İŞÇİ TULUMUYLA HÜRRİYET VE KARANLIKTA UYANANLAR -iyi kirli siyasi seçimlerine yamayıp, devletin numaralı kanatlarından
birinin askeri yapma çabası da sınıf ideolojisi karşısında yıkılıp gider.
Barikatları yıkacak, özgürleşmeyi getirecek olan sınıf mücadelesidir; devletin
bir kanadının askeri olmak değil.
Büyük
kentlerde sanayileşme, kapitalist üretim ilişkileri gelişmeye başladığında
açılan irili ufaklı fabrikalarla işçi sınıfı ve sorunları da girer hayatımıza.
Fabrikalarda işçiler sendikasız, güvencesiz çalıştırılır ucuz işgücü olarak.
Çalışanın yoksulluğunda, yaşamında bir değişim olamazken sermaye sahipleri
çalışanlarının sırtından kazandıkça kazanır.
İşçilerde sınıf bilinci oluştukça, hak arama mücadeleleri başlar. Fabrikalarda sendika ve grev hakkı için harekete geçen işçilerin mücadeleleri, direnişleri, ödedikleri bedeller sinemaya da yansır. Bu türün ilk örneği, sendikalaşma sürecinin anlatıldığı, 1964 tarihli ilk işçi-sendika-grev filmi olarak sinema tarihine geçen, senaryosunu Vedat Türkali’nin yazdığı, Ertem Göreç’in yönettiği Karanlıkta Uyananlar’dır.
HAKKINIZI
ALINCAYA KADAR
Boya
fabrikası sahibinin oğlu Turgut, bir mirasyedi gibi yaşar. Çalışmak yerine
gününü gün edip çocukluk-gençlik arkadaşlarıyla gezer, eğlenir. Arkadaşları
arasında babasının fabrikasında çalışan Ekrem de vardır. Nuri Usta da fabrikada
tecrübesiyle, yaşıyla sınıf bilincine sahip, sendikalı bir ustabaşıdır. “Bizim
elimize ne geçiyor ki, size ne vereyim?” diyen fabrika sahibi Şeref Bey’i,
“Elinize geçenlerin hesabında gözümüz yok, Şeref Bey, üç kuruşluk hakkımızı
almaya bakıyoruz” diye cevaplar Nuri Usta.
Oğlunun
kaytarıcılığıyla işlerinin aksadığını öğrendiğinde de şöyle bir konuşma yapar
Şeref Bey: “Tembeller, serseriler düşmanım benim. İsterse en yakınım, öz oğlum
olsun. Çalışanların dostuyum ben. Hakkı yenen varsa, gelsin bana söylesin. Vız
gelir bana sendikanız. Fesatlık çıkaranlara, havadan para almak isteyenlere yer
yok benim fabrikamda. Beğenmeyen defolup gider.”
Bu konuşmanın
ardından fabrika müdürü adını saydığı işçilerin fabrikayla ilişiklerinin
kesildiğini, muhasebeye uğrayıp on beşer günlük yevmiyelerini almalarını
duyurur. İşten çıkarmalar üzerine sendika grev kararı alır. Şeref Bey ölünce
fabrikanın yönetimi Turgut’a kalır. Bir yandan arkadaşı da olan işçiler, diğer
yandan fabrika idarecilerinin baskısı ve yönlendirmesi karşısında ne yapacağını
şaşırır Turgut. Sorunları çözeceğini söyleyerek işçilerden sabretmelerini
ister. Gelişen olaylarla çalışanların da, arkadaşlarının da güvenini yitirir.
Yabancı sermayeyle işbirliği yapan yöneticilerin de oyununa gelir. Atılan
işçileri geri aldırmak, çalışanların zam isteklerini yerine getirmek istese de
başarılı olamaz.
İşçiler
arasında grev oylaması yapılacaktır. Nuri Usta işçilere bu durumu bildirir:
“Kanun bize diyor ki, işveren size emeğinizin hakkını vermiyorsa çalışmayın,
çalıştırmayın fabrikayı da. Ta, hakkınızı alıncaya kadar. İşte grev bu. İyi
düşünün. Kolay değil tabii, karar verecek sizlersiniz.”
Turgut’la
Ekrem’in de arası bozulur, yumruk yumruğa kavga ederler. Ekrem, Nuri Usta’nın
evinde kalıyordur. Nuri Usta’ya baba yadigârıdır, elinde büyümüştür. Ekrem’in
Turgut’la, diğer arkadaşlarıyla içki içip, serserilik yapmasını içine
sindiremez. Fabrikada teknisyen olan yetenekli, çalışkan bir işçidir Ekrem.
Babası da aynı fabrikada çalışırken iş kazasında hayatını kaybetmiştir.
Nuri Usta
Ekrem’e, “Aslan gibi iki oğlumu kaybettim. Babanı da evlatlarımdan hiç
ayırmadım. Senin kendini serseriliğe vurup bizden yüz çevirmen onların acısı
kadar koydu bana. Demir dökümde yanan yiğit, namuslu işçinin oğlu bu mu
olacaktı deyip kahroluyorum. Zaten ikiyüzlü pis bir dünyadayız. İhtiyar bir
adamım, seninle övünmek istiyordum oğlum, iyiliğinle, yiğitliğinle. Gücüm yetmiyor
artık benim. Anladın değil mi, yapılacak çook iş var” der. Bu konuşma Ekrem’i
kendine getirir; sınıfını bilir, safa girer.
Yaşanan geçim
sıkıntıları ve hastalanmalar üzerine dayanışmaya çalışırlarken, aralarında
toplanan paraların çözüm olmadığı, ne yapılması gerektiği üzerine işçilere
“İşverenin aklına estiği zaman bizi işten atmasına mani olabiliyor muyuz, ona
bakalım” der.
“Sendikaya
girelim de kapı dışarı mı etsinler işimizden?” diyen işçiye de şunları söyler:
“Sendika
sensin, sen, ben, o, hepimiz. (ürettikleri boya kutusunu eline alıp göstererek)
Şu meydana gelir miydi emeğimiz olmadan? İşte, bunu yaratan emeğimizin hakkını
biz almazsak kim verir bize? Ben teknisyenim, çoluğum çocuğum da yok. Dört
çocuğunla sürünmüyor musun Mustafa, ya sen Temel, 60 lira alırsın haftada,
hasta anan, karın, iki çocuğunla nasıl geçiniyorsun? Sen Hasan, Rıza, Moiz,
Şakir, Hıristo, Yaşar? Ulan neyiniz var kaybedecek? Kanun bir hak vermiş size,
köpek gibi korkup titreşeceğinize, hele bir sımsıkı tutunun birbirinize, bakın
o zaman kimse sizin ekmeğinizle, insanlığınızla oynayabilir mi?”
Turgut Bey’in
kendilerini atlattığını söyleyen işçilere de, “Atlatacak tabii, onun için
işverenin karşısına tek tek değil, toplu olarak çıkalım ki kuvvetli olalım.
Anlasanıza be” der.
İşçiler aralarındaki
grev kırıcılara, işveren muhbirlerine rağmen grev kararı alırlar. Gittikçe
borçlanan, ürettiği boyaları da satamayan, yabancı sermaye temsilcilerinin
oyununa gelen Turgut fabrikayı kaybeder. Grev de başlar... Bütün mahalleli ve
işçi aileleri, grevci işçilerle dayanışma içine girerler. Grev alanına
yiyecekler, eşyalar taşınır. 1970’li yıllarda çokça yaşandığı gibi başka
fabrikalardan işçiler de kortejler halinde gelirler dayanışmaya. Tam bir ‘sınıf
dayanışması’ yaşanır grev alanında. Grevci işçiler hep bir ağızdan,
“Karşılarında biz varız” diye bağırır fabrikanın yeni sahiplerine. Karşılarında
oldukları, hakları için direndikleri sermayedir; ezen, sömüren sınıfın
temsilcileridir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder