(31 Ağustos
2013)
Belgesel
sinema için geleceğin sineması denir. Belki de bütün zamanların sineması
denebilir. Sinema -belgesel sinema değilse de- belge filmlerle başlamıştı. Kısa
sürede öykülü anlatıya dönüşen, G. Melies, E. Porter, D. W. Griffith gibi ilk
düşbazlarıyla bilimsel buluştan yedinci sanata evrilen sinema, ilk ticari
başarısından günümüze ticari kaygılı “eğlence aracı” olarak gelişerek sürdürür
varlığını. Yedinci sanat sinema, aynı zamanda en etkili, en yaygın sanat dalı
olarak da 1900’lerin başından bu yana önemli bir yol aldı.
Egemen sinema biçimi, bugün klasik sinema da diyebileceğimiz öykülü sinemaydı.
Belgesel sinemanın sinema içinde çeşitli türleriyle ayrı bir yeri vardı fakat
olması gereken değeri, ilgiyi görmedi, olması gereken yerde olamadı. Yine
ticari nedenlerle seanslara bölünen, süre sınırlaması getirilen sinema
salonları, bu zaman dilimine göre üretilen (daha çok ticari) öykülü filmlere
açtı kapılarını. Kısa film izleme olanağı olmayan salonlarda -yine ticari
nedenlerle- belgesel film de izleyemiyorduk. Oysa her film öncesi bir-iki kısa
film gösterilmesi olanaklıydı. Ne sinema birlikleri/örgütleri ne, sinemacılar,
kısa filmciler ne de dağıtım şirketleri buna göre yapılanmışlar, çalışma
yapmışlardı.
Sinema
salonunda gösterilmeye uygun çekilmeyen (süre ve teknik v.b.) belgesel
filmlerin gösterim olanağı bulabilmesi daha da zordu. Özel televizyonların
belgesel sinemaya yer vermemesi, dahası ceza yakın geçmişteki uygulamayı
anımsarsak RTÜK’ün verdiği ekran karartma cezasında, ceza süresince belgesel
film gösteriliyordu ‘ceza olarak.’
Oysa belgesel sinema hayatın, gerçeğin kendisi, toplumların ortak hafızası,
bilinçaltıydı. Bunu Gezi ile başlayan ayaklanma sürecinde bir kez daha gördük.
Binlerce belge film diyebileceğimiz video kaydı çıktı ortaya, sosyal medyada,
televizyon kanallarında paylaşıldı, bizlere ulaştı. Belge
filmlerin/görüntülerin dışında belgesel sinemacıların ürettiği belgesel
filmleri, televizyon kanallarının haber belgesellerini izledik. Bu süreçte
sinemacı ya da görsel medyada çalışan arkadaşların kaydettiği görüntüler,
ürettiği belgesel filmler ortak toplumsal hafızanın oluşması, bugünün
belgelenmesi, yarına aktarılması işlevi görüyordu. Yaşananlar belgelendi,
belleklere eklendi.
Toplumu
yeniden yapılandırmak üzere yapılan 12 Eylül darbesiyle, 12 Eylül sabahından bu
güne dek süren Eylülist yıllarda, geçmişte oluşan ortak toplumsal hafızanın yok
edilmesi için insanlık dışı uygulamalara girişmişti darbeciler/devlet. Toplumu
yeniden örgütleyen küresel/yerel egemen güçler devşirdikleri, yetiştirdikleri
toplum mühendislerinin, hayat bilirkişilerinin ‘kitlesel beyin yıkama’ araçları
medyalarının desteğinde ‘başarılı perasyonlar’
yaparlar. Yeniden yaratılan, uyumlu, itaatkâr ve hafızası yok edilmiş toplumun
baş kaldırmayacağı düşünülür.
90’lı yıllara
gelindiğinde, yakın geçmişin yerine uzak geçmiş sunulur, yenidünya düzeninin
yükselen değerleri pompalanır, egemen olması sağlanır. Bu da zor olmaz. Darbe
sonrası apolitikleştirilmiş bir toplum ve silikleştirilmiş bir toplumsal hafıza
söz konusudur. Geçmiş ve özellikle yakın geçmişin değerleri/erdemleri
ürkülmesi, uzak durulması gereken, ‘yerine göre suç’ oluşturan unsurlara
dönüştürülür. 80 öncesinin örgütlü, politik toplumundan, dayanışmadan söz etmek
korkulan bir durum olur; ‘örgüt/örgütlülük fobisi yaratılır.
Toplumsal hafızanın silinmesiyle oluşan bellek kaybı, oluşan/pompalanan uzak
geçmişe özlem kültürüyle daha da silikleştirilir. İçi boş bir ‘nostalji’
kültürü yaratılır, başta televizyon olmak üzere medya marifetiyle
yaygınlaştırılır. Böylece yakın geçmişte yaşanan darbe ve darbenin yarattığı
tahribat gözlerden/bilinçten uzak tutulur. 1970’lerin ikinci yarısından
başlayarak günümüze dek yaşanan önemli tarihsel olaylar, toplumsal muhalefet,
dönüşümler yaratılan ilgisizlikle, perdelemeyle yok saymaya, unutma eğilimine
terk edilir.
Sanatın hayatla, sokakla buluştuğu ayaklanma sürecinde darbelerin de
bilinçaltını yok edemediğini gördük. Gezi ayaklanmasının bir hafıza tazelenmesi
yarattığını söyleyebiliriz. Dayanışma, dostluk, paylaşım gibi değerler/erdemler
hatırlandı yeniden üretildi, çoğaltıldı.
SALYANGOZ
SATICISI OLMAK
Gezi
ayaklanması sürecinde birçok şey konuşuldu, konuşuluyor. Konuşulanlar içinde
yeni ve ilk gibi kavramlar, tanımlar da çokça kullanıldı. Gezi ayaklanması
çokça yeniliği/farklılığı içeren bir süreçti fakat birçok açıdan bir ‘ilk’
değildi. Örneğin ilk ayaklanma değildi bu ülkede yaşanan; ilk başkaldırı, ilk
direniş değildi. Fırat’ın doğusunda yıllardır yaşanan ayaklanmayı görmezden
gelerek ilk demek doğru olmaz. İlk başkaldırı ya da direniş de değildi. Yakın
geçmişte yaşanan Tekel direnişini, görece ‘uzak geçmişteki’ Tariş direnişini,
Kavel, Profilo grevlerini, 15-16 Haziran İşçi ayaklanmasını yok sayarak “ilk”
demek de doğru olmaz.
Sanat ve sanatçılar da ilk kez sokağa çıkmıyordu. 68 ayaklanması ve sonrasında
70’li yılların yükselen toplumsal muhalefeti içinde sokağa çıkan öğrencilerin,
işçilerin halk yığınlarının içinde müzisyeninden, tiyatro topluluklarına,
sinemacılara kadar sanatçılar da vardı. Sokak tiyatrosu yapan tiyatrocular ve Genç
Sinema hareketi bunun en önemli örnekleridir.
Hayatın/tarihin
diyalektiği içinde her gün yeni bir gündür ama öncesi ve sonrası da vardır; her
yeni ‘sonrayı içerdiği’ gibi eskiyi de barındırır. 68 olmasa 78 olabilir miydi?
Tekel direnişi, 1 Mayıs, Emek Sineması direnişleri Gezi ayaklanmasının
hazırlayıcısı değil midir? Yeni ya da yeniden diyebileceklerimize “ilk” diyerek
iktidarların belleksizleştirme, geçmişi yok sayma çabasına -istemeden de olsa-
katkı vermiş oluruz. Gezi ayaklanması sürecinde belgesel sinemacılar hayatı
belgeleyen, görüntüleyen yüzlerce insan gibi sokaktaydı, yaşanmışlıkları
belgelemek, toplumsal hafızayı canlı tutmak, uzakta olana ve yarına aktarmak
için kayıttaydı.
Belgesel
sinemacı için yaşamsal bir ihtiyaç/zorunluluk gibi olan hayatı belgelemek,
gelişen teknoloji ve etkisini, önemini son yıllarda yaşanan her toplumsal
olayda daha da gördüğümüz sosyal medya nedeniyle sanki sokaktaki her insan için
de bir ihtiyaç ya da zorunluluğa dönüşüyor. Örneğin devlet terörünü, uygulanan
polis şiddetini penceresinden görüntüleyen ya da yaşanan direnişi kaydedip
bizlere ulaştıran herkes geleceğin sinemasına, belgesel sinemaya katkı sağlıyor
diyebiliriz. Belleklere yeni belgeler eklemek, toplumsal hafızayı canlı
tutabilmek için hayatı belgelemek, yaşananları kayda almak önemli.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder