1968
baharının ardından sancılı yıllar yaşanır. Devleti yönetenler yükselen
muhalefeti bastırmak için kan dökmüşler, can yakmışlardır. Çocukluk yıllarında
darbe görmüş, sıkıyönetim koşullarında ‘yaşamayı öğrenmiştik.
Ortaokulda
politik seçimimi yapmış, duruşumu belirlemiştim. Sosyal demokrat ailemin, evde
bağıra bağıra Nazım Hikmet şiirleri okuyan amcamın etkisiyle sola yatkınlığım,
12 Mart darbesinin ardından gelişen yeniden yapılanma ve saflaşma içinde
çocukluk yıllarımda dev gibi gençler sandığım, yaşım ilerledikçe onların dev
gibi yürekleri ve düşleri olduğunu düşündüğüm gençlerin safında yer almamı
sağlamıştı.
Dev gibi
düşleri olan gençleri seviyor, açtıkları yoldan yürüyor, dev gibi düşler ve
düşlediğimiz başka bir dünya için kök salacak çınarlar büyütüyorduk içimizde.
Henüz yarattığımız aşklar dağlar, asırlık çınarlar gibi devrilmiyordu
üzerimize. En yakınımızdan ihanetler görmemiştik; düşlerimizin, umutlarımızın
üzerinden tank paletleri geçmemişti. Yükselen değerlerimiz, erdemlerimiz
farklıydı.
Militan
Gençlik, sonra Halkın Yolu, Halkın Sesi, Halkın Kurtuluşu gibi sosyalist yayın
organları, gazeteler çıkmış, Denizlerin, Mahirlerin, İbrahimlerin darbeyle
kesintiye uğrayan mücadelesi sürüyordu. Yüzlerce öncü cezaevlerinde olmasına
karşın, aynı düşü sürdürenler mücadeleyi yeniden örgütlüyordu.
Yeni
arkadaşlıklar ve farklı çevreler edinmeye başladım. Yapılanmamda ve dönüşümümde
önemli payı olan Zeynep abla ve Emek Kitapevi de o günlere denk gelir. Teksas
Tommiks, Zagor okumalarından, misket, çelik çomak oyunlarından erken kopmuş
yeni düşler geliştirmeye yönelmiştim. Birlikte politik mücadeleye atıldığımız
Meral ve Pendik Lisesi’nde okuyan Funda ile iyi bir üçlü oluşturmuş, hem Pendik
hem Kartal lisesinde sol siyasal etkinliklerin öncülerinden olmuştuk. Zamanla
bize başka arkadaşlar da katılmıştı.
KARTAL İŞÇİ
DERNEĞİ
Kartal’da
Zeynep ablanın başında olduğu Emek Kitapevi ortaokul yıllarımdan başlayarak en
çok uğradığım, vakit geçirdiğim bir mekân olmuştu. O karşıya toptancıya kitap
almaya gittiğinde kitapevi bana emanetti. Yılmaz Güney’in kitaplarını, ya da
sol teorik kitapları, romanları, dergileri orada okurdum. Kitap almak için ya
da sohbet için gelenlerden ‘bilgi depolardım’.
Halk
birlikleri, kültür dernekleri açılıyordu mahallelerde, ilçelerde. Kartal bu
alanda oldukça verimliydi. DDKD ve Halk Birliği’nin ardından Kartal İşçi
Derneği açılmıştı. Her siyasi yapılanma kendi derneğini açmaya başladığı o
günlerde zamanımı derneklerde geçiyor, siyasal tartışmalarda hem teoriyi hem
ülke koşullarını öğreniyor, toplumsal muhalefet içinde yer alıyorduk.
Sovyetler
Birliği çizgisinde olanlar CHP ve DİSK içinde örgütleniyordu. Kartal’da Halkın
Sesi-Aydınlık çevresi Halk Birliği derneğinde yapılanıyordu. Halkın Kurtuluşu,
Halkın Yolu, Halkın Birliği başında Hüseyin Özlütaş ağabeyimizin olduğu Kartal
İşçi Derneği’ni oluşturmuştu. Partizan, Halkın Sesi gibi diğer grupların da
geldiği, etkinliklere, tartışmalara katıldığı Kartal İşçi Derneği kültürel
etkinliklerin, işçi-mahalle örgütlenmelerinin yapıldığı önemli deneylerin
yaşandığı ‘güzel’ bir dernekti.
12 Eylül
darbesiyle “öcü” gibi gösterilen, çok tehlikeli diye belleklere işlenen, bir araya
gelen iki kişiyi örgüt üyeliğinden ‘terörist’ diye hapse atıp hayatını mahveden
örgütsüz bir toplum yarattı. 1980 öncesi örgüt ev demekti, yuva demekti,
dostluk, dayanışma, mücadele demekti. 80 öncesinin toplumsal muhalefeti,
muhalif bireyi örgüt-örgütlülük demekti.
GEZİ PARKI ;
‘SIĞINDIĞIMIZ’ ALANDI
1977 1
Mayıs’ına da bu örgütlülük içinde gidilmişti. Profilo işçileriyle katıldığım 1
Mayıs 1977’de içinde bulunduğum kortej Barbaros Bulvarı üzerinden yürüyüşe
geçtiğinde İstanbul ülkenin en büyük panayır alanına, hayat lunaparka dönmüştü.
Halaylar çekiliyor, türküler marşlar söyleniyor, umut çoğalıyordu.
Bu şenlikli
yürüyüş boyunca örneğin kaldırımdan Cüneyt Arkın geçiyor, işçileri selamlıyor,
alkışlanıyordu. Birlikte katıldığımız arkadaşım Nazır’la birlikte kortejden
kopup yol boyu halaylar arasından geçerek yürümeye başlamıştık. Bir an önce
alana, Taksim’e ulaşmak istiyorduk.
Gümüşsuyu
yoluna döndüğümüzde Sine-Sen kortejini görmüştük. Fikret Hakan, Meral Orhonsay,
Semra Özdamar gibi oyuncuların, yönetmenlerin, sinema emekçilerinin yer aldığı
yürüyüş kolu çok renkliydi. Uzun süre onları izlediğimizi anımsıyorum.
Taksim’e
geldiğimizde alanda adım atacak yer yoktu. Kürsüye yakın bir yerde, kürsü ile
otel arasında bir yerde durup halay çekenleri, marşlar söyleyenleri izlemeye
başlamıştık. Hava kararmaya başlamıştı. DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler
kürsüde konuşmaya başladığında olan oldu, katliam başladı. Silah sesleri,
kaçışmalar, ezilmeler, panzerler, ses bombaları, asker, polis…
Siyaseten
yakın olmayan, farklı yapılanmalarda örgütlenmiş insanlar, birbirini korumaya,
kollamaya çalışıyor, yere düşeni kaldırıyor, birlikte sığınabilecekleri güvenli
bir yer arıyordu.
Bu düşmeli,
kalkmalı, ezilmeli koşuşturma içinde biz de çevremizdeki farklı gruplardan
arkadaşlarla Gezi Parkı’na yöneldik. Yerler çıkmış ayakkabı, çanta gibi
eşyalarla doluydu. Gezi Parkı’na geldiğimizde ses bombaları patlıyordu, alana
panzerler girmişti. Panzerin birini ezdiğini görmüştük.
Gezi Parkı,
katliam yapan devletin şiddetinden kaçan yüzlerce insanın sığındığı bir alan
olmuştu. Şimdi aynı Gezi Parkı ve Taksim Meydanı özgürlük ve demokrasi
mücadelesi verenlerin evi oldu.
Çocukluk
yıllarımda Emek Kitapevi ve işçi-kültür derneklerinde başlayan hayatı anlama,
dönüştürme mücadelesi Emek Sineması, Gezi direnişi zemininde sürüyor. Uzun
soluklu, kıldan ince kılıçtan keskin yolun mücadele, direniş-isyan durağındayız
hep birlikte. Ev sahibimiz Gezi Parkı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder