12 Eylül’ün
yarattığı ortamda, bir yanda yalnızlaşan birey, yoksullaşan kitleler diğer
yanda gittikçe zenginleşen rantiyeci bir kesim oluşur. Tüketim çılgınlığının
reklâmlarla, medya marifetiyle, renkli vitrinler, ışıltılı tabelalarla
kışkırtılması, “Avrupa’yla boy ölçüşen gelişen Türkiye” imajıyla sunuluyordu.
1980 darbesinin yarattığı korku ve paranoya ortamında susturulan,
kimliksizleştirilen birey ve kitleler, Özal yönetimine sunulanı tereddütsüz
kabullenir biçimde devredilmiştir.
1980 öncesi çeşitli nedenlerle bastırılmış istekler, açığa çıkmak için bir boşluk alanı yakalar bu ortamda. ‘80 öncesi tek kutuplu ‘muhalif cephe’ içinde var olamayan renkler de bu ortamda ortaya çıkabiliyordu. Feminist, eşcinsel, çevreci ve yeşil hareket, sol/sosyalist muhalefetin susturulduğu, baskı altına alındığı zeminde ortaya çıkabilme, sesini duyurabilme olanağı yakalar.
Oluşan bu
baskı ve boşluk ortamında sinema da farklı arayışlara yönelir. Bu yönelim o
günün koşullarına uygun olarak bireyin sorunlarına, iç yolculuğuna, bastırılmış
duygulara ve kadın sorununa iter yönetmenleri. O günün haber dergilerinin
kapaklarına, ana dosyalarına yansıyan haberler sinemada karşılığını bulur. ‘80
sonrası boşluğunda sistemin ‘farklı ve marjinal’ dergilerine, edebiyat
ürünlerine yansıyan ‘marjinal’ konulardır bunlar. Bu temalar sinemada bireyin
bunalımı, çıkışsızlığı, iç yolculuğu, eşcinsellerin ve kadının sorunu, toplum
içindeki durumu, bu sorunların sorgulanması olarak işlenir.
12 Eylül darbesinin kıyıma uğrattığı, uzun yıllar toparlanamayacak denli
ezdiği, hırpaladığı sosyalistlerin çekildiği alanlarda, daha çok 1980 öncesinin
sol örgütlerinden kopan bireylerin oluşturduğu ‘yeni muhalifler’ boy
gösteriyordu. 1980’lerin en güçlü akımı feminizm/kadın hareketiydi ve sinemaya
yansıması da gecikmedi.
1980
sonrasının arayışları içinde bireyin sorunlarına yönelen filmlerin yanı sıra,
‘kadın filmleri’ olarak tanımlanan filmler de önemli bir yer tutar. Kadın
filmlerinin en önemli ismi ise, her döneme uygun filmler yapan ve kendisini
sürekli yenileyerek üretimini sürdüren Atıf Yılmaz’dır. Erkek egemen sistem
içindeki kadının ayakta kalabilme mücadelesi, toplumsal baskılara direnmesi,
kadın olmaktan kaynaklanan sorunları Atıf Yılmaz filmleriyle ‘erkek egemen
sinema’ içinde beyaz perdeye yansır. Yeşilçam sinemasının egemen anlayışında
‘hizaya getirilen’, toplumsal hayattaki belirlenmiş rolü pekiştirilen, itaat
eden, cinselliğinden arındırılmış kadın, Atıf Yılmaz filmlerinde var olan
kurulu ve dayatılan sistemi onaylayan, payına düşeni alan kadın olmaktan çıkar.
Üreten ve düşünen kadın karakterler tek boyutlu değildir, tabuları yıkar. İyi
kadın, kötü kadın ya da birer melek olan tek boyutlu kadın anlayışının dışında
cinselliğini de yaşayan, iyi ve kötüyü de taşıyan ve yansıtan, baş kaldıran
kadın karakterler işlenir Atıf Yılmaz filmlerinde.
İlk dönemini
Aşk Istıraptır, Hıçkırık, Kadın Severse gibi melodramlarla, roman
uyarlamalarıyla değerlendiren Atıf Yılmaz, aralarında Gelinin Muradı (1957),
Ala Geyik (1959), Keşanlı Ali Destanı (1964), Murat’ın Türküsü (1965), Ah Güzel
İstanbul (1966), Selvi Boylum Al Yazmalım (1977) gibi önemli filmlerin de yer
aldığı melodramdan komediye, köy sorunlarına kadar birçok türde filmler üretir.
Mine (1982)
filmiyle başlayan Seni Seviyorum (1983), Bir Yudum Sevgi (1984), Dağınık Yatak
(1984), Adı Vasfiye (1985), Dul Bir Kadın (1985), Asiye Nasıl Kurtulur (1986),
Aaahhh Belinda (1986), Kadının Adı Yok (1987), Hayallerim, Aşkım ve Sen (1987),
Ölü Bir Deniz (1989), Düş Gezginleri (1992) ile sürdürdüğü kadın filmleriyle,
‘birey olarak kadın’ın arayışlarına yönelir. Bu da Atıf Yılmaz’ın son döneminde
“kadın filmleri yönetmeni” olarak anılmasına neden olur. Bu filmlerde tabuları,
önyargıları zorlayan, sınırlarda dolaşan öyküleriyle, kadının kimlik
arayışındaki mücadelesini, toplumsal ve politik süreçte yaşanan dönüşümleri
anlatarak, kadının dayatılan rolü içinde kıstırılmışlığını, ikiyüzlü ahlak
anlayışını sorgular.
Yeşilçam
melodramlarında daha çok dayatılan rolü kabullenmesi, başkaldırmaması, sistemle
uyumlu olması, toplumsal organizasyonlarda, iş ve aile örgütlenmesi içinde
hiyerarşiye itaat etmesi öğütlenen kadın, Atıf Yılmaz’ın “kadın filmleri”nde
kimliğini sorgular, itiraz eder, başkaldırır, kendi seçimlerini yaşar.
MÜJDE AR
ATIF
Yılmaz’ın yıldızı da Müjde Ar’dır. Müjde Ar, Yeşilçam filmlerinde kadını cinsel
nesne olmaktan çıkarıp kendi kimliğinin, cinselliğinin öznesine dönüştürür; bu
yöndeki değişimin öncüsü olur.
Sinemamızdaki ‘Müjde Ar devrimi’ni Atıf Yılmaz filmlerinden önce Ömer Kavur’un
“Ah Güzel İstanbul”uyla başlatmak yanlış olmaz. Sinemanın ‘kurallı sultanı’
Türkan Şoray da bu filmden sonra “Sen cesaret etmeseydin biz de edemezdik. Biz
de seninle gördük bir şeyin ucuzlatmadan, bayağılaşmadan olabileceğini” der,
Mine filminden başlayarak kurallarını yıkan, yok eden bir değişim içine girer.
Öpüşmeyen sultan, filmlerinde öpüşmeye, sevişmeye başlar. Müjde Ar devriminin
açtığı kapı ve gösterdiği cinselliğin de hayata ve sevgiye dâhil/dair olduğu
gerçekliği sinemanın kurallarını, tabularını yıkma yolunun da kapılarını açar.
Katı kuralları olan Türkan Şoray’ı da sinemayı-sinemacıyı da değiştirir.
Sinemadaki erkek egemen bakışta/yaklaşımda önemli bir kırılma yaşanır. Kadını
alınıp satılan bir mal gibi gören, sadece erkeğin gösterebileceği kadar
sevgiyle, sahiplenmeyle sulanan bir çiçek gibi gören anlayış MüjdeAr
filmlerinde mahkûm edilir. Kadın sorunlarının, kadının insan/birey olarak
sorunlarının sinemaya yansımasının, görünür kılınıp gündeme getirilmesinin
ötesinde bir adımdır yapılan.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder