19 Mart 2020 Perşembe

HAYATI BELGELEMEK


 (31 Ağustos 2013)
Belgesel sinema için geleceğin sineması denir. Belki de bütün zamanların sineması denebilir. Sinema -belgesel sinema değilse de- belge filmlerle başlamıştı. Kısa sürede öykülü anlatıya dönüşen, G. Melies, E. Porter, D. W. Griffith gibi ilk düşbazlarıyla bilimsel buluştan yedinci sanata evrilen sinema, ilk ticari başarısından günümüze ticari kaygılı “eğlence aracı” olarak gelişerek sürdürür varlığını. Yedinci sanat sinema, aynı zamanda en etkili, en yaygın sanat dalı olarak da 1900’lerin başından bu yana önemli bir yol aldı.
Egemen sinema biçimi, bugün klasik sinema da diyebileceğimiz öykülü sinemaydı. Belgesel sinemanın sinema içinde çeşitli türleriyle ayrı bir yeri vardı fakat olması gereken değeri, ilgiyi görmedi, olması gereken yerde olamadı. Yine ticari nedenlerle seanslara bölünen, süre sınırlaması getirilen sinema salonları, bu zaman dilimine göre üretilen (daha çok ticari) öykülü filmlere açtı kapılarını. Kısa film izleme olanağı olmayan salonlarda -yine ticari nedenlerle- belgesel film de izleyemiyorduk. Oysa her film öncesi bir-iki kısa film gösterilmesi olanaklıydı. Ne sinema birlikleri/örgütleri ne, sinemacılar, kısa filmciler ne de dağıtım şirketleri buna göre yapılanmışlar, çalışma yapmışlardı.
Sinema salonunda gösterilmeye uygun çekilmeyen (süre ve teknik v.b.) belgesel filmlerin gösterim olanağı bulabilmesi daha da zordu. Özel televizyonların belgesel sinemaya yer vermemesi, dahası ceza yakın geçmişteki uygulamayı anımsarsak RTÜK’ün verdiği ekran karartma cezasında, ceza süresince belgesel film gösteriliyordu ‘ceza olarak.’
Oysa belgesel sinema hayatın, gerçeğin kendisi, toplumların ortak hafızası, bilinçaltıydı. Bunu Gezi ile başlayan ayaklanma sürecinde bir kez daha gördük. Binlerce belge film diyebileceğimiz video kaydı çıktı ortaya, sosyal medyada, televizyon kanallarında paylaşıldı, bizlere ulaştı. Belge filmlerin/görüntülerin dışında belgesel sinemacıların ürettiği belgesel filmleri, televizyon kanallarının haber belgesellerini izledik. Bu süreçte sinemacı ya da görsel medyada çalışan arkadaşların kaydettiği görüntüler, ürettiği belgesel filmler ortak toplumsal hafızanın oluşması, bugünün belgelenmesi, yarına aktarılması işlevi görüyordu. Yaşananlar belgelendi, belleklere eklendi.
Toplumu yeniden yapılandırmak üzere yapılan 12 Eylül darbesiyle, 12 Eylül sabahından bu güne dek süren Eylülist yıllarda, geçmişte oluşan ortak toplumsal hafızanın yok edilmesi için insanlık dışı uygulamalara girişmişti darbeciler/devlet. Toplumu yeniden örgütleyen küresel/yerel egemen güçler devşirdikleri, yetiştirdikleri toplum mühendislerinin, hayat bilirkişilerinin ‘kitlesel beyin yıkama’ araçları medyalarının desteğinde ‘başarılı  perasyonlar’ yaparlar. Yeniden yaratılan, uyumlu, itaatkâr ve hafızası yok edilmiş toplumun baş kaldırmayacağı düşünülür.
90’lı yıllara gelindiğinde, yakın geçmişin yerine uzak geçmiş sunulur, yenidünya düzeninin yükselen değerleri pompalanır, egemen olması sağlanır. Bu da zor olmaz. Darbe sonrası apolitikleştirilmiş bir toplum ve silikleştirilmiş bir toplumsal hafıza söz konusudur. Geçmiş ve özellikle yakın geçmişin değerleri/erdemleri ürkülmesi, uzak durulması gereken, ‘yerine göre suç’ oluşturan unsurlara dönüştürülür. 80 öncesinin örgütlü, politik toplumundan, dayanışmadan söz etmek korkulan bir durum olur; ‘örgüt/örgütlülük fobisi yaratılır.
Toplumsal hafızanın silinmesiyle oluşan bellek kaybı, oluşan/pompalanan uzak geçmişe özlem kültürüyle daha da silikleştirilir. İçi boş bir ‘nostalji’ kültürü yaratılır, başta televizyon olmak üzere medya marifetiyle yaygınlaştırılır. Böylece yakın geçmişte yaşanan darbe ve darbenin yarattığı tahribat gözlerden/bilinçten uzak tutulur. 1970’lerin ikinci yarısından başlayarak günümüze dek yaşanan önemli tarihsel olaylar, toplumsal muhalefet, dönüşümler yaratılan ilgisizlikle, perdelemeyle yok saymaya, unutma eğilimine terk edilir.
Sanatın hayatla, sokakla buluştuğu ayaklanma sürecinde darbelerin de bilinçaltını yok edemediğini gördük. Gezi ayaklanmasının bir hafıza tazelenmesi yarattığını söyleyebiliriz. Dayanışma, dostluk, paylaşım gibi değerler/erdemler hatırlandı yeniden üretildi, çoğaltıldı.
SALYANGOZ SATICISI OLMAK
Gezi ayaklanması sürecinde birçok şey konuşuldu, konuşuluyor. Konuşulanlar içinde yeni ve ilk gibi kavramlar, tanımlar da çokça kullanıldı. Gezi ayaklanması çokça yeniliği/farklılığı içeren bir süreçti fakat birçok açıdan bir ‘ilk’ değildi. Örneğin ilk ayaklanma değildi bu ülkede yaşanan; ilk başkaldırı, ilk direniş değildi. Fırat’ın doğusunda yıllardır yaşanan ayaklanmayı görmezden gelerek ilk demek doğru olmaz. İlk başkaldırı ya da direniş de değildi. Yakın geçmişte yaşanan Tekel direnişini, görece ‘uzak geçmişteki’ Tariş direnişini, Kavel, Profilo grevlerini, 15-16 Haziran İşçi ayaklanmasını yok sayarak “ilk” demek  de doğru olmaz.
Sanat ve sanatçılar da ilk kez sokağa çıkmıyordu. 68 ayaklanması ve sonrasında 70’li yılların yükselen toplumsal muhalefeti içinde sokağa çıkan öğrencilerin, işçilerin halk yığınlarının içinde müzisyeninden, tiyatro topluluklarına, sinemacılara kadar sanatçılar da vardı. Sokak tiyatrosu yapan tiyatrocular ve Genç Sinema hareketi bunun en önemli örnekleridir.
Hayatın/tarihin diyalektiği içinde her gün yeni bir gündür ama öncesi ve sonrası da vardır; her yeni ‘sonrayı içerdiği’ gibi eskiyi de barındırır. 68 olmasa 78 olabilir miydi? Tekel direnişi, 1 Mayıs, Emek Sineması direnişleri Gezi ayaklanmasının hazırlayıcısı değil midir? Yeni ya da yeniden diyebileceklerimize “ilk” diyerek iktidarların belleksizleştirme, geçmişi yok sayma çabasına -istemeden de olsa- katkı vermiş oluruz. Gezi ayaklanması sürecinde belgesel sinemacılar hayatı belgeleyen, görüntüleyen yüzlerce insan gibi sokaktaydı, yaşanmışlıkları belgelemek, toplumsal hafızayı canlı tutmak, uzakta olana ve yarına aktarmak için kayıttaydı.
Belgesel sinemacı için yaşamsal bir ihtiyaç/zorunluluk gibi olan hayatı belgelemek, gelişen teknoloji ve etkisini, önemini son yıllarda yaşanan her toplumsal olayda daha da gördüğümüz sosyal medya nedeniyle sanki sokaktaki her insan için de bir ihtiyaç ya da zorunluluğa dönüşüyor. Örneğin devlet terörünü, uygulanan polis şiddetini penceresinden görüntüleyen ya da yaşanan direnişi kaydedip bizlere ulaştıran herkes geleceğin sinemasına, belgesel sinemaya katkı sağlıyor diyebiliriz. Belleklere yeni belgeler eklemek, toplumsal hafızayı canlı tutabilmek için hayatı belgelemek, yaşananları kayda almak önemli.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder