredeyse tamamına yakınını kaybeder. Osmanlı tebaasıyken bir anda başka bir devletin azınlık statüsündeki vatandaşları konumuna düşen yüz binlerce “Müslüman Türk” kalmıştır geride. Yunanlılar tarafından potansiyel tehlike olarak görülen Müslümanlara karşı, yoğun baskı ve katliamlar yapılmaktadır.
1922’de Yunan ordusunun Anadolu’dan mağlup ayrılmasının ardından Rumlar da artık Anadolu’da can ve mal güvenliğini kaybettiğini düşünür. Hem Yunanistan’daki hem de Türkiye’deki azınlıkların sorunlarının daha da artması üzerine Lozan şehrinde barış anlaşmasının hazırlığı için görüşmelerin başladığı dönemde 30 Ocak 1923 tarihinde, Türkiye ile Yunanistan arasında mübadeleyi öngören sözleşme imzalanır. 1923 yılında imzalanan Lozan anlaşmasının nüfus mübadelesi (değişimi) gereğince iki ülke arasında o tarihten itibaren din esasına dayanan zorunlu bir göç yaşanır.
Sözleşme 19 maddeden oluşur. Sözleşme gereği 1 Mayıs 1923 tarihi itibariyle Türkiye topraklarındaki Rum Ortodoks nüfus ile Yunanistan topraklarındaki Müslüman nüfus arasında zorunlu göç uygulaması şarta bağlanmış olur.
Birçok kentte, kasabada ‘yerli nüfus’ Rumlarla, Ermenilerle birlikte bir yaşam sürdürürken, Rumlar beklemedikleri ve unutulmayacak dramlar, trajediler içeren köklü bir değişimle sarsılırlar. Beklenmedik bir anda büyük bir göç dayatılır. Türkiye ve Yunanistan arasında imzalanan nüfus değişimi anlaşması ile Rumlar zorunlu göçe tabi tutulmuştur. Göç eden Rumların yerine ‘oraların yeni sahipleri’ yerleştirilir.
Mübadelede (değişim), Yanya, Selanik, Drama, Kavala, Vodina ve Girit’ten Türkiye’ye gelen nüfus Doğu Trakya ve Batı Anadolu’da Rum azınlığın ayrılışı ile boşalan yerlere iskân edilmişlerdi. Sözleşmenin 14. maddesi gereği “göçmenlere yeni geldikleri ülkede geride bıraktıkları mallara eş değer nitelikte ve değerde mal verileceği” belirtilmiştir.
Mübadeleyle, “Öz topraklarından, köklerinden koparılmış fidanlar gibi, zorla koparılarak göçe ve acı dolu serüvenlere sürgün edilen bu insanların hüzünlü hatıralarından tarihin, tarihe damga vuran kuşakların ve bizlerin ders alması gerekmiyor mu?”
Mübadeleyle dayatılan zorunlu göçün yarattığı dramlar, trajedilerse sanatın; örneğin edebiyatın, sinemanın ilgisine açık, tarihçiler için de başlı başına bir araştırma alanı olarak yanı başımızda durmakta.
ZORUNLU GÖÇE ZORLANANLAR
Mübadele öykülerine, o koşullarda yaşananlara ilgi duyanlara, merak edip anlamaya çalışanlara lise edebiyat öğretmenim değerli Celal Özcan’ın, on beş mübadele öyküsünden oluşan “İstafiller Oldu mu” (Heyamola Yayınları, Ocak 2010. İstanbul) adlı öykü kitabını okumalarını öneririm. Arka kapaktan: “Celal Özcan, bu kitabında 1924 Nüfus Değişimi sürecinde karşılıklı göçe mecbur edilen Türkiyeli ve Yunanistanlı masum ve mağdur insanların o günlerdeki hüzün dolu açmazlarından örnekler sunmaktadır. Zamanla ölüp giden 1. Kuşak büyüklerinin anlattıklarıyla, beraberlerinde taşıyıp getirdikleri, bir türlü kopamadıkları sosyal ve kültürel unsurlarla iç içe yaşayıp anıları ve ruhları göçmenlik duyarlılığıyla dolmuş ikinci ve üçüncü kuşak temsilcilerinin yaşam gerçekliklerini de kurgulamaktadır.”
Hem Yunanistan’da hem Türkiye’de zorunlu göçe zorlananlar büyük acılar yaşarlar. Hiç ummadıkları, beklemedikleri bir anda yaşamlarını sürdürdükleri, anılar biriktirdikleri topraklardan, evlerinden, komşularından, akrabalarından koparılıp başka topraklara ‘sürülürler’. Yıllarını Pendik’te geçiren Anastasia’nın öyküsü de böyledir. Kitabın ikinci öyküsü “Hüzün Fotoğrafları”nda, Pendikli Anastasia Pandalis ve kızı Evdoksia’nın mübadeleyle değişen yaşam öyküsünü içimiz burkularak okuyoruz:
ANASTASİA’NIN PENDİK’İ
Anastasia Pandalis, “Otuz altı yaş gençliğinde vakitsiz yitirdiği” çok sevdiği eşi Pavlis’in ölümünden sonra, ut çalan kızı Evdoksia ile Pavlis’ten kalan lokantayı işleterek sürdürür yaşamını. “Mavilikleri evi, balıkları dostu bellemiş” balıkçı Stelyo’nun evlenme teklifini “Pavlis’ime ihanet sayarım bunu” diyerek kesin bir dille reddeder. Bunu kızına da “Zaten yapamazdım; babanın yerine başka bir erkeği alamazdım koynuma. İhanet sayarım böylesini” cümleleriyle açıklar. Bir öğle vakti kahvesini yudumlayıp karşılarındaki lokantalarına bakarak Pavlis’iyle yaşadığı güzel günlere dalıp gitmiş, içinden güzel şarkılar geçirirken kapıları çalınır. Her şey güzeldir, mutludurlar, bir sıkıntıları yoktur; kızı sağlıklı ve başarılıdır. Kapıyı açtığında karşısında jandarmayı ve yanındaki hiç tanımadığı bir bay, bir bayan bir de delikanlıyı görür. “Eviniz artık bunların olacak. Siz de birkaç gün içinde Yunanistan’a gideceksiniz” der hükümetin jandarması. Tablo acıdır. Devletler anlaşmıştır. Buyruğa uyulacaktır. Bir kez daha filler güreşirken çimenler ezilecektir. Aynı günlerde benzer acı tablo Yunanistan’da da yaşanıyordur: Yanya’da, Selanik’te, Drama’da, Kavala’da, Vodina’da…
Pendik cumbalı, bahçeli ahşap ‘Rum evleri’nden oluşuyordur yeni konukları geldiği yıllarda. Yanya’dan gelenlerin bir kısmı Rumlardan boşaltılan bu evlere yerleştirilir. Anastasia, alt katlarına yerleştirilen yeni konuklarının yaşadıklarının da farkındadır. Kızı Evdoksia’ya durumu şu cümlelerle açıklar: “Bu piyango, daha çok bizim buralarla Anadolu köy, kasaba ve kentlerindeki Rumlara çıktı. Bir de Yunanistan’da yaşayan Müslüman Türklere. İşte böyle evladım. (…)
Sakın ha, aşağıdaki gariplere karşı bir yanlışlık yapmayasın! Öylesine masumlar, öylesine yorgunlar ki! Hatta acılı bir hikâyeleri olmalı bunların, bir perişanlık içindeler. Az çok eğitim görmüş, bilgili ve görgülü insanlar. Hem de çok onurlular. Hiç istemezlerdi gelsinler. Zorla sürüklenen çaresiz kurbandır bunlar. Yunanistan’dan ta Yanya’dan gelmişler; hem de bin sıkıntıyla. Durum bizim için de aynıymış meğer.. Hazır olasın; yol göründü! Başka çare yok!” 
  (…) “Birden pencereye yürüdü; hıçkırıklı bir ünlemeyle, ‘Pendik! Pendik’im benim’ diye ünledi; ‘Nasıl ayrılacağım senden? Toprağında yatan sevgilim Pavlis’imden? Nasıl?” (…) “Sol ileride, Tuzla’ya doğru, ayın sahneye düşürdüğü ışıkta apaçık görünen ve kendisinin nice anılar yaşadığı küçümen şirinliğiyle, Pavli adası. Şirin ada, mavilik ortasında bir kolyeydi şimdi. İç geçirdi.”
Üç-dört yıldır çekmeyi planladığımız, olanaksızlıklar nedeniyle bir türlü hayata geçiremediğim kısa filmin senaryosunun öyküsüdür “Hüzün Fotoğrafları.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder