19 Mart 2020 Perşembe

YEŞİLÇAM


BÜYÜLÜ DÜNYA YEŞİLÇAM 
Yeşilçam Sokağı
Çocukluğumun geçtiği Kartal’ın rutubet kokulu Kömürlük Sineması’nda, Uzunkaya Sineması’nın kışlık ve yazlık salonlarında, Belediye Sineması’nda izlemiştim çocukluğumun unutulmaz filmlerini. Yine o yıllarda arka arkaya yazlık bahçe sinemaları açılmıştı. Çamlık, Çınar, Kent bunlardan sadece birkaçıydı. 70’li yılların ilk yarısında Kartal’da, hafızam beni yanıltmıyorsa dokuz tane sinema salonu vardı.
Masal gibi yılların, masal sinemasıydı Yeşilçam. Nice unutulmayan yüz tanıdık, hayattan beyazperdeye yansıyan görüntülerde, unutulmaz filmler izledik. Esas kızlar, esas oğlanlar evlerimizin duvarlarını süsleyen kartpostallarda birer ikonaya dönüştüler. Esas kızlar, esas oğlanlar kadar sevdik kötü adam ya da kötü kadın suretinde perdeye yansıyan ve gönlümüzde yıldızlaşan Yeşilçam’ın iyi kalpli oyuncularını.
Aslında bir melek olan anneler, kanımızın hemen ısındığı, baba demek istediğimiz amcalar, posbıyıklı zengin ve iyi kalpli fabrikatörler ve daha niceleri. Sanki sinemanın kahramanları değil mahalle komşularımızdı onlar. Öylesine sahici, öylesine inandırıcı ve bizden olan.
Her yaştan, her kesimden insan için bir serüven ve şenlikti sinema o yıllarda. Bu serüvende, yaşamdan perdeye yansıyan görüntüler, bizi kimi zaman fantastik bir öyküyle başka dünyalara yolculuğa çıkarır, kimi zaman da hüznün ve mizahın iç içe yaşandığı bireyin iç dünyasına. Düş bahçelerinin beyazperdesine yansıyan hayal kahramanları, kalbimizden hayatımıza akar, örnek aldığımız kahramanlara dönüşürdü.
Beyazperdede izlediğim filmlerin etkisiyle hülyalara dalardım, sonraki yıllarda o filmlerde izlediğim unutulmaz yüzlerin izini süreceğimden habersiz. Sinemanın yakıcı aşkı o günlerde beni de içine almıştı.
Henüz televizyonun evlere girmediği, yazlık ve kışlık sinemaların olduğu yıllardı. Radyo tiyatrolarından, Kemalettin Tuğcu ve Kerime Nadir romanlarına, oradan Yeşilçam filmlerinin büyülü dünyalarına gidip geliyorduk. O dünyaların yakıcı hüznü bizi de kavuruyordu. Yeşilçam’ın unutulmaz filmleri, o filmlerin unutulmaz oyuncuları hepimizi büyülü dünyalarına almışlardı. İnançlı sinemacıların, her biri doğal yetenek olan oyuncuların olanaksızlıklar içinde ortaya çıkardıkları filmler halk tarafından beğeniyle izleniyordu. Melodramlarda ağlayan izleyici macera filmlerinde “esas oğlanın” kötü adamı dövdüğü sahneleri, filmin kahramanını alkışlıyordu. İzleyici Kral Ayhan Işık’ı, Çirkin Kral Yılmaz Güney’i, Malkoçoğlu Cüneyt Arkın’ı, Karaoğlan Kartal Tibet’i alkışlarken, kötü adamlar yuhalanır, ıslıklanırdı.
1970’li yılların başına kadar sürdü bu durum. Sonra büyü bozuldu. Birçok oyuncu uzaklaştı Yeşilçam’dan. Gittikçe daha az film çekilir oldu. 60’lı, 70’li yılların en büyük eğlencesi ve tek seçeneğiydi Yeşilçam filmleri.
Yılmaz Güney’li, Cüneyt Arkın’lı filmler kadar Ayşecik’li, Ömercik’li, Yumurcak’lı filmler de büyük ilgi görüyor, mutlu sona hep birlikte seviniliyordu. Ezilen, horlanan, hep ağlayan Ayşecik’in, sevimli Ömercik’in, Afacan’ın, Yumurcak’ın, Sezercik’in yanı sıra o filmlerin iyi, sevimli ve babacan insanları Vahi Öz, Hulusi Kentmen, Necdet Tosun, Sami Hazinses, Suna Pekuysal, Nubar Terziyan, Cevat Kurtuluş’la da bütünleşirdik.
“Bana annemi versin, bütün servet onun olsun. Ben para pul istemiyorum, annemi istiyorum” diyordu Yavrum filminde Ayşecik. Ayşecik Fakir Prenses filminde de babası o doğmadan ölmüş, mahallede herkesin prenses dediği biridir. Günün birinde prenses olur. O filmde de “ben sevdiğim insanlar arasında yaşayayım da varsın fakir olayım” der.
Her şey değişmişti ve bu değişimi en iyi Türk sineması yansıtıyordu. Geçmiş yıllarda var olan güzellikler yok olmuş, değişmiş, yerini başka şeyler, yeni “yükselen değerler” almıştı. Bunları, o filmleri izledikçe görüyorduk. Örneğin insanlar, Üç Arkadaş filminde izlediği sevgi, dostluk ve dayanışma ruhunu, bugünün dünyasında bulamıyordu. Birçoğumuz iyi insan olmayı, isyan etmeyi, mücadeleyi o filmlerin kahramanlarından, Yılmaz Güney’den, Cüneyt Arkın’dan, Nubar Terziyan’dan, İhsan Yüce’den öğrenerek büyümüştük. Oysa şimdi dünya farklıydı. Bu farklılaşmayı, değişimi Tunç Başaran’ın Piano Piano Bacaksız filminde de iliklerimize kadar irkilerek izliyoruz. Çok sevdiğim ve defalarca izlediğim bu filmde değişim şu cümlelerle ne güzel anlatılıyordu: “Biz eskiden de açtık, ama açlığı da adam gibi yaşıyorduk.”
Yarın Son Gündür filminde Yılmaz Güney entelektüel bir gangsterdir. Senaryosunu kendi yazdığı ve yönettiği filmde, kendisini tehdit eden Yakup Bey’e “belki artist olurum, beni Yılmaz Güney’e benzetirler” der. Aldığı yanıt “yok canım sen o kadar çirkin değilsin”dir. Filmin bir başka sahnesinde “biz usturanın her zaman keskin tarafında yürüyoruz. Önümüzde mezarlıklar ve hapishaneler var” der. Yılmaz Güney’in gerçek yaşamında da hep hapishaneler oldu. Güzel, sıcak insan bakışlarıyla, boynunu yana eğmesi, oynadığı her rolün ona yakışması ve kendine özgü çizgisiyle kendi kuşağını olduğu kadar kendinden sonra gelen kuşakları da etkilemiş bir sinemacıydı Yılmaz Güney.
Yaşımız ilerledikçe yönetmenleri tanıdık, sinemanın yaratıcılarını. Metin Erksan’ı, Lütfi Akad’ı, Memduh Ün’ü, Atıf Yılmaz’ı, Halit Refiğ’i, Osman Seden’i... Kamera arkasının isimli-isimsiz kahramanlarını tanıdık. Senarist, kameraman, müzisyen, ışıkçı, set işçisi... Bülent Oran, Sefa Önal, Erdoğan Tünaş, Nedim Otyam, Gani Turanlı...
Yeşilçam. Sektör olamamış, artı değerini yaratamamış fakat iyi sinemacılarını, iyi filmlerini yaratmış bir sinema. Büyük paraların dönmediği, sermaye sınıfının hiçbir zaman yüz vermediği, desteklemediği fakat açlığı, yoksulluğu göze almış aydın sinemacıların, sinemayı geliştirmek, daha iyi yerlere getirebilmek için büyük çabalar harcadığı bir sinema.
Buna rağmen yıllarca aydınlar, sanatçılar tarafından küçümsendi, görmezden gelindi, yok sayıldı dahası alay konusu, mizah malzemesi yapıldı. Onlar için Yeşilçam, gözyaşı döktüren melodramlardan ibaretti sadece ya da “Size baba diyebilir miyim amca”lardan, “N’ayır, N’olamaz”lardan, klişelerden ibaretti. Klişeler ve ucuz eğlence filmleri sanki sadece Yeşilçam’da vardı, Yeşilçam’a özgüydü.
Bütün bu tavırlara rağmen Yeşilçam sineması ve o dönemin oyuncuları hep sevildi geniş kitleler tarafından. O yılların kapı pencere kıran filmlerini, galalarını hatırlayanlar bugün de büyük bir beğeniyle izliyorlar o filmleri. Geçmişi kutsamak ya da inkâr etmek yerine, bugünün dünyasına geçmişin olumlu değerlerini aktarmalıyız. Bu da geçmiş bilincinden soyutlanmış içi boş bir nostalji edebiyatı ile yapılamaz. Sinema o günlerin erdemlerini, değerlerini, insani ilişkilerini son derece “sahici” yansıtmıştı. O yüzden de bu kadar çok sevildi, ilgi gördü. Örneğin birçok kişi için klişe ya da mizah malzemesi olabilir fakat “Paranız sizin olsun, bana annemi verin yeter” diyen Ayşeciğin sesinden, o günlerin naif insani duyguları, yaşama sevinci, gelecek umudu geniş kitlelerce benimseniyor, paylaşılıyordu.
Nazım Hikmet, Attila İlhan, Vedat Türkali, Kemal Tahir, Orhan Kemal, Yaşar Kemal gibi bir elin parmakları kadar olan aydınlarımız dışında düşmanca tavır alındı Yeşilçam dönemi sinemasına. Oysa kendi coğrafyasının kültürünü, sanatını, sinemasını küçümseyen “batıcı” aydınlarımızın, özendikleri, örnek gösterdikleri, karşısında ezilip komplekse girdikleri Batı sinemasında da iyi filmlerden, sanat filmlerinden çok, popüler sinemanın, ticari sinemanın kötü örnekleri ağırlıktaydı.
Elbette her ülke sinemasında iyi filmler de olacaktır, kötü filmler de. Ticari sinema da olacaktır, sanat sineması da. “Vizontele”ler de yapılacak, “Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak” ya da “Mayıs Sıkıntısı” da. Yeşilçam döneminde de elbette birçok ‘kötü film’ yapıldı, ticari sinema sanat sinemasına çok az hayat hakkı tanıdı. Buna rağmen o yıllarda ‘Üç Arkadaş’, ‘Yalnızlar Rıhtımı’, ‘Kanun Namına’, ‘Gecelerin Ötesi’, ‘Kırık Çanaklar’, ‘Otobüs Yolcuları’, ‘Yılanların Öcü’, ‘Şehirdeki Yabancı’, ‘Gurbet Kuşları’, ‘Susuz Yaz’ gibi önemli filmler yapılabiliyordu.
Yeşilçam’da filmler bin bir zorlukla, yokluklar içinde, insan emeğine ve ‘yaratıcılığına’ dayanarak yapılıyordu. Bir avuç inançlı sinemacının, yönetmenin ve her biri doğal yetenek olan oyuncuların, sinema emekçilerinin olanaksızlıklar içinde ortaya çıkardıkları filmler, halk tarafından beğeniyle izleniyordu.
Sonra büyü bozuldu. Gittikçe daha az film çekilir oldu. Seyirci salonlardan uzaklaştı(rıldı). Arkasından çok kanallı televizyonlar ve videonun etkisiyle kriz derinleşti, sinema salonları arka arkaya kapanmaya başladı. Birçok yapımcı sinemadan kazandığı parayı sinemaya aktarmadı. “Han hamam” sahibi kimi yapımcılar, işletmeciler, sinemacılar salonlar kapanırken, pazarı Amerikan sinemasına kaptırırken sessiz kalmayı seçti. Birçok sinemacı para yok gerekçesinin arkasına saklandı.
Yeşilçam dönemi sinemasına karşı yeniden bir keşfediş yaşandı 90’lı yıllar ve sonrasında. Bunda televizyonda gösterilen ‘eski’ filmlerin payı büyüktü. Belki televizyonlar zamanında çok ucuza mal ettikleri için bu kadar çok film aldı ve gösterdi. Ama zamanla bu anlamını yitirdi. Çünkü önemli olan izleyicinin beğenmesiydi ve izleyici Yeşilçam filmlerini sahiplendi. O filmlerde kendilerini buldular. Geçmişlerini, yitip giden erdemleri fark ettiler. Bugün yaşanan her türlü insan ve doğa kirlenmesi, geçmiş değerlerin yok olması insanları rahatsız eder hale gelmişti. Komşuluk ilişkileri kopmuş, yabancılaşma, yalnızlaşma had safhaya çıkmış, geçmişin insani değerleri özlenir hale gelmişti. Genç kuşaklar açısından da bu keşif önemli ve sevindiriciydi elbette.
Fakat zamanla bir modaya, “ranta” dönüştürüp, içini boşaltan, içi boş bir nostalji edebiyatına çevirenler de oluştu, en az küçümseyenler ve yok sayanlar kadar zarar vermeye başladı. Bazıları televizyon programlarına çıkıp “Malzeme sıkıntısı yok o yüzden Yeşilçam ağırlıklı işler yapıyorum” gibi cümleler kurabiliyordu. Malzeme hazırdı ve para ediyordu nasılsa o günlerde. Emek harcamadan ranta çevrilebiliyordu. Akbabalık yapmanın dönemi olamazdı. Yeşilçam da, onlar için sadece bir malzemeydi sonuçta.
GELDİK BUGÜNLERE
Popüler Yeşilçam filmleri dönemi bitmiş, yeni bir dönem başlamıştı. Yetmişli yılların ilk yarısında başlamıştı Yeşilçam’ın ‘çöküş’ serüveni. Birçok oyuncu, yönetmen sinemadan uzaklaşmıştı. Televizyonun evlere girmesiyle de, eski Yeşilçam televizyonda sürdürmeye başlamıştı varlığını filmlerle, dizilerle. 80’lerden, 90’lardan bu yana salonlarda izleyici arayan sinema ise, Yeşilçam’ın geçmiş yıllarda örneğin Metin Erksan, Lütfi Akad, Memduh Ün, Atıf Yılmaz, Halit Refiğ, Yılmaz Güney gibi yönetmenlerinde ruh bulan muhalif, yenilikçi damarı diyebiliriz.
Popüler Yeşilçam filmleri diziler olarak televizyonda sürüyordu. Artık yönetmen sineması iyi oyuncu, kötü oyuncu vardı... Sinemanın krizi aşılamamıştı fakat yeni bir “kuşak” da yetişmişti oyuncusuyla, yönetmeniyle, birçok “eski” usta yönetmenimizin ve oyuncularımızın yanı sıra. Yeniden iyi filmler yapılıyor, seyirci salonlara dönüyor ve “yerli filmleri” izliyordu.
Ne mutlu... Çok yaşasın sinema…
Not: Evrensel Pazar için Yeşilçam dosyası hazırlarken “Yeşilçam neyi temsil ediyordu, bugüne ne kaldı?” sorusunun yanıtını aradık. Dosyaya katkıda bulunan çok değerli Kaya Özkaracalar ve Rıza Kıraç’tan “Yeşilçam sinemasının sizdeki karşılığı nedir?” sorusuna da yanıt vermelerini istedik, Yeşilçam sonrası (Post-Yeşilçam) sinemayı nasıl değerlendirdiklerini de sorduk. Ayrıca Türkiye sineması üzerine araştırmalar yapan, yazılar yazan senarist Hüseyin Kuzu’nun (izniyle) [“Sinemanın “Zorunlu” ve “Gönüllü” “Yakın-İzler-Çevre”si] başlıklı yazısına da dosyaya katkı sağlayacağını düşündüğümüzden yer verdik.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder