(28 Eylül 2013)
Geçen haftaki
yazımızı kaldığımız yerden sürdürelim: Yılmaz Güney Endişe’nin çekimlerinin
başladığı günlerde hâkim Sefa Mutlu’yu öldürdüğü gerekçesiyle tutuklanır; ‘daha
yapacak çok şeyi, filmleri’ varken, hayatının en verimli günlerini
hapishanelerde geçirir. Hapisteyken yeni filmlerinin düşünü kurar, projelerini
geliştirir. Senaryosunu da kendi yazdığı Yarın Son Gündür filminde, “Biz
usturanın her zaman keskin tarafında yürüyoruz. Önümüzde mezarlıklar ve
hapishaneler var,” diyordu. Gerçek hayatında da hep hapishaneler oldu.
Endişe
filminin başında tek sahnede, kamyon üstünde görülür Yılmaz Güney. O tek
sahnenin bugüne dek görsel medyada hiç yayınlanmamış fotoğrafını da ilk kez
yayınlama olanağı buluyoruz bu yazı vesilesiyle. (Bu özel arşiv fotoğrafına
daha önce Erkan Yücel belgeselinde yer vermiştim.)
Yılmaz
Güney’in senarist ve yapımcı olarak imza attığı son filmleri İzin, Bir Gün
Mutlaka, Sürü, Düşman, Yol ve senaryosunu da yazıp yönettiği son filmi Duvar’ı
12 Eylül sinemasıyla doğrudan ya da dolaylı bağı olan politik filmler olarak
tanımlayabiliriz. Daha önce kafasında şekillendirdiği ya da not aldığı
öykülerden yola çıkarak senaryosuz film çeken Yılmaz Güney, bu kez cezaevinde
vaktini senaryo çalışarak değerlendirir. Bu dönemin ilk ürünü, detaylı olarak yazdığı
ilk senaryo çalışması İzin, Güney Film yapımcılığında Temel Gürsu
yönetmenliğinde filme alınır.
Bir yandan 12
Mart’ın sancıları bir yandan da devletin baskıları ve yoksulluğu çoğaltan
ekonomik politikaları sürdürüyordur. Çözümsüzlük ve bunalım üreten süreç
karşısında toplumsal muhalefet de yükselmeye, yeniden sokağa çıkmaya başlar. Bu
koşullarda günlerini cezaevinde geçiriyordur Yılmaz Güney. Yaşanan toplumsal
koşullar hep ilgilendirmiştir onu. İzin filminin senaryosunda farklı bir öyküyü
anlatsa da filmin içinde işçi yürüyüşleri, grev ve Taksim’de yapılan miting
görüntülerinin gerçek kayıtları yer alır.
1973
seçimlerinde, Bülent Ecevit’in ‘halkçı kimliği’ etrafında ‘Karaoğlan’ efsanesi
doğar; dağlara taşlara ‘Karaoğlan’ın adı yazılır. Bu rüzgâr CHP’nin seçimlerde
birinci parti olmasını sağlar. Bu rüzgârdan toplumun geniş kesimleri etkilenir.
Bir Gün Mutlaka (1975) filmi de bu koşullarda çekilir. Yılmaz Güney’in
senaryosunu yazdığı, yapımcılığını üstlendiği filmi Bilge Olgaç yönetir. Hayat
hareketlidir; fabrikalarda grevler, okullarda boykotlar, tarlalarda toprak
işgalleri vardır. İşçisinden köylüsüne, gençliğinden sanatçısına muhalif
kesimler sokaktadır, mücadele alanlarındadır. Tüm bu toplumsal hareketlilik
filme yansır.
Filmin
gösterimi yasaklanır, 1976 yılında kaldırılır bu yasak. Yarı belgesel olan
filmde, CHP’nin Taksim mitingindeki Bülent Ecevit’in konuşması DİSK mitingi,
Philips fabrikası grevi, Hilton ve Çınar otelleri grevleri, öldürülen bir
öğretmenin cenaze töreni, Seyyar Satıcılar Derneği’nin düzenlediği işçi gecesi
gibi gerçek/belgesel görüntüler yer alır.
Sürü filmi,
Yılmaz Güney sineması içinde bir destan, oyunculuklarla, görselliğiyle önemli
bir başyapıttır. Veysikan aşiretinin 520 koyunuyla köylerinden büyük kente,
Ankara’ya yolculuğunun öyküsü destansı bir dille anlatılır. Senaryosunu Yılmaz
Güney’in hapishanede yazdığı filmin yönetmeni Zeki Ökten’dir.
YOL VE DUVAR
Yılmaz
Güney’in 1981 yılında Isparta Cezaevi’nde yazdığı Arife-Bayram adlı senaryonun
çekimlerine aynı yıl yönetmen olarak Erden Kıral başlar, fakat aralarında
yaşanan bir anlaşmazlık sebebiyle çekimler durdurulur. Altı saatlik bir
projedir, çekimlerine Bayram adıyla başlanan film. On bir mahkûmun öyküleri
ekseninde anlatılacaktır toplumsal hayat.
Şerif
Gören’in yönetmenliğinde yeni bir ekip oluşturularak, kırk günlük bir aradan
sonra çekimlere tekrar başlanır, fakat bu kez öykü/senaryo Yılmaz Güney
tarafından değiştirilmiştir. Senaryodan bazı bölümleri çıkararak, bazı rolleri
kısaltarak mahkûm sayısını altıya düşürür. Çekilen film Yol adıyla geçer sinema
tarihine.
1982 yılında
Cannes Film Festivalinde Costa Gavras’ın Kayıp filmiyle beraber Altın
Palmiye’yi paylaşan fakat uzun süre Türkiye’de yasaklı olan Yol, onarılmış,
yenilenmiş kopyasıyla yeniden gösterime girer.
Karşımızda
sinema diliyle, senaryosuyla, anlattığı Türkiye ile sinemamızın önemli
başyapıtlarından, kilometre taşlarından bir film vardır. Yol, yarı açık
cezaevinden bir haftalığına izne çıkmış altı mahkûmun yol hikâyesini anlatır.
Aslında anlatılan bir yol hikâyesi değildir; aynı zamanda bir hapishane
filmidir Yol.
Birbirinden
bağımsız gelişen bu altı hayat öyküsünde mahkûmların geçtiği yolların iç içe
anlatılması, dönemin Türkiye’sinin baskısının, sıkışmışlığının resmini
çizerken, siyasal yapının yanında toplumsal yapının da eleştirisini yapar. Yol,
12 Eylül darbesinin hemen ardından 12 Eylül koşullarında çekilir.
Yılmaz Güney,
12 Eylül faşist darbesinin tüm baskılarıyla yaşandığı Türkiye’deki bir
cezaevinde yaşananları konu ettiği ‘Duvar’ adlı filmini Fransa’da çeker. Pek
çok duvarı aşmak zorunda kaldığı yaşamındaki son yönetmenlik çalışması olan
‘Duvar’da, Türkiye’deki cezaevlerinde yaşanan baskı ve zulmü, özgürlüğün
sınırlanmasını, insanlık onurunu ve haklarını hiçe sayan uygulamalar noktasında
ele alarak, gerçekliğin ürkütücü tarafını bütün çıplaklığıyla ortaya serer.
Demir
parmaklıklar ardından cellâtlarına isyan eden çocukların haykırışı, bir anlamda
masumiyetin ve sevginin, değerlerini yitiren dünyaya karşı haykırışını temsil
ediyordu. Yılmaz Güney ise Duvar’ı tek cümleyle şöyle özetliyordu: “Bu filmde
anlatılanlar, yaşanmış olayların yeniden harmanlanmasıdır. Onlar, kan, ateş ve
gözyaşı içinde, duvarların karanlığında ışığı ve suyu aramışlardı.”
Duvar filmini
Fransa’da Yılmaz Güney ve Fernando Solanas’la birlikte izleyen Atıf Yılmaz
hatıralarında şunları yazar:
“Stüdyo
Mercade’nin küçük salonunda izlediğimiz Duvar bittiğinde ilk ayağa kalkan
Yılmaz oldu. Dönüp Solanas’la bana baktı. Solanas benden önce davranıp
kucakladı Yılmaz’ı. ‘Mideme sıkı bir yumruk yemiş gibi oldum,’ demiş. Sonra ben
kalktım. Bazı kusurlarına rağmen çok etkileyici bir film seyretmiştim. Yılmaz,
‘Ne diyorsun ağabey?’ dedi. ‘Daha sonra konuşuruz,’ diyerek duygularımı, ufak
tefek eleştirilerimi söyledim. Bir de, ‘Fransa’da niye böyle bir ilk film
yaptın?’ diye sormuş olmalıyım ki Yılmaz’ın cevabını hatırlıyorum. Yaşamının
neredeyse üçte biri hapishanelerde geçen birinin, bir sanatçının içinde biriken
öfkenin, kinin, irinin kusulmasıydı Duvar. Yılmaz, ‘Bu irini kusmadan başka
film yapamazdım,’ diyordu.”
Aynı sohbette
Atıf Yılmaz’a, “Göreceksin, bundan sonra ne kadar farklı, ne kadar güzel
filmler yapacağım,” diyen Yılmaz Güney ne yazık ki düşlerini
gerçekleştiremiyor.
Türkiye
sinemasını dünyaya tanıtan, kendi kuşağını olduğu kadar, kendinden sonraki
kuşakları da etkileyen Yılmaz Güney, daha yapacak filmleri varken ve hep
ülkesine dönmenin düşünü kurarken, 9 Eylül 1984’te ülkesinden uzakta, Paris’te
aramızdan ayrılır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder