BÜYÜLÜ DÜNYA YEŞİLÇAM
Yeşilçam Sokağı |
Çocukluğumun
geçtiği Kartal’ın rutubet kokulu Kömürlük Sineması’nda, Uzunkaya Sineması’nın
kışlık ve yazlık salonlarında, Belediye Sineması’nda izlemiştim çocukluğumun
unutulmaz filmlerini. Yine o yıllarda arka arkaya yazlık bahçe sinemaları
açılmıştı. Çamlık, Çınar, Kent bunlardan sadece birkaçıydı. 70’li yılların ilk
yarısında Kartal’da, hafızam beni yanıltmıyorsa dokuz tane sinema salonu vardı.
Masal gibi
yılların, masal sinemasıydı Yeşilçam. Nice unutulmayan yüz tanıdık, hayattan
beyazperdeye yansıyan görüntülerde, unutulmaz filmler izledik. Esas kızlar,
esas oğlanlar evlerimizin duvarlarını süsleyen kartpostallarda birer ikonaya
dönüştüler. Esas kızlar, esas oğlanlar kadar sevdik kötü adam ya da kötü kadın
suretinde perdeye yansıyan ve gönlümüzde yıldızlaşan Yeşilçam’ın iyi kalpli
oyuncularını.
Aslında bir
melek olan anneler, kanımızın hemen ısındığı, baba demek istediğimiz amcalar,
posbıyıklı zengin ve iyi kalpli fabrikatörler ve daha niceleri. Sanki sinemanın
kahramanları değil mahalle komşularımızdı onlar. Öylesine sahici, öylesine
inandırıcı ve bizden olan.
Her yaştan,
her kesimden insan için bir serüven ve şenlikti sinema o yıllarda. Bu
serüvende, yaşamdan perdeye yansıyan görüntüler, bizi kimi zaman fantastik bir
öyküyle başka dünyalara yolculuğa çıkarır, kimi zaman da hüznün ve mizahın iç
içe yaşandığı bireyin iç dünyasına. Düş bahçelerinin beyazperdesine yansıyan
hayal kahramanları, kalbimizden hayatımıza akar, örnek aldığımız kahramanlara
dönüşürdü.
Beyazperdede
izlediğim filmlerin etkisiyle hülyalara dalardım, sonraki yıllarda o filmlerde
izlediğim unutulmaz yüzlerin izini süreceğimden habersiz. Sinemanın yakıcı aşkı
o günlerde beni de içine almıştı.
Henüz
televizyonun evlere girmediği, yazlık ve kışlık sinemaların olduğu yıllardı.
Radyo tiyatrolarından, Kemalettin Tuğcu ve Kerime Nadir romanlarına, oradan
Yeşilçam filmlerinin büyülü dünyalarına gidip geliyorduk. O dünyaların yakıcı
hüznü bizi de kavuruyordu. Yeşilçam’ın unutulmaz filmleri, o filmlerin
unutulmaz oyuncuları hepimizi büyülü dünyalarına almışlardı. İnançlı
sinemacıların, her biri doğal yetenek olan oyuncuların olanaksızlıklar içinde
ortaya çıkardıkları filmler halk tarafından beğeniyle izleniyordu. Melodramlarda
ağlayan izleyici macera filmlerinde “esas oğlanın” kötü adamı dövdüğü
sahneleri, filmin kahramanını alkışlıyordu. İzleyici Kral Ayhan Işık’ı, Çirkin
Kral Yılmaz Güney’i, Malkoçoğlu Cüneyt Arkın’ı, Karaoğlan Kartal Tibet’i
alkışlarken, kötü adamlar yuhalanır, ıslıklanırdı.
1970’li
yılların başına kadar sürdü bu durum. Sonra büyü bozuldu. Birçok oyuncu
uzaklaştı Yeşilçam’dan. Gittikçe daha az film çekilir oldu. 60’lı, 70’li
yılların en büyük eğlencesi ve tek seçeneğiydi Yeşilçam filmleri.
Yılmaz
Güney’li, Cüneyt Arkın’lı filmler kadar Ayşecik’li, Ömercik’li, Yumurcak’lı
filmler de büyük ilgi görüyor, mutlu sona hep birlikte seviniliyordu. Ezilen,
horlanan, hep ağlayan Ayşecik’in, sevimli Ömercik’in, Afacan’ın, Yumurcak’ın,
Sezercik’in yanı sıra o filmlerin iyi, sevimli ve babacan insanları Vahi Öz,
Hulusi Kentmen, Necdet Tosun, Sami Hazinses, Suna Pekuysal, Nubar Terziyan,
Cevat Kurtuluş’la da bütünleşirdik.
“Bana annemi
versin, bütün servet onun olsun. Ben para pul istemiyorum, annemi istiyorum”
diyordu Yavrum filminde Ayşecik. Ayşecik Fakir Prenses filminde de babası o
doğmadan ölmüş, mahallede herkesin prenses dediği biridir. Günün birinde
prenses olur. O filmde de “ben sevdiğim insanlar arasında yaşayayım da varsın
fakir olayım” der.
Her şey
değişmişti ve bu değişimi en iyi Türk sineması yansıtıyordu. Geçmiş yıllarda
var olan güzellikler yok olmuş, değişmiş, yerini başka şeyler, yeni “yükselen
değerler” almıştı. Bunları, o filmleri izledikçe görüyorduk. Örneğin insanlar,
Üç Arkadaş filminde izlediği sevgi, dostluk ve dayanışma ruhunu, bugünün
dünyasında bulamıyordu. Birçoğumuz iyi insan olmayı, isyan etmeyi, mücadeleyi o
filmlerin kahramanlarından, Yılmaz Güney’den, Cüneyt Arkın’dan, Nubar
Terziyan’dan, İhsan Yüce’den öğrenerek büyümüştük. Oysa şimdi dünya farklıydı.
Bu farklılaşmayı, değişimi Tunç Başaran’ın Piano Piano Bacaksız filminde de
iliklerimize kadar irkilerek izliyoruz. Çok sevdiğim ve defalarca izlediğim bu
filmde değişim şu cümlelerle ne güzel anlatılıyordu: “Biz eskiden de açtık, ama
açlığı da adam gibi yaşıyorduk.”
Yarın Son
Gündür filminde Yılmaz Güney entelektüel bir gangsterdir. Senaryosunu kendi
yazdığı ve yönettiği filmde, kendisini tehdit eden Yakup Bey’e “belki artist
olurum, beni Yılmaz Güney’e benzetirler” der. Aldığı yanıt “yok canım sen o
kadar çirkin değilsin”dir. Filmin bir başka sahnesinde “biz usturanın her zaman
keskin tarafında yürüyoruz. Önümüzde mezarlıklar ve hapishaneler var” der.
Yılmaz Güney’in gerçek yaşamında da hep hapishaneler oldu. Güzel, sıcak insan
bakışlarıyla, boynunu yana eğmesi, oynadığı her rolün ona yakışması ve kendine
özgü çizgisiyle kendi kuşağını olduğu kadar kendinden sonra gelen kuşakları da
etkilemiş bir sinemacıydı Yılmaz Güney.
Yaşımız
ilerledikçe yönetmenleri tanıdık, sinemanın yaratıcılarını. Metin Erksan’ı,
Lütfi Akad’ı, Memduh Ün’ü, Atıf Yılmaz’ı, Halit Refiğ’i, Osman Seden’i...
Kamera arkasının isimli-isimsiz kahramanlarını tanıdık. Senarist, kameraman,
müzisyen, ışıkçı, set işçisi... Bülent Oran, Sefa Önal, Erdoğan Tünaş, Nedim
Otyam, Gani Turanlı...
Yeşilçam.
Sektör olamamış, artı değerini yaratamamış fakat iyi sinemacılarını, iyi
filmlerini yaratmış bir sinema. Büyük paraların dönmediği, sermaye sınıfının
hiçbir zaman yüz vermediği, desteklemediği fakat açlığı, yoksulluğu göze almış
aydın sinemacıların, sinemayı geliştirmek, daha iyi yerlere getirebilmek için
büyük çabalar harcadığı bir sinema.
Buna rağmen
yıllarca aydınlar, sanatçılar tarafından küçümsendi, görmezden gelindi, yok
sayıldı dahası alay konusu, mizah malzemesi yapıldı. Onlar için Yeşilçam,
gözyaşı döktüren melodramlardan ibaretti sadece ya da “Size baba diyebilir
miyim amca”lardan, “N’ayır, N’olamaz”lardan, klişelerden ibaretti. Klişeler ve
ucuz eğlence filmleri sanki sadece Yeşilçam’da vardı, Yeşilçam’a özgüydü.
Bütün bu
tavırlara rağmen Yeşilçam sineması ve o dönemin oyuncuları hep sevildi geniş
kitleler tarafından. O yılların kapı pencere kıran filmlerini, galalarını
hatırlayanlar bugün de büyük bir beğeniyle izliyorlar o filmleri. Geçmişi
kutsamak ya da inkâr etmek yerine, bugünün dünyasına geçmişin olumlu
değerlerini aktarmalıyız. Bu da geçmiş bilincinden soyutlanmış içi boş bir
nostalji edebiyatı ile yapılamaz. Sinema o günlerin erdemlerini, değerlerini,
insani ilişkilerini son derece “sahici” yansıtmıştı. O yüzden de bu kadar çok
sevildi, ilgi gördü. Örneğin birçok kişi için klişe ya da mizah malzemesi
olabilir fakat “Paranız sizin olsun, bana annemi verin yeter” diyen Ayşeciğin
sesinden, o günlerin naif insani duyguları, yaşama sevinci, gelecek umudu geniş
kitlelerce benimseniyor, paylaşılıyordu.
Nazım Hikmet,
Attila İlhan, Vedat Türkali, Kemal Tahir, Orhan Kemal, Yaşar Kemal gibi bir
elin parmakları kadar olan aydınlarımız dışında düşmanca tavır alındı Yeşilçam
dönemi sinemasına. Oysa kendi coğrafyasının kültürünü, sanatını, sinemasını
küçümseyen “batıcı” aydınlarımızın, özendikleri, örnek gösterdikleri,
karşısında ezilip komplekse girdikleri Batı sinemasında da iyi filmlerden,
sanat filmlerinden çok, popüler sinemanın, ticari sinemanın kötü örnekleri
ağırlıktaydı.
Elbette her
ülke sinemasında iyi filmler de olacaktır, kötü filmler de. Ticari sinema da
olacaktır, sanat sineması da. “Vizontele”ler de yapılacak, “Karpuz Kabuğundan
Gemiler Yapmak” ya da “Mayıs Sıkıntısı” da. Yeşilçam döneminde de elbette
birçok ‘kötü film’ yapıldı, ticari sinema sanat sinemasına çok az hayat hakkı
tanıdı. Buna rağmen o yıllarda ‘Üç Arkadaş’, ‘Yalnızlar Rıhtımı’, ‘Kanun
Namına’, ‘Gecelerin Ötesi’, ‘Kırık Çanaklar’, ‘Otobüs Yolcuları’, ‘Yılanların
Öcü’, ‘Şehirdeki Yabancı’, ‘Gurbet Kuşları’, ‘Susuz Yaz’ gibi önemli filmler yapılabiliyordu.
Yeşilçam’da
filmler bin bir zorlukla, yokluklar içinde, insan emeğine ve ‘yaratıcılığına’
dayanarak yapılıyordu. Bir avuç inançlı sinemacının, yönetmenin ve her biri
doğal yetenek olan oyuncuların, sinema emekçilerinin olanaksızlıklar içinde ortaya
çıkardıkları filmler, halk tarafından beğeniyle izleniyordu.
Sonra büyü
bozuldu. Gittikçe daha az film çekilir oldu. Seyirci salonlardan
uzaklaştı(rıldı). Arkasından çok kanallı televizyonlar ve videonun etkisiyle
kriz derinleşti, sinema salonları arka arkaya kapanmaya başladı. Birçok yapımcı
sinemadan kazandığı parayı sinemaya aktarmadı. “Han hamam” sahibi kimi
yapımcılar, işletmeciler, sinemacılar salonlar kapanırken, pazarı Amerikan
sinemasına kaptırırken sessiz kalmayı seçti. Birçok sinemacı para yok
gerekçesinin arkasına saklandı.
Yeşilçam
dönemi sinemasına karşı yeniden bir keşfediş yaşandı 90’lı yıllar ve
sonrasında. Bunda televizyonda gösterilen ‘eski’ filmlerin payı büyüktü. Belki
televizyonlar zamanında çok ucuza mal ettikleri için bu kadar çok film aldı ve
gösterdi. Ama zamanla bu anlamını yitirdi. Çünkü önemli olan izleyicinin
beğenmesiydi ve izleyici Yeşilçam filmlerini sahiplendi. O filmlerde
kendilerini buldular. Geçmişlerini, yitip giden erdemleri fark ettiler. Bugün
yaşanan her türlü insan ve doğa kirlenmesi, geçmiş değerlerin yok olması
insanları rahatsız eder hale gelmişti. Komşuluk ilişkileri kopmuş,
yabancılaşma, yalnızlaşma had safhaya çıkmış, geçmişin insani değerleri özlenir
hale gelmişti. Genç kuşaklar açısından da bu keşif önemli ve sevindiriciydi
elbette.
Fakat zamanla
bir modaya, “ranta” dönüştürüp, içini boşaltan, içi boş bir nostalji
edebiyatına çevirenler de oluştu, en az küçümseyenler ve yok sayanlar kadar
zarar vermeye başladı. Bazıları televizyon programlarına çıkıp “Malzeme
sıkıntısı yok o yüzden Yeşilçam ağırlıklı işler yapıyorum” gibi cümleler
kurabiliyordu. Malzeme hazırdı ve para ediyordu nasılsa o günlerde. Emek
harcamadan ranta çevrilebiliyordu. Akbabalık yapmanın dönemi olamazdı. Yeşilçam
da, onlar için sadece bir malzemeydi sonuçta.
GELDİK
BUGÜNLERE
Popüler
Yeşilçam filmleri dönemi bitmiş, yeni bir dönem başlamıştı. Yetmişli yılların
ilk yarısında başlamıştı Yeşilçam’ın ‘çöküş’ serüveni. Birçok oyuncu, yönetmen
sinemadan uzaklaşmıştı. Televizyonun evlere girmesiyle de, eski Yeşilçam
televizyonda sürdürmeye başlamıştı varlığını filmlerle, dizilerle. 80’lerden,
90’lardan bu yana salonlarda izleyici arayan sinema ise, Yeşilçam’ın geçmiş
yıllarda örneğin Metin Erksan, Lütfi Akad, Memduh Ün, Atıf Yılmaz, Halit Refiğ,
Yılmaz Güney gibi yönetmenlerinde ruh bulan muhalif, yenilikçi damarı
diyebiliriz.
Popüler
Yeşilçam filmleri diziler olarak televizyonda sürüyordu. Artık yönetmen
sineması iyi oyuncu, kötü oyuncu vardı... Sinemanın krizi aşılamamıştı fakat
yeni bir “kuşak” da yetişmişti oyuncusuyla, yönetmeniyle, birçok “eski” usta
yönetmenimizin ve oyuncularımızın yanı sıra. Yeniden iyi filmler yapılıyor,
seyirci salonlara dönüyor ve “yerli filmleri” izliyordu.
Ne mutlu...
Çok yaşasın sinema…
Not: Evrensel Pazar için Yeşilçam
dosyası hazırlarken “Yeşilçam neyi temsil ediyordu, bugüne ne kaldı?” sorusunun
yanıtını aradık. Dosyaya katkıda bulunan çok değerli Kaya Özkaracalar ve Rıza
Kıraç’tan “Yeşilçam sinemasının sizdeki karşılığı nedir?” sorusuna da yanıt
vermelerini istedik, Yeşilçam sonrası (Post-Yeşilçam) sinemayı nasıl
değerlendirdiklerini de sorduk. Ayrıca Türkiye sineması üzerine araştırmalar
yapan, yazılar yazan senarist Hüseyin Kuzu’nun (izniyle) [“Sinemanın “Zorunlu”
ve “Gönüllü” “Yakın-İzler-Çevre”si] başlıklı yazısına da dosyaya katkı
sağlayacağını düşündüğümüzden yer verdik.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder