19 Mart 2020 Perşembe

SİNEMASAL ANIMSAMALAR 1


Güzel anılar biriktirdiğimiz bu sinema Yeşilçam’ın ana akım (1. ayak/A sinema) “aile filmlerini” gösterirdi, tıpkı (sonradan Hasan Ali Yücel Kültür Merkezine dönüşen) Belediye Sineması gibi. Avantür filmlerin, B sinemasının gösterildiği salonlar da vardı.
Kartal’da da 70’li yılların sonuna kadar yazlık ve kışlık salonuyla Uzunkaya, yazlık bahçe sinemaları Çınar, Çamlık, Kervan, Bizim, Işıklar ve Yeni Sinema, kışlık salonlarıyla da Kömürlük ve Belediye sinemasında sayısız film izlemiştik.
Uzunkaya tarihinin aynı zamanda Yeşilçam’ın da, bizlerin de tarihi olduğunu bilmiyorduk henüz. Sinemalar yıkılıp çarşıya dönüşürken, bir dönemin kapandığını ve duvar yazılarından sabıkalı, ütopyasının izini süren hülyalı düş gezgini ‘biz’leri acı günlerin beklediğini fark edememiştik; henüz üzerimizden tanklar geçmemiş, toplumsal bellekler silinmemiş, yeni bir kültür, yeni ahlak ve yeni insan tipi yaratılmamıştı.
Radyo tiyatrolarından, ‘arkası yarın’lardan, Kemalettin Tuğcu romanlarına, oradan Yeşilçam filmlerinin büyülü dünyalarına gidip geliyorduk. Bizden önceki kuşaklar için Muzaffer Tema, Turan Seyfioğlu, Ayhan Işık, Orhan Günşiray, Ayhan Işık, Sezer Sezin, Belgin Doruk, Muhterem Nur, romantik kahramanlarken bizim dönemimize Cüneyt Arkın, Kartal Tibet, Ediz Hun, Göksel Arsoy, Türkan Şoray, Hülya Koçyiğit, Fatma Girik ve Filiz Akın denk gelmişti romantik kahraman olarak. Fakat biz erkek çocukların kahramanlarıysa daha çok romantik filmlerden sonra ‘vurdulu-kırdılı filmlerle kendine önemli bir yer edinen Cüneyt Arkın’dı. Kimi zaman Malkoçoğlu, kimi zaman Battal Gazi, Hacı Murat, Kara Murat ya da Kolsuz Kahraman suretinde beyazperdeden bize yansıyan Cüneyt Arkın filmlerinden çıktığımızda tahta kılıçlarımızla kahramancılık oynardık. Romantik filmleriyle de genç kızların kalbini titretirdi Cüneyt Arkın. Kartal Tibet de Karaoğlan ve Tarkan filmleriyle tarihi kahramanımız olarak etkilemişti bizleri.
VE YILMAZ GÜNEY
Sonra Yılmaz Güney girdi hayatımıza. Yılmaz Güney’in ilk filmleri iyi sinemalarda oynamazdı. Yılmaz Güney’le birlikte ikiye bölünmüştük, Yılmazcılar ve Cüneytciler olarak. Genelde Yılocular ve Cünocular diye kısaltılırdı bu taraftarlık. Yanılmıyorsam ilk izlediğim Yılmaz Güney filmleri Seyyit Han ve Aç Kurtlar’dı. Amcam ve iki arkadaşı, izledikleri bir Yılmaz Güney filminden etkilenerek yaptırdıkları upuzun paltolar ve eteklerinden sarkan atkılarla, mahallede film karesinden çıkmış gibi dolaşırlardı. Yılmaz Güney çocukluğumun ve ilk gençliğimin efsane adıydı. Ortaokul yıllarımda her okul çıkışı uğradığım kitapevinde onun kitaplarını okur, rutubet kokulu sinemalarda filmlerini izlerdim. Onun günleriyse hapishanelerde geçiyordu. Riskleri, hapishaneleri hatta ölümü göze alan bir duruşu vardı ve bu duruş onu Yılmaz Güney yapmıştı.
Aç Kurtlar filmini, adı da ‘Kömürlük’ olan kömür deposundan bozma izbe sinemada izlemiştim. Büyük kentlerin iyi salonlarında yer verilmeyen Yılmaz Güney filmleri Anadolu’da, taşrada büyük işler yapıyor, Yılmaz Güney de dişiyle tırnağıyla, büyük öncülere özgü duruşuyla, bilinciyle, sezgileriyle Yeşilçam’ın “Taçsız Kral’ı olma yolunda gönülleri fethediyor, Yeşilçam’ın kaderini değiştirecek yeni bir sinemanın temellerini atıyordu. Sonraki yıllarda Yılmaz Güney’i tanıyan birçok oyuncuyla ve yönetmenle tanıştım. Hepsi ondan övgüyle söz ediyordu. Siyasi olarak farklı düşünenler bile, “sinemacı olarak yeri doldurulamayacak bir sanatçı” diye anlatıyorlardı anılarını.
Murat Belge bir yazısında Yılmaz Güney’i şöyle tanımlıyordu: “Parlak bir sinemacı ve sanatçı, hiç bir zaman amatörlüğün ötesine geçememiş bir ‘siyasetçi’; her şeyini kitlelerle paylaşmaya can atan bir ‘biz’ ve çıkardığı siyasi dergiye Güney adını verecek kadar bireyci bir ‘ben’; dünyanın sosyalizm-öncesi popülist başkaldırmacı kahramanına, örneğin bir Robin Hood’a denk düşen bir mizaç ve tarihi maddeciliğin teorik inceliklerini kavramaya hayati önem veren bir akıl; silah, eylem ve mertlik dünyasının korkusuz bir savaşçısı ve insanları barışa, sükunete, okumaya, sevgiye çağıran bir derviş. Bütün bunların sonucunda mutlak bir yalnız adam.”
BİR SİNEMA DEHASI
Yılmaz Güney, bir sinema dehası, bir misyon insanı, tanıyanlar için iyi bir dosttu. Benim de hem sinemadaki hem de hayattaki sahici kahramanlarımdandı.
Eylül’lü yıllarda, geçmişe özlemin içi boş bir ‘nostalji edebiyat’ına, geçmiş değerlerin de birer rant malzemesine dönüştürüldüğüne tanıklık ettik. ‘Yeni Dünya Düzeni’nin ve Eylülist sistemin yeni yükselen değerleri -artık eskimiş sayılsa da- 80’lerden bu yana her alanda kuşatmıştı her yanımızı. Bugünü anlamlandırmak, güzel bir gelecek kurmak, ağlak ve içi boş bir ‘nostalji edebiyatı’, geçmiş ve gelecek bilincinden kopuk bir geçmişe özlem yerine geçmişin değerlerini, kazanımlarını geçmiş bilinciyle kavrayıp, bugüne, geleceğe taşımakla mümkün olabilir.
Pendik sahili, Kartal, Maltepe, Süreyya Plajı, Küçükyalı, Caddebostan sahilleri, bu sahillerde yer alan plajlar benzeri zor bulunur güzelliklere, buralarda yaşayanlar için de yeri doldurulamaz anılara sahipti. Buralara ayrı güzellikler ve değerler katıyordu. Bütün bu sahillerde, istasyonlarda, plajlarda unutulmaz anılar biriktirmiştim, biriktirmiştik. Sahilin Kadıköy’den Pendik’e kadar doldurulması ve sahil yolunun geçmesiyle bütün bu güzellikler, anılar, oluşan kolektif toplumsal hafıza ve geçmişimiz yok edilmişti. Bu yok edişlere karşı çıkmak, yalnızca geçmişe el sürdürmemek için değil, geleceğimize sahip çıkmak içindi de aynı zamanda.
Birçoğumuz için artık ne Kartal eski Kartal’dı, ne İstanbul eski İstanbul. Kentsel dönüşüm adı altında yeni yıkımlar, yeni yok edişler de sürüyordu bir yandan. Tüm bu değişimlere karşın doğup büyüdüğümüz, yaşadığımız ‘yer’le (ülke, şehir, ilçe, mahalle, sokak, ev) özdeşleşen anılarımız yaşam boyu peşimizi bırakmıyordu, Kavafis’in Şehir adlı şirininin dizelerine yansıdığı gibi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder