Sinemasıyla,
tiyatrosuyla, müziğiyle bütün sanat dalları yaygın, geniş yığınları sarmalayıp
etkileyebilen yapısıyla önemli bir toplumsal iletişim alanı olduğu gibi her
türden iktidar ve muhalefetin mücadele ettiği alanlardır da aynı zamanda.
Sanatın ekonomik, ideolojik ve estetik olarak üç temel işlevi düşünüldüğünde bu
işlevlerin egemen ya da muhalif olanın yapısını belirlediğini söyleyebiliriz.
Statükocu teoriler iktidarın, eleştirel kuramlar da muhalefetin yol
göstericiliğini yapar.
Sanat alanı
gerçeklikten/hayattan etkilenir ve onu etkiler. Sanat insanların duruşunu,
düşüncelerini değiştirebilmekte, kamuoyu oluşturabilmekte ve modalar
yaratabilmektedir. Estetiğin diliyle yaratıcılığın ve hayal gücünün vücut bulduğu
sanat hayata dair ve dâhildir. Bu nedenle egemen ideolojinin aktarılma aracı
olduğu kadar, muhalif olanın da kendini ifade ettiği önemli bir alandır.
“Sözcüklerle
aktarılan düşünceleri anlama ve kendi düşüncelerini başkalarına aktarabilme
yeteneği olmasaydı insanın hayvandan farkı olmazdı.” der Tolstoy. Marks’a göre
de; yaratıcı eylem, insanın ve doğanın karşılıklı etkileşiminin bir aşamasıdır.
Sanat, yaşamı insanileştiren bir olgudur.
Toplumsal
hayat içinde sanatın biricik amacının yalnızca kendisi olduğunu, başka bir
amacının olmadığını, olmaması gerektiğini söylemek hayatın diyalektiğine
aykırıdır; hayatı insanileştiren olguları kavrayamamak anlamına gelir.
SANAT TOPTAN
SUÇ SAYILDI
Neyin suç
olduğunu egemenleri temsilen/onların adına “kanun koyucu”lar belirliyor ve bunu
kanunlarla düzenliyor. Varlığını meşru ve sürekli kılmak isteyen iktidarlar
için hayatı dönüştürebilecek, güzelleştirip daha yaşanılır kılacak ‘her şey’
suç sayılabiliyor. Bu, olağan dışı dönemlerde sanatın suç unsuruna, sanatçının
suçluya dönüşmesine yol açabiliyor. Geçici sanılan/varsayılan bu durum
iktidarın olağan uygulamasına dönüşerek kalıcılaşabiliyor. Bu bizde hep böyle
oldu, 12 Eylül sabahından günümüze dek en acımasız örneklerini verdi.
Darbeyle,
bütün sol-muhalif yapılanmalar, kitle örgütleri yasadışı örgüt muamelesi gördü.
Tanklarla, askerlerle kuşatılan mahallelerde evler basılıp aranırken,
tutuklananlarla birlikte ‘teşhir edilen silahlar’ın yanında, suç unsuru
saydıkları kitaplar, dergiler, video kasetlerde filmler, tiyatro oyunları da
yer alıyordu.
Egemen güç bu
kadarıyla yetinmedi. Hayatı güzelleştiren, dönüştüren sanat toptan suç sayıldı,
filmler, tiyatro oyunları yasaklandı, sanatçılar tutuklandı. 39 ton kitap,
dergi, gazete yakıldı, imha edildi, 937 sinema filmi sakıncalı bulunarak
yasaklandı.
12 Eylül’ün
özgürlükçü, devrimci güçleri bastırmasıyla iktidara gelenler, liberal
söylemlerle iktidar olsalar da muhafazakâr tabana yaslanıyordu. Bu güçler kitle
iletişim araçlarını sıkı kontrol ve denetim altında tutular. Egemen ideolojinin
bu güçlerden yana el değiştirmesinde yanlı medyanın/kitle iletişim araçlarının
rolü büyük oldu. Bu yönlendirme darbe yıllarında bireyin edilgen, apolitik
olması yönünde de kullanılmıştı.
Sanat
alanında ana akım ürünler desteklenerek eleştirel/muhalif ürünlerin önü
kesildi; muhalif olan suçlu sayıldı. Toplumsal bilinci oluşturan temel,
toplumsal bellektir. İktidarlar varlıklarının meşruiyetini, sürekliliğini
sağlamak için geçmişin algılarını, belleğini unutturma, yok etme yolunu
seçerler; muhalif güçlere düşense bu unutturmayı reddedip toplumsal bilinci ve
belleği diri tutmaya yönelmektir.
Sinema,
tiyatro, müzik gibi yaygın/etkili sanat alanları egemen ve muhalif ideolojiler
açısından toplumsal yaşamda önemli bir yere sahiptir. Muhalif sanat dünyayı,
içinde yaşadığı toplumu ve her türden iktidarı sorgular. Yalnızca sorgulamakla
yetinmeyip dönüştürmeyi de önerir.
SANATLA
İŞLENEBİLECEK SUÇ YOKTUR
Sanatın
siyasetle, toplumsal olanla ilişkisi ortaya çıkışıyla başlar. Siyaset hayatın
her alanına içkin olduğundan sanata da içkindir. Yaşayarak oluşturduğumuz
kültür, ahlâk gibi değer sistemleri hep siyasal olanla ilişkili olmuştur. Bu
durum sanat alanı için de geçerlidir. Egemen ideolojinin kitleleri yönlendirme
işlevi gören egemen/ana akım sanat ürünü bunu fark ettirmeden yapmayı
seçtiğinden, siyasetle ilişkisi de dolaylı gibi durur.
Muhalif
sanatın egemen olanı dönüştürme seçimi, çabası iktidarı rahatsız eder.
Devletin, “olağan dışı dönemler”de, her alanda her türden uyguladığı ‘egemen
güç şiddeti’ devletin olağanına dönüştüğünden, basılmamış kitaplar,
sahnelenmemiş oyunlar, çekilmemiş filmler suç unsuru sayılır. ‘Olası suçları
oluşmadan önleyecek’ kanunlar, yöntemler, geliştirilir, uygulamaya konulur.
Varlığını tehdit ettiğini varsaydığı sanat ürünü suç unsuru, sanatçı da
suçludur egemen güçler ve onların devletince.
Hayatın her
alanında olduğu gibi sanat alanında da bugün yaşadığımız, yaşatılmak istenen
budur. Sanat hayatı dönüştürme, güzelleştirme aracıysa bu alanda
gerçekleştirilen yaratıcı eylem, insanın ve doğanın karşılıklı etkileşimini
sağlar yaşamı insanileştirir, insanı yaşamın estetiğini çoğaltan güzellik
emekçisine dönüştürür.
Tüm bunlardan
dolayı sanatta işlenebilecek bir suç yoktur. Sanat hayattır, hayat sanatın
üretimleriyle dönüşür, estetiğiyle güzelleşir.
HALKI
ASKERLİKTEN SOĞUTMAK
İzmir
Yenikapı Tiyatrosu oyuncusu Nazlı Masatçı oynadığı sokak oyununda ‘vicdani ret
teması işlendiği için suç işlemiş’ sayılarak hapis cezası isteğiyle
yargılanıyor.
Vicdani retçi
İnan Süver’e özgürlük için yapılan basın açıklamasında bir sokak oyunu
sahneledi Nazlı ve halk askerlikten soğudu; o gün bu gündür askere giden
olmuyor. Suçun büyüklüğüne bakın siz! Durum böyleyken Nazlı’nın “halkı
askerlikten soğutma suçu”yla yargılanmasından daha doğal ne olabilirdi? “Ben devletim
yaparım” alışkanlığı.
Nazlı, dava
için “Sanatta hiç bir suçun olmayacağına inanıyoruz. Bu davada yargılanan ben
değilim, sanattır. Sokakta olmaya, sanatı barış diliyle büyütmeye devam
edeceğiz” diyor. Devletin ‘vicdani ret’ talebinden korkması (halkın askerlikten
soğumak gibi bir derdi olmadığından) anlamsız fakat sanattan korkmaları anlamlı
ve anlaşılır bir durum. Çünkü sanat hayatı dönüştürür
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder