Emek
sinemasını yıkmayın ‘Emek yerinde güzel’ dedik, yıkmıyoruz üst kata taşıyoruz
dediler, doğruyu söylemediler. Bir sabah iş makineleriyle Emek’i yıkmaya
başladılar. Emek için direnen sanatçıları gaz bombalarıyla, tazyikli suyla
sindirebileceklerini sandılar. Taksim’i insansızlaştırma, AKM’yi yıkma, Gezi
Parkı’nı dönüştürme gündemdeydi, Emek direnişçileri de Taksim platformuyla
birlikte Gezi direnişine geçtiler. Konserler yapıldı, Gezi’ye, Taksim’e,
İstanbul’a sahip çıkıldığı, kentin sahipsiz olmadığı gösterildi.
RTE’ye parti
diktatörlüğü yetmiyordu, partisinde başından itibaren sürdürdüğü tek adam
diktasını ülkeye de dayatıyordu. Yatak odalarına girip insanların kaç çocuk
yapacaklarından içkilerinin alkollü mü alkolsüz mü olacağına kadar, yaşam
biçimlerine müdahale etmeye, dayatmalarını artırmaya başlamıştı. Şehir
Tiyatroları’na müdahale ediliyor, Devlet Tiyatroları tasfiye edilmeye
çalışılıyor, kentsel dönüşüm adı altında sermayeye ihale dağıtımı sürdürülüyor,
baskı toplumun her kesimine arttırılarak yaygınlaştırılıyordu. Süreci hep
birlikte izledik.
İktidar dur
durak bilmeden baskılarını, hayatın her alanına müdahalelerini arttırırken,
tepkisizlikten, medyasından ve toplum mühendislerinden güç alıyordu. Gezi
dayanışması başlayıp, çadırlar kurulduğunda “gideni ve gelmekte olanı”
anlayamadılar. İlk saldırıya geçtiklerinde yine ‘sessiz yığınların’
tepkisizliğine devletin psikolojik savaş aygıtlarına güveniyorlardı. Gezi
dayanışmasını küçümsediler. Sinemacısıyla, müzisyeniyle, edebiyatçısı
tiyatrocusuyla sanatçıdan direnişçi olmaz sandılar. İnsanlara ayyaş ve çapulcu
dediklerinde itibarsızlaştırabileceklerini sandılar. Sanatın, sanatçının hayatı
dönüştürebilme gücünü hesaba katmadılar.
Dayanışmada,
onlarca gençle birlikte ağaç yıkımına direnen Sırrı Süreyya Önder’e sanatın
hemen her dalından sanatçılar da katıldı. Gaz bombaları atılıp, çadırlar
söküldüğünde İstanbul’un her yerinden insanlar Taksim’e aktı; Ankara, İzmir,
Adana, Eskişehir, Antakya ayaklandı, her yer Taksim her yer direniş alanı oldu.
Halk ayaklanmış, iktidara isyan ediyor, yaşam biçimime karışma, kentime dokunma
diyordu. 31 Mayıs-1 Haziran bir dönüm noktası oldu.
İnsanlar
televizyonları başında “olayları” izlerken, sokaklarda yürüyen halkın arasında
daha önce sinema filminde, televizyon dizisinde gördüğü oyuncuları, severek
dinlediği müzisyenleri gördü. Günlerdir süren isyan, direniş, dayanışma birçok
“yeni” ile girmişti hayatımıza. Hülya Avşar Gezi’de sanatçıların hatıra
fotoğrafı çektirdiğini düşünüp gelmiyordu, barış sürecine ‘akil insanlar’ katından
destek veren Hülya Koçyiğit ve Kadir İnanır, Emek sineması direnişine sessiz
kalan “Yeşilçamlılar” sessizliğini sürdürüyordu fakat sinemacılar Taksim’de
Gezi’deydi. Sine-Sen, Emek direnişçileri, sinema yazarları, yönetmenler,
oyuncular, senaristler, Yeni Sinemacılar dayanışmanın, direnişin içindeydi.
Müzik
insanları Gezi dayanışmasıyla ilgili yeni besteler yapıyor, konserler
veriyordu. İlk gününden itibaren yirmi dört saat kesintisiz canlı yayın yapan
Hayat Televizyonu haberlerini izleyenler birçok sinemacının, müzisyenin
söyleşilerine rastlıyordu.
UMUDU
ÇOĞALTIYOR
Şebnem
Sönmez, Nilüfer Açıkalın, Zeki Demirkubuz ve çok sayıdaki sinemacı, sanatçı,
aydın bir araya gelip ana akım medyanın yanlı tutumuna karşı basın açıklaması
yapıyordu. Yaşananlar umudu çoğaltıyor, başka bir dünya düşünü güçlendiriyordu.
12 Eylül darbesiyle yok edilen toplumsal bellek Gezi’de hayat buluyordu.
Dostluk, dayanışma, paylaşım gibi geçmişin değerlerinin, erdemlerinin
askeri-sivil darbelerle yok edilememiş olduğunu gördük. İstanbul’dan sonra
Ankara, İzmir, Antakya, Adana gibi kentlerde uygulanan devlet terörüne karşı
halk yılmıyor, direniyordu. Bu direnişte korku imparatorluğu yıkıldı, halk
korku duvarını aştı.
31 Mayıs-1
Haziran direnişiyle RTE’nin iktidarı yıkılmış, “karizması çizilmiş”, kolu
kanadı kırılmıştı. Basın toplantılarında gazetecilerle tartışmaya giriyor,
eskisi gibi kükreyemiyordu. ‘Anlayana davul zurna saz anlamayana orkestra az’
denmiş Erdoğan Fas’a yol almıştı. Döndüğünde yaşananları anlamadığını gördük.
“Erdoğan’ı yedirmeyiz, dik dur millet arkanda” gazıyla/yanılsamasıyla
iktidarını yeniden kurabileceğini sandı. Devletin psikolojik savaş aygıtlarına,
doğru olmayan bilgiye ve devlet terörüne sarıldı. Sanatçıları, gazetecileri,
bilim insanlarını hedef gösterdi, mitinglerinde yalan yanlış bilgilerle sessiz
yığınları etkilemeye çalıştı; dini-milli duyguları okşadı.
11 Haziran’da
ses bombalarıyla, tomalarıyla, gaz bombalarıyla, sivil-resmi polis ordusuyla,
provokatörleriyle Taksim’e girdiler. Sandılar ki direnişçileri korkutacaklar,
eylemleri bitirecekler. Yanıldılar.
“Bir ağaç
gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine alanları dolduranlar “direnişe
devam” dedi; alanları doldurarak diz çökmeyeceklerini, kararlı olduklarını
gösterdi. Taksim’den sonra Gezi’ye de girerek dayanışmayı, günlerdir oluşan
birimimi talan ettiler, insanları yaraladılar. Savaşta bile gazetecilere,
sağlık ekiplerine saldırılmazken iktidarın polis ordusu görevini yapan
sağlıkçılara, gazetecilere, sanatçılara saldırdı.
Ne
dayanışmayı, ne direnişi yok edemediler. Taksim Dayanışması direnişi sürdüreceklerini
söyleyerek taleplerini yeniden hatırlattı iktidara.
Vali ailelere
çağrı yapıyor, “çocuklarınızı parktan çekin, can güvenlikleri yok” diyordu. Can
güvenliğini kim tehdit ediyordu parkta olanların? Vali’nin açıklaması üzerine
orantısız zekâ kullanımıyla iktidar sahiplerinin ezberini bozan, şaşkına
çeviren “marjinaller” de karşı açıklama yapıyordu: “Taksimdeki polislerin anne
babalarına, lütfen çocuklarınıza ulaşın evlerine dönsünler çok can yakıyorlar
halka kimyasal gaz sıkıyorlar.”
Sürekli
provokasyondan, provokatörlerden söz eden iktidar provokasyonun alasını
yapıyordu. Kim vandal, yıkıp döken kim bütün dünya görüyordu. Halk ayakta,
Türkiye direniyor. Sinemacısıyla, müzisyeniyle, edebiyatçısıyla sanatçılar
alanlarda.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder