06 Ekim
2013
Eylül yine
acı/masız yüzünü göstererek geçti. “Kanlı Eylül ve hayatın renkleri” başlıklı
yazımızı “Sinemanın akışını değiştiren adam: Yılmaz Güney”, “Yılmaz Güney ve
Eylül” yazılarıyla sürdürmüştük bu sayfada. Yılmaz Güney’in Duvar filmi üzerine
biraz daha ayrıntılı yazmayı planlarken Duvar’ın Tonton Ali’si Tuncel Kurtiz
ustayı kaybettik, Yılmaz Güney ve Erkan Yücel gibi yine bir Eylül günü; yine
tiyatronun bir başka önemli ismi Beklan Algan gibi 27 Eylül’de. Sağlık
nedeniyle düşerek kaybetse de hayatını, aslında ayakta öldü Tuncel Kurtiz, hem
de dimdik ayakta; son nefesine kadar “İnsana yakışır olduğundan komünistim”
diyerek. Son Kuşlar’ın Turgut’u, Hudutların Kanunu’nun Bekir’i, Umut’un
Hasan’ı, Sürü’nün Hamo’su, Bereketli Topraklar Üzerinde’nin Zeynel Ağa’sı,
Işıklar Sönmesin’in Haydar Ağa’sı, Tabutta Röveşata’nın Reis’i bizim için bütün
bunların toplamında tiyatro ve sinemanın Tuncel Kurtiz’iydi yitirdiğimiz büyük
sanatçı. Genç kuşaklar ve geniş kitleler son yıllarda onu Ezel’in Ramiz Dayı’sı
olarak tanıdı sevdi. Bu tanıma eksik olabilir fakat yanlış ya da kötü değildi
çünkü Ramiz Dayı da Tuncel Kurtiz’di.
Genç
kuşakların ya da geniş izleyici kitlesinin yukarıda saydığımız filmleri izleme
olanağı yoktu ki ustayı ‘bizim gibi’ tanıyabilsin, Hamo Ağa ya da Hamal Hasan
olarak da bilsin, sevsin. Ustanın ölümü üzerine “O, bizim için hiçbir zaman
Ramiz Dayı olmadı Hamo’ydu, Hasan’dı” cümlelerini içeren yazılar da okudum
sosyal medyada. Örneğin Yılmaz Güney yalnızca Umut’un Cabbar’ı değildi
sinemada; Kasımpaşalı Recep’ti, Eşrefpaşalı’ydı, Tilki Selim’di, Kovboy Ali’ydi
de aynı zamanda. “Sinemanın akışını değiştiren adam” başlıklı yazımızda
yazmıştık: Yılmaz Güney’i belli dönemleriyle, belli filmleriyle değerlendirmek,
anlamaya çalışmak zordur; eksik kalır, yanlış olur. Örneğin, bazı seyircilerin
ya da küçük aydınların küçümsediği filmleri yapmasa sinemanın ‘çirkin kral’ı
olamayabilir, bu denli iz bırakamayabilir, sinemanın akışını değiştirecek
filmleri yapamayabilirdi; ya da yalnızca kafasındaki sinemayı yapmaya koyulsaydı
yine hem böylesine sevilen bir halk sanatçısı olamayabilir ve bu kadar uzun
soluklu bir etki bırakamayabilirdi.” Egemenler elbette medyasıyla, her türden
iletişim aracıyla gerçeği, geniş yığınları manipüle ederler.
Tuncel
Kurtiz’in Emek Sineması yıkımına karşı direnenlerin içinde olduğunun, Gezi
direnişçilerine destek verdiğinin bilinmesinden çok Ramiz Dayı sözleriyle,
dizide okuduğu şiirlerle tanınmasını, bilinmesini sağlamak ister; diziden
görüntüleri yaygınlaştırarak popüler kültür malzemesine dönüştürerek içini
boşaltmaya, tüketmeye hizmet eder. Fakat egemenlerin medyasının gücü sanatın ve
sanatçının gücünden daha büyük değildir. 12 Eylül faşist darbesi Yılmaz
Güney’i, bütün yakmalara-imhalara rağmen filmlerini, toplumsal hafızayı yok
edebildi mi? Tuncel Kurtiz’i Ezel dizisinde Ramiz Dayı olarak tanıyıp seven
birçok kişi/genç (internet çağındayız ve gezi isyanı sonrası gençliğin
bilgisayarda yalnızca oyun oynamadığını, ‘çet’ yapmadığını gördüğünü yazmıştı
insanlar) yaşamöyküsüne, lmografisine baktığında Umut’a da Sürü’ye de, Otobüse
ve Gül Hasan’a da ulaşmıştır; Hamo’yu da, Hamal Hasan’ı da tanımıştır. Hatırla
Sevgili, Bu Kalp Seni Unutur mu ya da Çemberimde Gül Oya gibi dizilerden sonra
birçok genç çok eksikli de olsa 68 ve 78 kuşağıyla ilgili kimi bilgileri görüp
araştırmaya, yönelmemiş miydi, devrimcilere/sosyalistlere ilgi-sempati duymamış
mıydı? Bu dizilerden sonra ’68 Baharı’yla ilgili kitaplar yeni basımlar yapıp
çok satmamış mıydı? Tersinden söyleyeyim; Tuncel Kurtiz’in aile bağlarından bir
“soyluluk öyküsü” yaratmaya çalışmak ne kadar doğruysa sanatçı/oyuncu
kariyerini birkaç ‘iyi filmle’ sınırlamak da o kadar doğru olur. Çünkü boyacı
çocuğun sandığına Yılmaz Güney’in Kovboy Ali fotoğrafını, Simit satan gencin
camekânına Ramiz Dayı fotoğrafını yapıştırması egemenlerin, popüler kültür
aygıtlarının propagandasının değil sanatın, sanatçının gücünü gösterir; eksikli
de saysak. Sürü’den, Umut’tan, Ağıt’tan, Duvar’dan, Otobüs’ten, Gül Hasan’dan
fotoğrafların asılamıyor olmasının eksikliği başka bir gerçekliğin
göstergesidir olsa olsa. (12 Eylül 1980 öncesi o sandıklarda, camekânlarda,
işçi evlerinde bu filmlerin afişleri, fotoğrafları asılı olurdu.)
Tuncel
Kurtiz’le Erkan Yücel belgeseli yaptığım günlerde tanışma, söyleşi yapma
olanağı bulmuştum. Ankara’dan biri Halk Oyuncuları’nda diğeri AST’ta tiyatro
yaptığı yıllardan tanışıyorlardı. Sonra birlikte Bereketli Topraklar Üzerinde
filminde oynamışlardı. Sonrasında yolları pek kesişmez. Üniversite
yıllarında tanışan Yılmaz Güney’le Tuncel Kurtiz’in yolları birçok kez kesişir;
tiyatro uğruna öğrenimini yarım bırakan Tuncel Kurtiz başlarda sinemaya sıcak
bakmasa da birçok Yılmaz Güney filminde oynar. Yılmaz Güney kendine ve
Anadolu’ya has vefalı yapısıyla ne zaman film yapmaya kalksa ‘ihtiyar’ dediği Tuncel
Kurtiz’i de ister yanında. Duvar’ı çekerken de “ihtiyar’a haber verin gelsin”
der. Filmde yer alan çocuklar Türkiyeli göçmenlerin çocuklarıdır. Çocukların,
gençlerin hiçbir oyunculuk deneyimi yoktur. Tuncel Kurtiz ve Ayşe Emel Mesci
profesyonel, deneyimli oyuncularıdır filmin. Çok zor koşullarda çektiği
Duvar’da çocuklarla özel ve yoğun bir ilgi kurar Yılmaz Güney. Onlarla konuşur,
rollerini nasıl oynayacaklarını gösterir, motive eder.
Çekim sonrası
kutlar, başlarını okşar, yanaklarından öper, çok güzel oynadıklarını söyler.
“Canım”, “güzelim” diye konuştuğu, rollerini gösterdiği çocukları zaman zaman
zorlar oyunlarını iyi oynayabilmeleri için; ağlaması gerekeni gerçekten
ağlatacak yöntemler uygular. Çekim aralarında tüm ekiple yaptığı konuşmalardan birinde
şunları söyler Yılmaz Güney: “Bizimki de bir savaş, biz de burada küçük bir
ordu yönetiyoruz. Bu savaşta bazı insanların ayağı kırılabilir, kafası
kırılabilir, hatta ölebilir, kalbi de kırılabilir. Biz bütün bu çalışmaların
sonucunda bütün insanların karşısına yüz akıyla çıkabilecek bir eser
çıkartabiliyorsak bir takım insanların kırılmasının, ayağının kırılmasının bir
önemi yok. Benim için önemli olan filmin çıkarıdır. (…)
Var mı
aranızda benimle köklü kırgınlık, düşmanlık duygusu olan.” Nazım Usta, “Yani,
öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,/ yetmişinde bile, mesela, zeytin
dikeceksin,/ hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,/ ölmekten korktuğun
halde ölüme inanmadığın için,/ yaşamak yanı ağır bastığından.” demişti. Yaşamak
yanı ağır bassa da “yaprak döker bir yanımız.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder