O günlerden
net hatırladığım iki olay vardı. Biri Deniz’lerin asıldığı gün babaannem ve
annemin ağlamaları (annemin yıllarca Deniz Gezmiş adı geçtiğinde gözleri
dolmuştur), diğeri de Mahir Çayan ve Hüseyin Cevahir’in Maltepe’de bir evde
kuşatıldıklarında yaşıma ve bacak kadar boyuma aldırmadan Maltepe’ye gidip
kalabalığın arasında olan biteni izlememdi. Mahir Çayan ve Hüseyin Cevahir
sığındıkları evde, evin kızı Sibel Erkan’ı alıkoyarak teslim olmamak için
direniyordu. Ev kuşatılmıştı ve 1971’in Mayıs sonunda başlayan olay 1
Haziran’da Hüseyin Cevahir’in öldürülmesi, Mahir Çayan’ın da yaralı ele
geçirilmesiyle son bulmuştu.
BAŞKA BİR
DÜNYA
Dev gibi
düşleri olan gençleri seviyor, açtıkları yoldan yürüyor, dev gibi düşler ve
düşlediğimiz başka bir dünya için kök salacak çınarlar büyütüyorduk içimizde.
12 Mart darbesinin ardından gelişen yeniden yapılanma ve saflaşma içinde
çocukluk yıllarımda dev gibi gençler sandığım, yaşım ilerledikçe onların dev
gibi yürekleri ve düşleri olduğunu düşündüğüm gençlerin, devrimcilerin, ‘başka
bir dünya’ düşünün safında yer almıştım.
Henüz
düşlerimizin, umutlarımızın üzerinden tank paletleri geçmemişti. Yükselen
değerlerimiz, erdemlerimiz farklıydı. Sahici düşlerimiz vardı. İlk gençliğimiz
öncüllerimizin 68’lilerin öykülerini dinlemekle, o dönemin edebiyatını okumakla
geçmişti.
12 Eylül
sonrasında artık bizim kuşağın öyküleri, yaşanmışlıkları konuşuluyor,
‘şarkılar-türküler bizi söylüyordu’. 12 Eylül Filmleri’nde, romanlarda
anlatılan bizim öykümüzdü fakat eksik bir şeyler vardı.
12 Eylül 1980
sabahı başlayan askeri darbenin yaşandığı süreç, siyasal ve toplumsal açıdan
sancılı geçen ve etkileri günümüze dek uzanan bir dönem olmuştur. Bu süreç 11
Eylül’de karar verilip 12 Eylül’de uygulamaya sokulmuş anlık bir karar-uygulama
değildir. Ölümlerle, katliamlarla örülen bilinçli, planlı bir hazırlığın son
halkası olarak hazırlanmış ve 12 Eylül sabahı uygulamaya sokulmuştur. Hayatı
tüm alanlarıyla dönüştürmek, yeniden yapılandırmak için gerçekleştirilen darbenin
amacına ulaştığını, gerçekleştirenler açısından başarılı bir darbe olduğunu 32
yıldır yaşanan sürece baktığımızda görebiliyoruz.
UNUTTURMAK
HATIRLATMAK
Toplumun
bütün kurumları ‘sıkı’ bir denetimle kontrol altına alınır darbeli yıllarda; en
başta da kitle iletişim araçları medya, sinema ve tiyatrolar. Psikolojik savaş
aygıtlarının gelişmesi, medyanın yaygınlaşıp egemenler adına toplumu kuşatması
yeni yükselen değerlerin sunumunu ve toplumsal belleğin yok edilmesi sürecini
hızlandırır. Toplumsal hayatın kılcal damarlarına dek yayılan ve etkisi
günümüze dek uzanan büyük “dönüşüm” etkisini medyada olduğu gibi sanat alanında
da gösterir.
İktidarın,
egemen olanın unutturma/uyutma dayatmasına karşın muhalif olan
hatırlatmayı/belleği koyarak sürdürür mücadelesini. Genel olarak muhalif sanat,
özelde de muhalif/politik sinema belleği koruyan, tazeleyen, yeniden oluşumunu
sağlayan alanlar olarak var olur. Yaşanmış olanın, tarihin sunumu önemlidir ve
egemen ya da muhalif konuma göre şekillenir; egemen olana ya da muhalif olana
hizmet eder. Dayatılanın, sunulanın değil de yaşanmışlığın, gerçekliğin izini
süren sanat, toplumsal belleğin oluşmasında, toplumsal bilincin dönüşmesinde
önemlidir. Ana akım sinema toplumsal bilinci egemen ideolojinin çıkarlarına
uygun biçimlendirirken muhalif olan belleğin silinmesine karşı durarak
toplumsal bilincin-belleğin geleceğe aktarılmasını sağlar.
Sinema
toplumsal belleği var etmenin, güçlendirmenin, yaşanan ânı geleceğe aktarmanın
en önemli sanatsal araçlarından biridir. Filmler anlattıkları ya da çekildikleri
dönemleri içermesi nedeniyle, diğer iletişim ve kültür araçlarıyla birlikte
toplumsal belleğin deposu işlevi görür. Darbenin, baskının, yasakların,
sansürün etkisiyle bir süre film yapamayan, sessiz kalan Yeşilçam bir süre sonra
yeniden film üretmeye başlar fakat sanatın bütün alanları gibi sinema da bu
koşullarda üretiliyor, yaşananlardan payına düşeni alıyordur. 12 Eylül’le
yüzleşmek, hesaplaşmak sinemanın gündeminde olan fakat hep sonraki yıllara
ertelenen bir durum olarak yer alır.
12 Eylül 1980
darbesiyle başlayan süreç, yaşananlar 1986 yılından itibaren, sinemada
karşılığını bulur. Sonrasında 12 Eylül Filmleri olarak tanımlanan
filmler, çekilmeye, arka arkaya gösterime girmeye başlar.
12 Eylül
darbesiyle başlayan 1980’li yıllar (ve sonrası da) belleklerin silindiği,
dönüştürüldüğü süreç olarak geçer tarihe. Unutma, yok sayma, sonraki tarihlere
erteleme eğilimi sinemaya başlangıçta geri çekilme, içine kapanma olarak
yansıyıp uzun süreli bir suskunluk yaşansa da bu sıkıntılı süreçte 12 Eylül
darbesinin yarattığı ‘yeni durum’u ilk dillendiren, perdeye yansıtan Sen
Türkülerini Söyle (1986) filmiyle Şerif Gören olur. Zeki Ökten’in Ses (1986) ve
Zeki Alasya’nın Dikenli Yol (1986) filmlerinin eklenmesiyle 12 Eylül Filmleri
tanımlaması yapılır. Sonraki yıllarda çekilen başka filmler de bu
sınıflandırmanın içine yerleştirilir.
Bir sonraki
yazının konusu da 12 Eylül filmleri olsun…
YENİ DÜNYA
DÜZENİNE UYUM
DARBECİ
cuntanın iktidarda olduğu, baskının, yasağın, devlet şiddetinin ağır yaşandığı
ilk yıllarında toplumun tüm dinamik kesimleri gibi sinema ve sinemacılar da
susmuş, susturulmuştu. Devlet, tüm kurumlarıyla yeni dünya düzenine uygun
yapılandırılıp dönüştürülürken, toplum mühendisleri marifetiyle toplumsal hayat
da geri dönüşümsüz tasarımlarda yapılandırılıyordu. 12 Eylül sabahı başlatılan
süreçte, baskının, devlet şiddetinin en ağırı, zulmün, işkencenin en
yaşanmamışı yaşatılıyordu. Özgürlükler her alanda kısıtlanırken çöle döndürülen
hayatta serap yanılsamaları yaratılıyor, bireyi-toplumu teslim almak üzere
direnmelerini sağlayan değerlere karşılık ‘özlem’ duydukları dünya nimetleri
sunulurken özenme ve tüketim arzusu kışkırtılıyordu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder