Hiç bir
ticari başarı ve gelecek görmeyen sinemanın mucitleri, metrelerce pelikülden
düş şatolarının beyaz perdesine yansıyarak bize akacak öykülerin
anlatılabileceğini hayal bile edemezler. Dahası Edison ve Lumiere Kardeşler’in
icatlarının ardından, ‘sinemanın bir öyküsü ve kurgusu olmalı, en çok düşe
ihtiyaç var’ diye işe girişen panayır hokkabazı Georges Melies, yoksulluk
içinde sürdürür yaşamının son yıllarını. Yine sinemanın ilk büyük ustalarından
kabul edilen “Bir Ulusun Doğuşu” ve “Hoşgörüsüzlük” gibi filmleriyle sinemanın
sanata dönüşmesinde önemli katkıları olan David Wark Griffith de, sinema
dilinin gelişiminde devrim sayılacak buluşlarına rağmen ciddi ticari
başarısızlıklar yaşar. Yine de sinema sanatının düşbazları, büyük özverilerle
gerçekleştirdikleri filmlerini yıllar boyu bize aktarmayı sürdürerek sinemayı
‘en etkili’ sanat dalına dönüştürmeyi başarırlar.
LUMİERE KARDEŞLER
Başlangıçta
bilimsel bir buluş olan sinemanın, bu topraklara gelmesi fazla gecikmez. Diğer
buluşlara göre ülkemize hızlı giriş yapan sinemanın ülkemize gelmesi, ilk kez
Lumiere Kardeşler’in dünyanın birçok ülkesine gönderdikleri kameramanlardan
biri olan Alexandre Promio’nun gelip 1896 yılında çekimler yapması ile olur.
Ülkemize gelişi, önceleri yabancıların çektikleri belge filmlerle, sarayda ve
Pera’da film gösterimleriyle olsa da, kısa sürede film çekmeye dönüşen
sinemanın başlangıcına yönelik belirsizlik ve tartışmalar bugün de sürmektedir.
Sinemamızın geçmişine, ilk yıllarına yönelik bilgi ve belge eksikliği bazı
soruları bugün de yanıtsız ya da tartışmalı bırakmaktadır. İlk Türk filmine
yönelik tartışmalar, araştırmalar yeni sorularla ve yeni belgelerle bugün de
sürmektedir.
14 Kasım
1914’te Fuat Uzkınay tarafından çekildiği söylenen “Ayastefanos’daki Rus
Abidesinin Yıkılışı” adlı 150 metrelik belge film, “ilk Türk filmi” olarak
tarihe geçer fakat bu filmi bugüne dek gören olmamıştır. Filmin çekilemediği ya
da çekildikten sonra yandığı, kaybolduğu yönünde kuşkular vardır. Bu konuda,
sinema tarihçisi ve araştırmacı Nijat Özön’ün ve Burçak Evren’in değerli
araştırmaları, katkıları olmuştur. Nijat Özön “İlk Türk Sinemacısı Fuat
Uzkınay” adlı kitabında bu kuşkuları dile getirmiştir. Konuyla ilgili birçok
makale yayınlayan, araştırmalarını kitaplaştıran Burçak Evren de kuşkularını ve
öncesinde çekildiği söylenen filmlere yönelik belgelerini kitaplarına aktarır.
Yeni belgeler sinemamızın “sembolik” doğum tarihini değiştirmese de
bilinmezliklerin, belirsizliklerin aydınlanması açısından önemlidir.
Belgelemek
bakımından önemli olmakla birlikte Cumhuriyet sonrası sinemamızı
değerlendirmek, yaşanan gelişmeleri irdelemek, yorumlamak açısından ilk filmin
kim tarafından ve ne zaman çekildiği çok belirleyici değildir.
İLK SİNEMA
KURUMU ALMAN HAYRANLIĞINDAN
Merkez Ordu
Sinema Dairesi dışında ilk özel film yapımevi Kemal Film, 1922 yılında kurulur.
Kemal ve Şakir Seden Kardeşler, 1914 yılından itibaren İstanbul’un bazı
semtlerinde sinema salonu işletmeciliği yaparlar. Muhsin Ertuğrul’un, 1922
yılında sinemaya girmesi ve Seden Kardeşler’i film yapımcılığına
yönlendirmesiyle sinema, resmi ya da yarı resmi kurumların dışında, ilk “sivil”
yapımevine kavuşur.
Sinemamız
başlangıcından itibaren Batılı kaynaklardan beslenmiştir. Batılıların buluşu
olan sinemanın kavramları da, kuramları da, tarihi de batıda oluşturulmuştur.
Kuramların evrensel olması, genel doğruları vermesi başka bir gerçeği ya da
doğruyu işaret ederken, ülkelerin, ulusların kendi sinema dillerini,
kuramlarını, kavramlarını oluşturamamalarını, ülke sinemaları üzerindeki batı
egemenliğini görmemeyi, araştırmamayı haklı çıkartmaz.
Başlangıcında
tamamen batıdan gelen, batılılar tarafından kurulan sinemamızdaki bu etki,
-arada kimi filmlerde “ulusal temalar” işlense de- Yeşilçam sinemasıyla
başlatabileceğimiz, bu dönem içinde filizlenen “yerlileşme”, “ulusallaşma”
çabalarına kadar sürer fakat yok olmaz. Günümüze kadar da batı etkisinin
sürdüğü gerçeğinden söz edebiliriz.
SİNEMA VE
TOPLUM TARİHİ
SİNEMAMIZIN
tarihsel serüveni, Cumhuriyet döneminde yaşanan tüm toplumsal-siyasal
süreçlerle, özdeşlikler, koşutluklar içerir. Cumhuriyetin ilk döneminde olduğu
gibi sinema ve tiyatroda da Muhsin Ertuğrul’la birlikte “tek adam” dönemi
yaşanır.
1922 yılında Muhsin Ertuğrul sinemaya girer ve sinemamızın “Tiyatrocular Dönemi” olarak adlandırılan evresi başlar. Muhsin Ertuğrul’un, 1939 yılına kadar (başından sonuna kadar damgasını vurduğu), tek isim olarak anıldığı, tiyatrocuların egemenliğinde geçen, çekilen 27 filmden 23’ünü Muhsin Ertuğrul’un yönettiği ‘uzunca’ bir dönemdir bu. Dönemin diğer isimleri de -Mümtaz Osman adıyla senaryolar yazan, kendi adıyla filmler yöneten Nazım Hikmet dışında- İstanbul Şehir Tiyatrosu kadrosundan oluşur.
1922 yılında Muhsin Ertuğrul sinemaya girer ve sinemamızın “Tiyatrocular Dönemi” olarak adlandırılan evresi başlar. Muhsin Ertuğrul’un, 1939 yılına kadar (başından sonuna kadar damgasını vurduğu), tek isim olarak anıldığı, tiyatrocuların egemenliğinde geçen, çekilen 27 filmden 23’ünü Muhsin Ertuğrul’un yönettiği ‘uzunca’ bir dönemdir bu. Dönemin diğer isimleri de -Mümtaz Osman adıyla senaryolar yazan, kendi adıyla filmler yöneten Nazım Hikmet dışında- İstanbul Şehir Tiyatrosu kadrosundan oluşur.
Bir edebiyat
uyarlaması olan ‘Ateşten Gömlek’ (1923) Muhsin Ertuğrul’un en önemli çalışması
olarak kabul edilmiş, beğenilmiştir. ‘Ateşten Gömlek’ filminin olay yaratması
salt güncel ve ulusal konusundan, alındığı romanın niteliğinden gelmiyordu.
Türk Sineması’nın ilk kez gerçekle yüz yüze geldiği söylenebilir. Film bu çok
önemli gerçeği kendi olanaklarına göre yansıtıyordu. Üstelik ilk konulu
Kurtuluş Savaşı filmi idi.”*
Filmi önemli
kılan başka bir özelliği de, ilk kez Türk kadın oyuncuların bir filmde yer
almasıydı. Bu kadın oyuncular Neyyire Neyir ve Bedia Muvahhit’ti.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder