UNUTULMAYAN YÜZLER VE YILDIZLARIMIZ
1970’li
yılların başına kadar sürdü bu durum. Sonra büyü bozuldu. Birçok oyuncu
uzaklaştı Yeşilçam’dan. Gittikçe daha az film çekilir oldu. 60’lı, 70’li
yılların en büyük eğlencesi ve tek seçeneğiydi Yeşilçam filmleri. Yazlık
sinemalarda izlenen filmler ve o filmlerin unutulmaz oyuncuları hâlâ belleklerde.
Son yıllarda önemli bir kuşağın son temsilcilerini de yitirmeye başladık. İhsan
Yüce, Osman Alyanak, Hulusi Kentmen, Aliye Rona, Sadri Alışık, Kadir Savun,
Nubar Terziyan, Ferda Ferdağ, Önder Somer, Erol Taş, Neriman Köksal, Hayati
Hamzaoğlu, Turgut Özatay yitirdiğimiz sanatçılardan sadece bir kaçı... Ne yazık
ki 50’li yılların birçok önemli oyuncusuna yetişemedim. Cahide Sonku’yu, Ayhan
Işık’ı, Belgin Doruk’u Vahi Öz’ü, Muazzez Arçay’ı, Cahit Irgat’ı, Salih
Tozan’ı, Mümtaz Ener’i, Suphi Kaner’i, Ahmet Tarık Tekçe’yi, Diclehan Baban’ı,
Yıldırım Önal’ı daha birçok sevdiğim oyuncuyu tanımak, öykülerini kendi
seslerinden dinlemek isterdim.
1991 yılında
Sami Hazinses’le yaptığım söyleşi yayınlandığında, Türk sinemasına emeği geçmiş
oyuncusundan yönetmenine, set işçisinden kameramanına, ışıkçısına kadar
konuşmadığım kimse kalmasın coşkusunu yaşıyordum. Bu coşku ve yolculuğum
sürüyor. Yolculuğumun ilk ürünleri Artizler Kahvesi adlı kitabımda toplanmıştı.
O yıllarda televizyon kanallarının eski Türk filmlerini göstermesiyle ve
Artizler Kahvesi kitabında toplanan yazıların yayınlanmasıyla Yeşilçam’ın
unutulmayan yüzleri tekrar gündeme geldi, hatırlandı. Bu tarz yazılar,
söyleşiler günlük basında, dergilerde yer almaya ve televizyon programlarına,
belgesellere girmeye başladı. Bu geç kalınmış bir hatırlamaydı.
Yaprak dökümü
başlamıştı ve önemli bir kuşağın son temsilcilerini de yitiriyorduk birer
birer. Sessiz sedasız, sade törenlerle ayrılıyorlardı aramızdan. Ölümlerinden
haberimiz bile olmuyordu. Gazetelere, televizyonlara haber olamıyordu bu
ölümler. Son yıllarda yaşananlara baktığımda dehşete düşüyorum. Belki de
Cumhuriyet tarihinin en fazla ve en hızlı insan kirlenmesinin yaşandığı bir
dönemden geçtik, geçiyoruz. Yeni bir kültür, yeni bir insan tipi oluşturulmaya
çalışıldı. Kıskanç, hırslı, bencil, faydacı olan bu yeni insan tipi en yakın
dostlarına bile bürokrat ve hoyrat davranmayı erdem sayıyor.
AÇLIĞI DA
ADAM GİBİ YAŞIYORDUK
Her şey
değişmişti ve bu değişimi en iyi Türk sineması yansıtıyordu. Geçmiş yıllarda
var olan güzellikler yok olmuş, değişmiş, yerini başka şeyler, “yükselen
değerler” almıştı. Bunları, o filmleri izledikçe görüyorduk. Örneğin insanlar,
Üç Arkadaş filminde izlediği (hatta belki de çocukluğunda yaşadığı) sevgi,
dostluk ve dayanışma ruhunu, bugünün dünyasında bulamıyordu. Birçoğumuz iyi
insan olmayı, isyan etmeyi, mücadeleyi o filmlerin kahramanlarından, Yılmaz
Güney’den, Cüneyt Arkın’dan, Nubar Terziyan’dan, Osman Alyanak’tan, İhsan
Yüce’den öğrenerek büyümüştük. Oysa şimdi dünya farklıydı... Bu farklılaşmayı,
değişimi Tunç Başaran’ın Piano Piano Bacaksız filminde de iliklerimize kadar
irkilerek izliyoruz. Çok sevdiğim ve defalarca izlediğim bu filmde değişim şu
cümlelerle ne güzel anlatılıyordu: “Biz eskiden de açtık, ama açlığı da adam
gibi yaşıyorduk.”
İSTANBUL
SİNEMA DEMEKTİ
Çocukluğumun
Yeşilçam’ı en çok Ahmet Tarık Tekçe, Suphi Kaner, Yıldırım Önal ve Yılmaz
Güney’di fakat sadece bu kadar değildi. Orhan Günşiray’dı, Cüneyt Arkın’dı,
Sami Hazinses’di, Vahi Öz’dü, Hüseyin Baradan’dı, Necdet Tosun’du, Mürüvvet
Sim’di, Mualla Sürer’di... 70’li yılların başında şimdiki adı Gazeteci Erol Dernek
Sokak olan sokaktaki “Ata’nın Kahvesi”nin önünden geçtiğimde en çok Arap
Celal’i görürdüm. Sokağın öbür ucunda Hayati Hamzaoğlu görünürdü. Havva
Sokak’ta Renan Fosforoğlu’na, Anadolu Pasajı’nın önünde Cevat Kurtuluş’a,
Yeşilçam Sokak’da “Tecavüzcü Coşkun”a rastlardım. O yıllarda insanlar “artiz”
olmak için evlerinden kaçar, soluğu İstanbul’da, Beyoğlu’nda alırlardı.
Anadolu’dan bakıldığında İstanbul, sinema demekti.
Yılmaz
Güney’li, Cüneyt Arkın’lı filmler kadar Ayşecik’li, Ömercik’li, Yumurcak’lı,
filmler de büyük ilgi görüyor, mutlu sona hep birlikte seviniliyordu. Ezilen,
horlanan, hep ağlayan Ayşecik’in, sevimli Ömercik’in, Afacan’ın, Yumurcak’ın,
Sezercik’in yanı sıra o filmlerin iyi, sevimli ve babacan insanları Vahi Öz,
Hulusi Kentmen, Necdet Tosun, Sami Hazinses, Suna Pekuysal, Hüseyin Baradan,
Cevat Kurtuluş’la da bütünleşirdik. “Bana annemi versin, bütün servet onun
olsun. Ben para pul istemiyorum, annemi istiyorum” diyordu Yavrum filminde
Ayşecik. Ayşecik Fakir Prenses filminde de babası o doğmadan ölmüş, mahallede
herkesin prenses dediği biridir. Günün birinde prenses olur. O filmde de “ben
sevdiğim insanlar arasında yaşayayım da varsın fakir olayım” der.
Geçtiğimiz
günlerde “Sinema ve 12 Eylül” adlı kitabımın yayınlandığı Agora Kitaplığı tarafından
“Artizler Kahvesi” ve Yeşilçam’da Unutulmayan Yüzler-Starlar” adlı kitaplarımın
da yeni baskıları yapıldı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder