19 Mart 2020 Perşembe

TÜRKİYE DİRENİYOR, SANATÇILAR ALANLARDA


Emek sinemasını yıkmayın ‘Emek yerinde güzel’ dedik, yıkmıyoruz üst kata taşıyoruz dediler, doğruyu söylemediler. Bir sabah iş makineleriyle Emek’i yıkmaya başladılar. Emek için direnen sanatçıları gaz bombalarıyla, tazyikli suyla sindirebileceklerini sandılar. Taksim’i insansızlaştırma, AKM’yi yıkma, Gezi Parkı’nı dönüştürme gündemdeydi, Emek direnişçileri de Taksim platformuyla birlikte Gezi direnişine geçtiler. Konserler yapıldı, Gezi’ye, Taksim’e, İstanbul’a sahip çıkıldığı, kentin sahipsiz olmadığı gösterildi.

RTE’ye parti diktatörlüğü yetmiyordu, partisinde başından itibaren sürdürdüğü tek adam diktasını ülkeye de dayatıyordu. Yatak odalarına girip insanların kaç çocuk yapacaklarından içkilerinin alkollü mü alkolsüz mü olacağına kadar, yaşam biçimlerine müdahale etmeye, dayatmalarını artırmaya başlamıştı. Şehir Tiyatroları’na müdahale ediliyor, Devlet Tiyatroları tasfiye edilmeye çalışılıyor, kentsel dönüşüm adı altında sermayeye ihale dağıtımı sürdürülüyor, baskı toplumun her kesimine arttırılarak yaygınlaştırılıyordu. Süreci hep birlikte izledik.
İktidar dur durak bilmeden baskılarını, hayatın her alanına müdahalelerini arttırırken, tepkisizlikten, medyasından ve toplum mühendislerinden güç alıyordu. Gezi dayanışması başlayıp, çadırlar kurulduğunda “gideni ve gelmekte olanı” anlayamadılar. İlk saldırıya geçtiklerinde yine ‘sessiz yığınların’ tepkisizliğine devletin psikolojik savaş aygıtlarına güveniyorlardı. Gezi dayanışmasını küçümsediler. Sinemacısıyla, müzisyeniyle, edebiyatçısı tiyatrocusuyla sanatçıdan direnişçi olmaz sandılar. İnsanlara ayyaş ve çapulcu dediklerinde itibarsızlaştırabileceklerini sandılar. Sanatın, sanatçının hayatı dönüştürebilme gücünü hesaba katmadılar.

Dayanışmada, onlarca gençle birlikte ağaç yıkımına direnen Sırrı Süreyya Önder’e sanatın hemen her dalından sanatçılar da katıldı. Gaz bombaları atılıp, çadırlar söküldüğünde İstanbul’un her yerinden insanlar Taksim’e aktı; Ankara, İzmir, Adana, Eskişehir, Antakya ayaklandı, her yer Taksim her yer direniş alanı oldu. Halk ayaklanmış, iktidara isyan ediyor, yaşam biçimime karışma, kentime dokunma diyordu. 31 Mayıs-1 Haziran bir dönüm noktası oldu.
İnsanlar televizyonları başında “olayları” izlerken, sokaklarda yürüyen halkın arasında daha önce sinema filminde, televizyon dizisinde gördüğü oyuncuları, severek dinlediği müzisyenleri gördü. Günlerdir süren isyan, direniş, dayanışma birçok “yeni” ile girmişti hayatımıza. Hülya Avşar Gezi’de sanatçıların hatıra fotoğrafı çektirdiğini düşünüp gelmiyordu, barış sürecine ‘akil insanlar’ katından destek veren Hülya Koçyiğit ve Kadir İnanır, Emek sineması direnişine sessiz kalan “Yeşilçamlılar” sessizliğini sürdürüyordu fakat sinemacılar Taksim’de Gezi’deydi. Sine-Sen, Emek direnişçileri, sinema yazarları, yönetmenler, oyuncular, senaristler, Yeni Sinemacılar dayanışmanın, direnişin içindeydi.
Müzik insanları Gezi dayanışmasıyla ilgili yeni besteler yapıyor, konserler veriyordu. İlk gününden itibaren yirmi dört saat kesintisiz canlı yayın yapan Hayat Televizyonu haberlerini izleyenler birçok sinemacının, müzisyenin söyleşilerine rastlıyordu.
UMUDU ÇOĞALTIYOR
Şebnem Sönmez, Nilüfer Açıkalın, Zeki Demirkubuz ve çok sayıdaki sinemacı, sanatçı, aydın bir araya gelip ana akım medyanın yanlı tutumuna karşı basın açıklaması yapıyordu. Yaşananlar umudu çoğaltıyor, başka bir dünya düşünü güçlendiriyordu. 12 Eylül darbesiyle yok edilen toplumsal bellek Gezi’de hayat buluyordu. Dostluk, dayanışma, paylaşım gibi geçmişin değerlerinin, erdemlerinin askeri-sivil darbelerle yok edilememiş olduğunu gördük. İstanbul’dan sonra Ankara, İzmir, Antakya, Adana gibi kentlerde uygulanan devlet terörüne karşı halk yılmıyor, direniyordu. Bu direnişte korku imparatorluğu yıkıldı, halk korku duvarını aştı.
31 Mayıs-1 Haziran direnişiyle RTE’nin iktidarı yıkılmış, “karizması çizilmiş”, kolu kanadı kırılmıştı. Basın toplantılarında gazetecilerle tartışmaya giriyor, eskisi gibi kükreyemiyordu. ‘Anlayana davul zurna saz anlamayana orkestra az’ denmiş Erdoğan Fas’a yol almıştı. Döndüğünde yaşananları anlamadığını gördük. “Erdoğan’ı yedirmeyiz, dik dur millet arkanda” gazıyla/yanılsamasıyla iktidarını yeniden kurabileceğini sandı. Devletin psikolojik savaş aygıtlarına, doğru olmayan bilgiye ve devlet terörüne sarıldı. Sanatçıları, gazetecileri, bilim insanlarını hedef gösterdi, mitinglerinde yalan yanlış bilgilerle sessiz yığınları etkilemeye çalıştı; dini-milli duyguları okşadı.
11 Haziran’da ses bombalarıyla, tomalarıyla, gaz bombalarıyla, sivil-resmi polis ordusuyla, provokatörleriyle Taksim’e girdiler. Sandılar ki direnişçileri korkutacaklar, eylemleri bitirecekler. Yanıldılar.
“Bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine alanları dolduranlar “direnişe devam” dedi; alanları doldurarak diz çökmeyeceklerini, kararlı olduklarını gösterdi. Taksim’den sonra Gezi’ye de girerek dayanışmayı, günlerdir oluşan birimimi talan ettiler, insanları yaraladılar. Savaşta bile gazetecilere, sağlık ekiplerine saldırılmazken iktidarın polis ordusu görevini yapan sağlıkçılara, gazetecilere, sanatçılara saldırdı.
Ne dayanışmayı, ne direnişi yok edemediler. Taksim Dayanışması direnişi sürdüreceklerini söyleyerek taleplerini yeniden hatırlattı iktidara.
Vali ailelere çağrı yapıyor, “çocuklarınızı parktan çekin, can güvenlikleri yok” diyordu. Can güvenliğini kim tehdit ediyordu parkta olanların? Vali’nin açıklaması üzerine orantısız zekâ kullanımıyla iktidar sahiplerinin ezberini bozan, şaşkına çeviren “marjinaller” de karşı açıklama yapıyordu: “Taksimdeki polislerin anne babalarına, lütfen çocuklarınıza ulaşın evlerine dönsünler çok can yakıyorlar halka kimyasal gaz sıkıyorlar.”
Sürekli provokasyondan, provokatörlerden söz eden iktidar provokasyonun alasını yapıyordu. Kim vandal, yıkıp döken kim bütün dünya görüyordu. Halk ayakta, Türkiye direniyor. Sinemacısıyla, müzisyeniyle, edebiyatçısıyla sanatçılar alanlarda.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder