13 Ekim
2013
Osmanlı
Devleti 1912 yılında, Balkan Savaşı sonrasında Rumeli’deki topraklarının
neredeyse tamamına yakınını kaybeder. Osmanlı tebaasıyken bir anda başka bir
devletin azınlık statüsündeki vatandaşları konumuna düşen yüz binlerce
“Müslüman Türk” kalmıştır geride. Yunanlılar tarafından potansiyel tehlike
olarak görülen Müslümanlara karşı, yoğun baskı ve katliamlar yapılmaktadır.
1922’de Yunan
ordusunun Anadolu’dan mağlup ayrılmasının ardından Rumlar da artık Anadolu’da
can ve mal güvenliğini kaybettiğini düşünür. Hem Yunanistan’daki hem de
Türkiye’deki azınlıkların sorunlarının daha da artması üzerine Lozan şehrinde
barış anlaşmasının hazırlığı için görüşmelerin başladığı dönemde 30 Ocak 1923
tarihinde, Türkiye ile Yunanistan arasında mübadeleyi öngören sözleşme
imzalanır. 1923 yılında imzalanan Lozan anlaşmasının nüfus mübadelesi
(değişimi) gereğince iki ülke arasında o tarihten itibaren din esasına dayanan
zorunlu bir göç yaşanır.
Sözleşme 19
maddeden oluşur. Sözleşme gereği 1 Mayıs 1923 tarihi itibariyle Türkiye
topraklarındaki Rum Ortodoks nüfus ile Yunanistan topraklarındaki Müslüman
nüfus arasında zorunlu göç uygulaması şarta bağlanmış olur.
Birçok
kentte, kasabada ‘yerli nüfus’ Rumlarla, Ermenilerle birlikte bir yaşam
sürdürürken, Rumlar beklemedikleri ve unutulmayacak dramlar, trajediler içeren
köklü bir değişimle sarsılırlar. Beklenmedik bir anda büyük bir göç dayatılır.
Türkiye ve Yunanistan arasında imzalanan nüfus değişimi anlaşması ile Rumlar
zorunlu göçe tabi tutulmuştur. Göç eden Rumların yerine ‘oraların yeni
sahipleri’ yerleştirilir.
Mübadelede
(değişim), Yanya, Selanik, Drama, Kavala, Vodina ve Girit’ten Türkiye’ye gelen
nüfus Doğu Trakya ve Batı Anadolu’da Rum azınlığın ayrılışı ile boşalan yerlere
iskân edilmişlerdi. Sözleşmenin 14. maddesi gereği “göçmenlere yeni geldikleri
ülkede geride bıraktıkları mallara eş değer nitelikte ve değerde mal
verileceği” belirtilmiştir.
Mübadeleyle, “Öz topraklarından, köklerinden koparılmış fidanlar gibi, zorla
koparılarak göçe ve acı dolu serüvenlere sürgün edilen bu insanların hüzünlü
hatıralarından tarihin, tarihe damga vuran kuşakların ve bizlerin ders alması
gerekmiyor mu?”
Mübadeleyle dayatılan zorunlu göçün yarattığı dramlar, trajedilerse sanatın;
örneğin edebiyatın, sinemanın ilgisine açık, tarihçiler için de başlı başına
bir araştırma alanı olarak yanı başımızda durmakta.
ZORUNLU GÖÇE
ZORLANANLAR
Mübadele
öykülerine, o koşullarda yaşananlara ilgi duyanlara, merak edip anlamaya
çalışanlara lise edebiyat öğretmenim değerli Celal Özcan’ın, on beş mübadele
öyküsünden oluşan “İstafiller Oldu mu” (Heyamola Yayınları, Ocak 2010.
İstanbul) adlı öykü kitabını okumalarını öneririm. Arka kapaktan: “Celal Özcan,
bu kitabında 1924 Nüfus Değişimi sürecinde karşılıklı göçe mecbur edilen
Türkiyeli ve Yunanistanlı masum ve mağdur insanların o günlerdeki hüzün dolu
açmazlarından örnekler sunmaktadır. Zamanla ölüp giden 1. Kuşak büyüklerinin
anlattıklarıyla, beraberlerinde taşıyıp getirdikleri, bir türlü kopamadıkları
sosyal ve kültürel unsurlarla iç içe yaşayıp anıları ve ruhları göçmenlik
duyarlılığıyla dolmuş ikinci ve üçüncü kuşak temsilcilerinin yaşam
gerçekliklerini de kurgulamaktadır.”
Hem
Yunanistan’da hem Türkiye’de zorunlu göçe zorlananlar büyük acılar yaşarlar.
Hiç ummadıkları, beklemedikleri bir anda yaşamlarını sürdürdükleri, anılar
biriktirdikleri topraklardan, evlerinden, komşularından, akrabalarından
koparılıp başka topraklara ‘sürülürler’. Yıllarını Pendik’te geçiren
Anastasia’nın öyküsü de böyledir. Kitabın ikinci öyküsü “Hüzün
Fotoğrafları”nda, Pendikli Anastasia Pandalis ve kızı Evdoksia’nın mübadeleyle
değişen yaşam öyküsünü içimiz burkularak okuyoruz:
ANASTASİA’NIN
PENDİK’İ
Anastasia
Pandalis, “Otuz altı yaş gençliğinde vakitsiz yitirdiği” çok sevdiği eşi
Pavlis’in ölümünden sonra, ut çalan kızı Evdoksia ile Pavlis’ten kalan
lokantayı işleterek sürdürür yaşamını. “Mavilikleri evi, balıkları dostu
bellemiş” balıkçı Stelyo’nun evlenme teklifini “Pavlis’ime ihanet sayarım bunu”
diyerek kesin bir dille reddeder. Bunu kızına da “Zaten yapamazdım; babanın
yerine başka bir erkeği alamazdım koynuma. İhanet sayarım böylesini”
cümleleriyle açıklar. Bir öğle vakti kahvesini yudumlayıp karşılarındaki
lokantalarına bakarak Pavlis’iyle yaşadığı güzel günlere dalıp gitmiş, içinden
güzel şarkılar geçirirken kapıları çalınır. Her şey güzeldir, mutludurlar, bir
sıkıntıları yoktur; kızı sağlıklı ve başarılıdır. Kapıyı açtığında karşısında
jandarmayı ve yanındaki hiç tanımadığı bir bay, bir bayan bir de delikanlıyı
görür. “Eviniz artık bunların olacak. Siz de birkaç gün içinde Yunanistan’a
gideceksiniz” der hükümetin jandarması. Tablo acıdır. Devletler anlaşmıştır.
Buyruğa uyulacaktır. Bir kez daha filler güreşirken çimenler ezilecektir. Aynı
günlerde benzer acı tablo Yunanistan’da da yaşanıyordur: Yanya’da, Selanik’te,
Drama’da, Kavala’da, Vodina’da…
Pendik
cumbalı, bahçeli ahşap ‘Rum evleri’nden oluşuyordur yeni konukları geldiği
yıllarda. Yanya’dan gelenlerin bir kısmı Rumlardan boşaltılan bu evlere
yerleştirilir. Anastasia, alt katlarına yerleştirilen yeni konuklarının yaşadıklarının da
farkındadır. Kızı Evdoksia’ya durumu şu cümlelerle açıklar: “Bu piyango, daha
çok bizim buralarla Anadolu köy, kasaba ve kentlerindeki Rumlara çıktı. Bir de
Yunanistan’da yaşayan Müslüman Türklere. İşte böyle evladım. (…)
Sakın ha,
aşağıdaki gariplere karşı bir yanlışlık yapmayasın! Öylesine masumlar, öylesine
yorgunlar ki! Hatta acılı bir hikâyeleri olmalı bunların, bir perişanlık
içindeler. Az çok eğitim görmüş, bilgili ve görgülü insanlar. Hem de çok
onurlular. Hiç istemezlerdi gelsinler. Zorla sürüklenen çaresiz kurbandır
bunlar. Yunanistan’dan ta Yanya’dan gelmişler; hem de bin sıkıntıyla. Durum
bizim için de aynıymış meğer.. Hazır olasın; yol göründü! Başka çare
yok!”
(…) “Birden pencereye yürüdü; hıçkırıklı
bir ünlemeyle, ‘Pendik! Pendik’im benim’ diye ünledi; ‘Nasıl ayrılacağım
senden? Toprağında yatan sevgilim Pavlis’imden? Nasıl?” (…) “Sol ileride,
Tuzla’ya doğru, ayın sahneye düşürdüğü ışıkta apaçık görünen ve kendisinin nice
anılar yaşadığı küçümen şirinliğiyle, Pavli adası. Şirin ada, mavilik ortasında
bir kolyeydi şimdi. İç geçirdi.”
Üç-dört
yıldır çekmeyi planladığımız, olanaksızlıklar nedeniyle bir türlü hayata
geçiremediğim kısa filmin senaryosunun öyküsüdür “Hüzün Fotoğrafları.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder