Güzel anılar
biriktirdiğimiz bu sinema Yeşilçam’ın ana akım (1. ayak/A sinema) “aile
filmlerini” gösterirdi, tıpkı (sonradan Hasan Ali Yücel Kültür Merkezine
dönüşen) Belediye Sineması gibi. Avantür filmlerin, B sinemasının gösterildiği
salonlar da vardı.
Kartal’da da 70’li yılların sonuna kadar yazlık ve kışlık salonuyla Uzunkaya,
yazlık bahçe sinemaları Çınar, Çamlık, Kervan, Bizim, Işıklar ve Yeni Sinema,
kışlık salonlarıyla da Kömürlük ve Belediye sinemasında sayısız film
izlemiştik.
Uzunkaya
tarihinin aynı zamanda Yeşilçam’ın da, bizlerin de tarihi olduğunu bilmiyorduk
henüz. Sinemalar yıkılıp çarşıya dönüşürken, bir dönemin kapandığını ve duvar
yazılarından sabıkalı, ütopyasının izini süren hülyalı düş gezgini ‘biz’leri
acı günlerin beklediğini fark edememiştik; henüz üzerimizden tanklar geçmemiş,
toplumsal bellekler silinmemiş, yeni bir kültür, yeni ahlak ve yeni insan tipi
yaratılmamıştı.
Radyo
tiyatrolarından, ‘arkası yarın’lardan, Kemalettin Tuğcu romanlarına, oradan
Yeşilçam filmlerinin büyülü dünyalarına gidip geliyorduk. Bizden önceki
kuşaklar için Muzaffer Tema, Turan Seyfioğlu, Ayhan Işık, Orhan Günşiray, Ayhan
Işık, Sezer Sezin, Belgin Doruk, Muhterem Nur, romantik kahramanlarken bizim dönemimize
Cüneyt Arkın, Kartal Tibet, Ediz Hun, Göksel Arsoy, Türkan Şoray, Hülya
Koçyiğit, Fatma Girik ve Filiz Akın denk gelmişti romantik kahraman olarak.
Fakat biz erkek çocukların kahramanlarıysa daha çok romantik filmlerden sonra
‘vurdulu-kırdılı filmlerle kendine önemli bir yer edinen Cüneyt Arkın’dı. Kimi
zaman Malkoçoğlu, kimi zaman Battal Gazi, Hacı Murat, Kara Murat ya da Kolsuz
Kahraman suretinde beyazperdeden bize yansıyan Cüneyt Arkın filmlerinden
çıktığımızda tahta kılıçlarımızla kahramancılık oynardık. Romantik filmleriyle
de genç kızların kalbini titretirdi Cüneyt Arkın. Kartal Tibet de Karaoğlan ve
Tarkan filmleriyle tarihi kahramanımız olarak etkilemişti bizleri.
VE YILMAZ
GÜNEY
Sonra Yılmaz
Güney girdi hayatımıza. Yılmaz Güney’in ilk filmleri iyi sinemalarda oynamazdı.
Yılmaz Güney’le birlikte ikiye bölünmüştük, Yılmazcılar ve Cüneytciler olarak.
Genelde Yılocular ve Cünocular diye kısaltılırdı bu taraftarlık. Yanılmıyorsam
ilk izlediğim Yılmaz Güney filmleri Seyyit Han ve Aç Kurtlar’dı. Amcam ve iki
arkadaşı, izledikleri bir Yılmaz Güney filminden etkilenerek yaptırdıkları
upuzun paltolar ve eteklerinden sarkan atkılarla, mahallede film karesinden
çıkmış gibi dolaşırlardı. Yılmaz Güney çocukluğumun ve ilk gençliğimin efsane
adıydı. Ortaokul yıllarımda her okul çıkışı uğradığım kitapevinde onun
kitaplarını okur, rutubet kokulu sinemalarda filmlerini izlerdim. Onun
günleriyse hapishanelerde geçiyordu. Riskleri, hapishaneleri hatta ölümü göze
alan bir duruşu vardı ve bu duruş onu Yılmaz Güney yapmıştı.
Aç Kurtlar
filmini, adı da ‘Kömürlük’ olan kömür deposundan bozma izbe sinemada
izlemiştim. Büyük kentlerin iyi salonlarında yer verilmeyen Yılmaz Güney
filmleri Anadolu’da, taşrada büyük işler yapıyor, Yılmaz Güney de dişiyle tırnağıyla,
büyük öncülere özgü duruşuyla, bilinciyle, sezgileriyle Yeşilçam’ın “Taçsız
Kral’ı olma yolunda gönülleri fethediyor, Yeşilçam’ın kaderini değiştirecek
yeni bir sinemanın temellerini atıyordu. Sonraki yıllarda Yılmaz Güney’i
tanıyan birçok oyuncuyla ve yönetmenle tanıştım. Hepsi ondan övgüyle söz
ediyordu. Siyasi olarak farklı düşünenler bile, “sinemacı olarak yeri
doldurulamayacak bir sanatçı” diye anlatıyorlardı anılarını.
Murat Belge
bir yazısında Yılmaz Güney’i şöyle tanımlıyordu: “Parlak bir sinemacı ve
sanatçı, hiç bir zaman amatörlüğün ötesine geçememiş bir ‘siyasetçi’; her
şeyini kitlelerle paylaşmaya can atan bir ‘biz’ ve çıkardığı siyasi dergiye
Güney adını verecek kadar bireyci bir ‘ben’; dünyanın sosyalizm-öncesi popülist
başkaldırmacı kahramanına, örneğin bir Robin Hood’a denk düşen bir mizaç ve
tarihi maddeciliğin teorik inceliklerini kavramaya hayati önem veren bir akıl;
silah, eylem ve mertlik dünyasının korkusuz bir savaşçısı ve insanları barışa,
sükunete, okumaya, sevgiye çağıran bir derviş. Bütün bunların sonucunda mutlak
bir yalnız adam.”
Yılmaz Güney,
bir sinema dehası, bir misyon insanı, tanıyanlar için iyi bir dosttu. Benim de
hem sinemadaki hem de hayattaki sahici kahramanlarımdandı.
Eylül’lü
yıllarda, geçmişe özlemin içi boş bir ‘nostalji edebiyat’ına, geçmiş değerlerin
de birer rant malzemesine dönüştürüldüğüne tanıklık ettik. ‘Yeni Dünya
Düzeni’nin ve Eylülist sistemin yeni yükselen değerleri -artık eskimiş sayılsa
da- 80’lerden bu yana her alanda kuşatmıştı her yanımızı. Bugünü
anlamlandırmak, güzel bir gelecek kurmak, ağlak ve içi boş bir ‘nostalji
edebiyatı’, geçmiş ve gelecek bilincinden kopuk bir geçmişe özlem yerine
geçmişin değerlerini, kazanımlarını geçmiş bilinciyle kavrayıp, bugüne,
geleceğe taşımakla mümkün olabilir.
Pendik
sahili, Kartal, Maltepe, Süreyya Plajı, Küçükyalı, Caddebostan sahilleri, bu
sahillerde yer alan plajlar benzeri zor bulunur güzelliklere, buralarda
yaşayanlar için de yeri doldurulamaz anılara sahipti. Buralara ayrı güzellikler
ve değerler katıyordu. Bütün bu sahillerde, istasyonlarda, plajlarda unutulmaz
anılar biriktirmiştim, biriktirmiştik. Sahilin Kadıköy’den Pendik’e kadar
doldurulması ve sahil yolunun geçmesiyle bütün bu güzellikler, anılar, oluşan
kolektif toplumsal hafıza ve geçmişimiz yok edilmişti. Bu yok edişlere karşı
çıkmak, yalnızca geçmişe el sürdürmemek için değil, geleceğimize sahip çıkmak
içindi de aynı zamanda.
Birçoğumuz
için artık ne Kartal eski Kartal’dı, ne İstanbul eski İstanbul. Kentsel dönüşüm
adı altında yeni yıkımlar, yeni yok edişler de sürüyordu bir yandan. Tüm bu
değişimlere karşın doğup büyüdüğümüz, yaşadığımız ‘yer’le (ülke, şehir, ilçe,
mahalle, sokak, ev) özdeşleşen anılarımız yaşam boyu peşimizi bırakmıyordu,
Kavafis’in Şehir adlı şirininin dizelerine yansıdığı gibi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder