19 Mart 2020 Perşembe

YILMAZ GÜNEY VE EYLÜL


 (28 Eylül 2013)
Geçen haftaki yazımızı kaldığımız yerden sürdürelim: Yılmaz Güney Endişe’nin çekimlerinin başladığı günlerde hâkim Sefa Mutlu’yu öldürdüğü gerekçesiyle tutuklanır; ‘daha yapacak çok şeyi, filmleri’ varken, hayatının en verimli günlerini hapishanelerde geçirir. Hapisteyken yeni filmlerinin düşünü kurar, projelerini geliştirir. Senaryosunu da kendi yazdığı Yarın Son Gündür filminde, “Biz usturanın her zaman keskin tarafında yürüyoruz. Önümüzde mezarlıklar ve hapishaneler var,” diyordu. Gerçek hayatında da hep hapishaneler oldu.
Endişe filminin başında tek sahnede, kamyon üstünde görülür Yılmaz Güney. O tek sahnenin bugüne dek görsel medyada hiç yayınlanmamış fotoğrafını da ilk kez yayınlama olanağı buluyoruz bu yazı vesilesiyle. (Bu özel arşiv fotoğrafına daha önce Erkan Yücel belgeselinde yer vermiştim.)
Yılmaz Güney’in senarist ve yapımcı olarak imza attığı son filmleri İzin, Bir Gün Mutlaka, Sürü, Düşman, Yol ve senaryosunu da yazıp yönettiği son filmi Duvar’ı 12 Eylül sinemasıyla doğrudan ya da dolaylı bağı olan politik filmler olarak tanımlayabiliriz. Daha önce kafasında şekillendirdiği ya da not aldığı öykülerden yola çıkarak senaryosuz film çeken Yılmaz Güney, bu kez cezaevinde vaktini senaryo çalışarak değerlendirir. Bu dönemin ilk ürünü, detaylı olarak yazdığı ilk senaryo çalışması İzin, Güney Film yapımcılığında Temel Gürsu yönetmenliğinde filme alınır.
Bir yandan 12 Mart’ın sancıları bir yandan da devletin baskıları ve yoksulluğu çoğaltan ekonomik politikaları sürdürüyordur. Çözümsüzlük ve bunalım üreten süreç karşısında toplumsal muhalefet de yükselmeye, yeniden sokağa çıkmaya başlar. Bu koşullarda günlerini cezaevinde geçiriyordur Yılmaz Güney. Yaşanan toplumsal koşullar hep ilgilendirmiştir onu. İzin filminin senaryosunda farklı bir öyküyü anlatsa da filmin içinde işçi yürüyüşleri, grev ve Taksim’de yapılan miting görüntülerinin gerçek kayıtları yer alır.
1973 seçimlerinde, Bülent Ecevit’in ‘halkçı kimliği’ etrafında ‘Karaoğlan’ efsanesi doğar; dağlara taşlara ‘Karaoğlan’ın adı yazılır. Bu rüzgâr CHP’nin seçimlerde birinci parti olmasını sağlar. Bu rüzgârdan toplumun geniş kesimleri etkilenir. Bir Gün Mutlaka (1975) filmi de bu koşullarda çekilir. Yılmaz Güney’in senaryosunu yazdığı, yapımcılığını üstlendiği filmi Bilge Olgaç yönetir. Hayat hareketlidir; fabrikalarda grevler, okullarda boykotlar, tarlalarda toprak işgalleri vardır. İşçisinden köylüsüne, gençliğinden sanatçısına muhalif kesimler sokaktadır, mücadele alanlarındadır. Tüm bu toplumsal hareketlilik filme yansır.
Filmin gösterimi yasaklanır, 1976 yılında kaldırılır bu yasak. Yarı belgesel olan filmde, CHP’nin Taksim mitingindeki Bülent Ecevit’in konuşması DİSK mitingi, Philips fabrikası grevi, Hilton ve Çınar otelleri grevleri, öldürülen bir öğretmenin cenaze töreni, Seyyar Satıcılar Derneği’nin düzenlediği işçi gecesi gibi gerçek/belgesel görüntüler yer alır.
Sürü filmi, Yılmaz Güney sineması içinde bir destan, oyunculuklarla, görselliğiyle önemli bir başyapıttır. Veysikan aşiretinin 520 koyunuyla köylerinden büyük kente, Ankara’ya yolculuğunun öyküsü destansı bir dille anlatılır. Senaryosunu Yılmaz Güney’in hapishanede yazdığı filmin yönetmeni Zeki Ökten’dir.
YOL VE DUVAR
Yılmaz Güney’in 1981 yılında Isparta Cezaevi’nde yazdığı Arife-Bayram adlı senaryonun çekimlerine aynı yıl yönetmen olarak Erden Kıral başlar, fakat aralarında yaşanan bir anlaşmazlık sebebiyle çekimler durdurulur. Altı saatlik bir projedir, çekimlerine Bayram adıyla başlanan film. On bir mahkûmun öyküleri ekseninde anlatılacaktır toplumsal hayat.
Şerif Gören’in yönetmenliğinde yeni bir ekip oluşturularak, kırk günlük bir aradan sonra çekimlere tekrar başlanır, fakat bu kez öykü/senaryo Yılmaz Güney tarafından değiştirilmiştir. Senaryodan bazı bölümleri çıkararak, bazı rolleri kısaltarak mahkûm sayısını altıya düşürür. Çekilen film Yol adıyla geçer sinema tarihine.
1982 yılında Cannes Film Festivalinde Costa Gavras’ın Kayıp filmiyle beraber Altın Palmiye’yi paylaşan fakat uzun süre Türkiye’de yasaklı olan Yol, onarılmış, yenilenmiş kopyasıyla yeniden gösterime girer.
Karşımızda sinema diliyle, senaryosuyla, anlattığı Türkiye ile sinemamızın önemli başyapıtlarından, kilometre taşlarından bir film vardır. Yol, yarı açık cezaevinden bir haftalığına izne çıkmış altı mahkûmun yol hikâyesini anlatır. Aslında anlatılan bir yol hikâyesi değildir; aynı zamanda bir hapishane filmidir Yol.
Birbirinden bağımsız gelişen bu altı hayat öyküsünde mahkûmların geçtiği yolların iç içe anlatılması, dönemin Türkiye’sinin baskısının, sıkışmışlığının resmini çizerken, siyasal yapının yanında toplumsal yapının da eleştirisini yapar. Yol, 12 Eylül darbesinin hemen ardından 12 Eylül koşullarında çekilir.
Yılmaz Güney, 12 Eylül faşist darbesinin tüm baskılarıyla yaşandığı Türkiye’deki bir cezaevinde yaşananları konu ettiği ‘Duvar’ adlı filmini Fransa’da çeker. Pek çok duvarı aşmak zorunda kaldığı yaşamındaki son yönetmenlik çalışması olan ‘Duvar’da, Türkiye’deki cezaevlerinde yaşanan baskı ve zulmü, özgürlüğün sınırlanmasını, insanlık onurunu ve haklarını hiçe sayan uygulamalar noktasında ele alarak, gerçekliğin ürkütücü tarafını bütün çıplaklığıyla ortaya serer.
Demir parmaklıklar ardından cellâtlarına isyan eden çocukların haykırışı, bir anlamda masumiyetin ve sevginin, değerlerini yitiren dünyaya karşı haykırışını temsil ediyordu. Yılmaz Güney ise Duvar’ı tek cümleyle şöyle özetliyordu: “Bu filmde anlatılanlar, yaşanmış olayların yeniden harmanlanmasıdır. Onlar, kan, ateş ve gözyaşı içinde, duvarların karanlığında ışığı ve suyu aramışlardı.”
Duvar filmini Fransa’da Yılmaz Güney ve Fernando Solanas’la birlikte izleyen Atıf Yılmaz hatıralarında şunları yazar:
“Stüdyo Mercade’nin küçük salonunda izlediğimiz Duvar bittiğinde ilk ayağa kalkan Yılmaz oldu. Dönüp Solanas’la bana baktı. Solanas benden önce davranıp kucakladı Yılmaz’ı. ‘Mideme sıkı bir yumruk yemiş gibi oldum,’ demiş. Sonra ben kalktım. Bazı kusurlarına rağmen çok etkileyici bir film seyretmiştim. Yılmaz, ‘Ne diyorsun ağabey?’ dedi. ‘Daha sonra konuşuruz,’ diyerek duygularımı, ufak tefek eleştirilerimi söyledim. Bir de, ‘Fransa’da niye böyle bir ilk film yaptın?’ diye sormuş olmalıyım ki Yılmaz’ın cevabını hatırlıyorum. Yaşamının neredeyse üçte biri hapishanelerde geçen birinin, bir sanatçının içinde biriken öfkenin, kinin, irinin kusulmasıydı Duvar. Yılmaz, ‘Bu irini kusmadan başka film yapamazdım,’ diyordu.”
Aynı sohbette Atıf Yılmaz’a, “Göreceksin, bundan sonra ne kadar farklı, ne kadar güzel filmler yapacağım,” diyen Yılmaz Güney ne yazık ki düşlerini gerçekleştiremiyor.
Türkiye sinemasını dünyaya tanıtan, kendi kuşağını olduğu kadar, kendinden sonraki kuşakları da etkileyen Yılmaz Güney, daha yapacak filmleri varken ve hep ülkesine dönmenin düşünü kurarken, 9 Eylül 1984’te ülkesinden uzakta, Paris’te aramızdan ayrılır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder