(21 Eylül 2013)
Yılmaz Güney
çok yönlü sinemacılarımızdandı. Sinema dışında edebiyatçıydı aynı zamanda. Çok
genç yaşta öyküler kaleme alarak başlamıştı edebiyatla ilişkisi. Sonraki
yıllarında da şiirler, romanlar yazdı. Sinema alanında da çok yönlü bir Yılmaz
Güney vardır karşımızda: senarist, oyuncu, yönetmen, yapımcı olarak. Senaryo
alanında ilk önemli çıkışını Ö. Lütfi Akad’ın yönettiği Hudutların Kanunu
filmiyle yapar. Yılmaz Güney’in Yılmaz Pütün olarak öyküsü 1930’ların hemen
başında, Adana’nın Yenice köyünde başlar. İlk, orta ve liseyi Adana’da okurken
pamuk işçiliğinden simitçiliğe kadar birçok işte çalışır. O yıllarda iyi bir
sinema izleyicisi olan Yılmaz Pütün, lisedeyken And Film ve Kemal Film’de
çalışmaya başlar. Bir yandan da öyküler yazıyordur. İktisat Fakültesi’nde
okumak için İstanbul’a geldiğinde Yeşilçam’la da tanışır.
İstanbul’a
geldikten sonra Atıf Yılmaz’la tanışan Yılmaz Güney sinemayla, sinema
çevreleriyle daha sıkı ilişkiler kurar. İlk kez Atıf Yılmaz’ın yönettiği
(Yılmaz Güney’in de asistanlık yaptığı ve senaryo çalışmalarına katıldığı) Bu
Vatanın Çocukları ve Alageyik filmlerinde oyuncu olarak kamera karşısına çıkan
Yılmaz Güney, kamera arkasında ilk yönetmenlik denemesini de At Avrat Silah
filmiyle yapar.
Atıf
Yılmaz’ın birçok filminde oyuncu, senaryo yazarı ve yönetmen yardımcılığını
sürdürürken, yazdığı bir yazıdan dolayı ilk kez hapishaneyle tanışır. 1963
yılında tekrar sinemaya döndüğünde bol starlı salon filmlerinin, melodramların
dünyasında, ‘sıradan filmlerin iyi oyuncusu’ olarak seyirciyi fethederek,
‘çirkin kral’lığa doğru yol alır.
Artık o, toplum dışına itilmiş, horlanmış insanların kendini bulduğu bir
kahramandır. Sinemamızda bir dönüm noktası olan Umut filmine kadar, onlarca
vurdulu-kırdılı filmin yanı sıra Kızılırmak/Karakoyun, Hudutların Kanunu ve
Seyit Han gibi iyi filmlerde de oynamıştır. Gönlünü fethettiği seyirci artık
onu istiyordur. Güzel adamların dünyasını tuzla bu etmiştir. Artık Yeşilçam
Yılmaz Güney sinemasıyla şekillenmeye başlamıştır. Nijat Özön, “Türk
sinemasında Akad’ın çizgisini sürdüren, geliştiren, onun tek meşru ‘varisi’
sayılabilecek olan, aynı zamanda Sinemacılar Dönemi ile Genç/Yeni Sinema Dönemi
arasında hem bir halka işlevi gören, hem de bu son dönemi başlatan” sanatçı
olarak söz eder Yılmaz Güney’den.
Ö. Lütfi Akad’ın yönettiği Hudutların Kanunu, Yılmaz Güney’in hem oyuncu olarak
hem senaryo alanında önemli bir çıkış yaptığı film olur. Yönetmen olarak kamera
arkasındaki önemli çıkışını da Seyit Han filmiyle yapar. Sinema da Yılmaz
Güney’i keşfetmiştir ve oynadığı her filmle ‘çirkin kral’lığa uzanan yolculuğun
adımlarını atar, öne çıkar.
1970 yılında yönettiği, gerçeği yalın ve çarpıcı/sarsıcı biçimde anlattığı Umut ise hem kendi sinemasında hem Türkiye sinemasında dönüm noktasını oluşturan bir başyapıt film olarak geçer tarihe. Filmde Adana’da faytonculuk yapan Cabbar rolüyle oyuncu olarak da önceki filmlerindekinin aksine kahraman ya da kabadayı değil, bir anti-kahramandır.
Umut’u her biri birer başyapıt olan Ağıt, Baba, Umutsuzlar, Yarın Son Gündür, Acı, Zavallılar ve Arkadaş izler 1970-1974 yılları arasında.
1970 yılında yönettiği, gerçeği yalın ve çarpıcı/sarsıcı biçimde anlattığı Umut ise hem kendi sinemasında hem Türkiye sinemasında dönüm noktasını oluşturan bir başyapıt film olarak geçer tarihe. Filmde Adana’da faytonculuk yapan Cabbar rolüyle oyuncu olarak da önceki filmlerindekinin aksine kahraman ya da kabadayı değil, bir anti-kahramandır.
Umut’u her biri birer başyapıt olan Ağıt, Baba, Umutsuzlar, Yarın Son Gündür, Acı, Zavallılar ve Arkadaş izler 1970-1974 yılları arasında.
Yılmaz
Güney’in her adımı, zekâsının yol göstericiliğinde düşünülmüş, planlanmış,
bilinçli adımlardır. Her an, hayatının sonrasını kurgular, adımlarını öyle
atar. Önemli bir sinemacı olmayı, kendi sinemasını yaratmayı, dahası sinemanın
akışını değiştirmeyi de çok önceleri düşünmüş, planlamış ve kurgulamıştır
kafasında. Geniş halk kitlelerinin sevdiği iyi oyuncu olmayı erken dönemde
kafasına koymuş, iyi filmler yöneterek hem kendi sinemasını oluşturmayı hem de
içinde bulunduğu sinemayı değiştirmeyi, film yapım koşullarına müdahale
edebilmeyi düşünmüştür. Hapishanelerde geçirdiği günleri de bu yolculuğu
planlamak için değerlendirir. Bu yüzden, attığı her adım önceden tasarlanmış,
düşünülüp planlanmıştır.
Yılmaz
Güney’i belli dönemleriyle, belli filmleriyle değerlendirmek, anlamaya çalışmak
zordur; eksik kalır, yanlış olur. Örneğin, bazı seyircilerin ya da küçük
aydınların küçümsediği filmleri yapmasa sinemanın ‘çirkin kral’ı olamayabilir,
bu denli iz bırakamayabilir, sinemanın akışını değiştirecek filmleri
yapamayabilirdi; ya da yalnızca kafasındaki sinemayı yapmaya koyulsaydı yine
hem böylesine sevilen bir halk sanatçısı olamayabilir ve bu kadar uzun soluklu
bir etki bırakamayabilirdi. Yılmaz Güney’i ancak bir bütün olarak
değerlendirebilir, anlamaya çalışırsak, sinemasını da, hayat tarzını da daha az
hatayla kavrayabiliriz.
Kendisi de
bazı söyleşilerinde ve özel sohbetlerinde ‘bir bütün olarak Yılmaz Güney
sineması’nın serüvenini, neden o küçümsenen filmleri de yaptığını, kendi
sinemasını oluşturmak için hangi yollardan geçtiğini anlatır. Gelenekten beslenen
Yılmaz Güney sineması geleceğe uzanırken düz bir yol izlemez; sıçramalarla
gelişir, dönüşür. Yaşadığı yıllarda da sonrasında da birçok sinemacıyı etkiler,
yol gösterici olur, ışığıyla yollarını aydınlatır.
Yeni bir sinemanın, Yeşilçam dışı film yapım, dağıtım gösterim imkânlarına
sahip olacak , ‘bağımsız bir sinema’nın oluşumu için de düşünceler geliştirir,
bunu hayata geçirmek için adımlar atar, yakın çevresinden sinemacı
arkadaşlarıyla toplantılarda konuşur bu konuyu. Bu projeyi hayata geçirebileceğini
düşündüğü sinemacılar arasında Şerif Gören, Zeki Ökten, Ahmet Soner gibi
sinemacılar vardır. Ne yazık ki bu önemli projesini gerçekleştiremez. Yeni
hapislikler, cezalar yakasını bırakmaz. Yılmaz Güney Endişe filmini çekecektir,
filmin çekimlerinin başladığı günlerde Adana’nın Yumurtalık ilçesinde çıkan bir
tartışmada hâkim Sefa Mutlu’yu öldürdüğü gerekçesiyle (13 Eylül 1973)
tutuklanır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder