19 Mart 2020 Perşembe

BAŞLANGIÇTAKİ İLKLER


Hiç bir ticari başarı ve gelecek görmeyen sinemanın mucitleri, metrelerce pelikülden düş şatolarının beyaz perdesine yansıyarak bize akacak öykülerin anlatılabileceğini hayal bile edemezler. Dahası Edison ve Lumiere Kardeşler’in icatlarının ardından, ‘sinemanın bir öyküsü ve kurgusu olmalı, en çok düşe ihtiyaç var’ diye işe girişen panayır hokkabazı Georges Melies, yoksulluk içinde sürdürür yaşamının son yıllarını. Yine sinemanın ilk büyük ustalarından kabul edilen “Bir Ulusun Doğuşu” ve “Hoşgörüsüzlük” gibi filmleriyle sinemanın sanata dönüşmesinde önemli katkıları olan David Wark Griffith de, sinema dilinin gelişiminde devrim sayılacak buluşlarına rağmen ciddi ticari başarısızlıklar yaşar. Yine de sinema sanatının düşbazları, büyük özverilerle gerçekleştirdikleri filmlerini yıllar boyu bize aktarmayı sürdürerek sinemayı ‘en etkili’ sanat dalına dönüştürmeyi başarırlar.
LUMİERE KARDEŞLER 
Başlangıçta bilimsel bir buluş olan sinemanın, bu topraklara gelmesi fazla gecikmez. Diğer buluşlara göre ülkemize hızlı giriş yapan sinemanın ülkemize gelmesi, ilk kez Lumiere Kardeşler’in dünyanın birçok ülkesine gönderdikleri kameramanlardan biri olan Alexandre Promio’nun gelip 1896 yılında çekimler yapması ile olur. Ülkemize gelişi, önceleri yabancıların çektikleri belge filmlerle, sarayda ve Pera’da film gösterimleriyle olsa da, kısa sürede film çekmeye dönüşen sinemanın başlangıcına yönelik belirsizlik ve tartışmalar bugün de sürmektedir. Sinemamızın geçmişine, ilk yıllarına yönelik bilgi ve belge eksikliği bazı soruları bugün de yanıtsız ya da tartışmalı bırakmaktadır. İlk Türk filmine yönelik tartışmalar, araştırmalar yeni sorularla ve yeni belgelerle bugün de sürmektedir.
14 Kasım 1914’te Fuat Uzkınay tarafından çekildiği söylenen “Ayastefanos’daki Rus Abidesinin Yıkılışı” adlı 150 metrelik belge film, “ilk Türk filmi” olarak tarihe geçer fakat bu filmi bugüne dek gören olmamıştır. Filmin çekilemediği ya da çekildikten sonra yandığı, kaybolduğu yönünde kuşkular vardır. Bu konuda, sinema tarihçisi ve araştırmacı Nijat Özön’ün ve Burçak Evren’in değerli araştırmaları, katkıları olmuştur. Nijat Özön “İlk Türk Sinemacısı Fuat Uzkınay” adlı kitabında bu kuşkuları dile getirmiştir. Konuyla ilgili birçok makale yayınlayan, araştırmalarını kitaplaştıran Burçak Evren de kuşkularını ve öncesinde çekildiği söylenen filmlere yönelik belgelerini kitaplarına aktarır. Yeni belgeler sinemamızın “sembolik” doğum tarihini değiştirmese de bilinmezliklerin, belirsizliklerin aydınlanması açısından önemlidir.
Belgelemek bakımından önemli olmakla birlikte Cumhuriyet sonrası sinemamızı değerlendirmek, yaşanan gelişmeleri irdelemek, yorumlamak açısından ilk filmin kim tarafından ve ne zaman çekildiği çok belirleyici değildir.
İLK SİNEMA KURUMU ALMAN HAYRANLIĞINDAN
İlk sinema kurumu, sinemanın gücünden yararlanma düşüncesi ile ordu tarafından kurulur. “Osmanlı İmparatorluğu’nun baş sorumlusu olan Harbiye Nazırı ve Başkumandan Vekili Enver Paşa, Almanya’yı ziyareti sırasında Alman ordusunun sinemacılık kolunun çeşitli cephelerde çevirdiği haber filmlerini izleyince, sinemanın propaganda gücünü anlamıştı. Yurda dönüşünde, Osmanlı ordusunda da bir sinemacılık kolunun kurulmasını emretti. Bunun üzerine 1915’te ‘Merkez Ordu Sinema Dairesi’ (MOST) kuruldu”.* MOST’un başına sinemayı halka ilk tanıtan Romanya uyruklu Sigmund Weinberg, yardımcılığına da Fuat Uzkınay getirilir. Türkiye’de çekim aşamasının başlaması 1. Dünya Savaşı yıllarında olur. Başlangıçta belge filmlerle, savaş belgeselleriyle başlayan çekimler kısa sürede konulu filmlere dönüşür.
Merkez Ordu Sinema Dairesi dışında ilk özel film yapımevi Kemal Film, 1922 yılında kurulur. Kemal ve Şakir Seden Kardeşler, 1914 yılından itibaren İstanbul’un bazı semtlerinde sinema salonu işletmeciliği yaparlar. Muhsin Ertuğrul’un, 1922 yılında sinemaya girmesi ve Seden Kardeşler’i film yapımcılığına yönlendirmesiyle sinema, resmi ya da yarı resmi kurumların dışında, ilk “sivil” yapımevine kavuşur.
Sinemamız başlangıcından itibaren Batılı kaynaklardan beslenmiştir. Batılıların buluşu olan sinemanın kavramları da, kuramları da, tarihi de batıda oluşturulmuştur. Kuramların evrensel olması, genel doğruları vermesi başka bir gerçeği ya da doğruyu işaret ederken, ülkelerin, ulusların kendi sinema dillerini, kuramlarını, kavramlarını oluşturamamalarını, ülke sinemaları üzerindeki batı egemenliğini görmemeyi, araştırmamayı haklı çıkartmaz.
Başlangıcında tamamen batıdan gelen, batılılar tarafından kurulan sinemamızdaki bu etki, -arada kimi filmlerde “ulusal temalar” işlense de- Yeşilçam sinemasıyla başlatabileceğimiz, bu dönem içinde filizlenen “yerlileşme”, “ulusallaşma” çabalarına kadar sürer fakat yok olmaz. Günümüze kadar da batı etkisinin sürdüğü gerçeğinden söz edebiliriz.


SİNEMA VE TOPLUM TARİHİ  
SİNEMAMIZIN tarihsel serüveni, Cumhuriyet döneminde yaşanan tüm toplumsal-siyasal süreçlerle, özdeşlikler, koşutluklar içerir. Cumhuriyetin ilk döneminde olduğu gibi sinema ve tiyatroda da Muhsin Ertuğrul’la birlikte “tek adam” dönemi yaşanır.
1922 yılında Muhsin Ertuğrul sinemaya girer ve sinemamızın “Tiyatrocular Dönemi” olarak adlandırılan evresi başlar. Muhsin Ertuğrul’un, 1939 yılına kadar (başından sonuna kadar damgasını vurduğu), tek isim olarak anıldığı, tiyatrocuların egemenliğinde geçen, çekilen 27 filmden 23’ünü Muhsin Ertuğrul’un yönettiği ‘uzunca’ bir dönemdir bu. Dönemin diğer isimleri de -Mümtaz Osman adıyla senaryolar yazan, kendi adıyla filmler yöneten Nazım Hikmet dışında- İstanbul Şehir Tiyatrosu kadrosundan oluşur.
Bir edebiyat uyarlaması olan ‘Ateşten Gömlek’ (1923) Muhsin Ertuğrul’un en önemli çalışması olarak kabul edilmiş, beğenilmiştir. ‘Ateşten Gömlek’ filminin olay yaratması salt güncel ve ulusal konusundan, alındığı romanın niteliğinden gelmiyordu. Türk Sineması’nın ilk kez gerçekle yüz yüze geldiği söylenebilir. Film bu çok önemli gerçeği kendi olanaklarına göre yansıtıyordu. Üstelik ilk konulu Kurtuluş Savaşı filmi idi.”*
Filmi önemli kılan başka bir özelliği de, ilk kez Türk kadın oyuncuların bir filmde yer almasıydı. Bu kadın oyuncular Neyyire Neyir ve Bedia Muvahhit’ti.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder