2 Şubat 2014
Ocak 1999’da
yayınlamıştık UÇ adını verdiğimiz derginin ilk sayısını. ‘Edebiyat ağırlıklı
bir kültür-sanat dergisiydi’ Uç. Farklı, ‘aykırı’ tasarımıyla, içeriğiyle hemen
dikkat çekmiş, kısa sürede “fanları”, takipçileri, katılımcıları oluşmuştu.
Uç’ta
yayınladığım yazıların üst başlığı ‘Mülksüz ve Çıplak’tı. Reddederek yaşamanın
‘kişisel serüveni… Anımsamalar, sayıklamalar, kırgınlıklar, kızgınlıklar, öfke…
Kimi zaman ‘Bütün güzellikler ölüyordu’ oldu bu ‘edebi metin’lerin başlığı,
kimi zaman ‘Yenilen kaybediyordu bu oyunda’ oldu, ya da ‘Bir varmış bir
yokmuş’, ‘Kaçıncı kez’. Seçerek ve reddederek yaşamak.
Uzun zamandır
sağlığıyla ilgili olumsuz haberlerin yansıdığı Nejat İşler, geçtiğimiz günlerde
fenalaşarak hastaneye kaldırıldı. Sinemamızın, televizyon dizilerinin güzel
gülüşlü, ayrıksı oyuncusunun hastalığı hepimizi çok üzdü. Son aylarda yaşadığımız
vakitsiz vedaların, yaprak dökümünün verdiği endişeyle ‘Diren Nejat’, daha
yapacak çok işin var’ diyerek bir an önce sağlığına kavuşmasını beklemeye
başladık. Aynı günlerde fotoğraf sanatçısı Ara Güler usta da rahatsızlanarak
hastaneye kaldırılıyordu.
Nejat İşler
bir mesajında şöyle diyordu:
“Amacım
zamanı satın almak. Mülk edinmek gibi bir derdim yok. Mülkiyet hırsızlık gibi
bir şey. Sevmiyorum işte. Biz kuşak olarak böyleyiz. Bize sevmeyi, bir şeylere
bağlanmayı öğretmediler. O tarafımız gelişmedi. Benim tek bir düşüncem var;
çıplak geldim, çıplak gideceğim. Ben dünyanın bir parçasıyım, şurayla ve
bedenimle sınırlı değilim. Bir şeyler yanlış gidiyor, birileri acı çekiyor. Ben
de çekiyorum aynı acıyı. Altıma son model bir araba çekip, güzel bir ev alınca
mutlu mu olacağım yani? Hayır olmam. Aramızda mutlu olanlar varsa zekâlarından
şüphe ederim, bir de gözlerinden. Çünkü iyi görmüyorlar!”
Mülksüz ve Çıplak diyordu Nejat İşler de. Benzer duruşu olanlar benzer cümleler
kurabiliyordu. Albert
Einstein dil çıkarmıştı, Ara Güler usta da el hareketi yaptı. Delilikle
dâhiliğin iç içe geçtiği duruşlar. Hayatı ‘marjinaller’ dönüştürür. Uç dergi de
yayınladığım ilk ‘Mülksüz ve Çıplak’ yazısını buraya da almak istedim. Nejat
İşlerin, Ara Güler’in bir an önce sağlıklarına kavuşması dileğiyle.
TUTKULARIN
İZLEĞİNDE ÖZLENEN, ÖNEMSENEN HAYATLAR
“Hiçbir şey
saklamadan, hayatımı, apaçık önüne serdim. Bu yüzden çözemiyorsun beni.” (R.
Tagore) Kentin büyük
ve kalabalık caddesinde yürüyordu. Oradan oraya koşuşturan insan kalabalığı
içindeki bir başınalığını hissetti, irkildi. Kara duygularıyla sarı sıcak
kentlere göçüp, orada da aykırı duran sonbahar sürgünlerini düşündü. Aynı
yerlerden aynı sözcüklerle geçiyordu kaçıncı kez. Sözcükler öldürüyordu sanki
her şeyi. Bu kenti terk etmeye hazırlanıyordu. Mülksüz ve çıplak. Sevgiliye siz
diyen şarkıları anımsadı. Böylesine inceliklerin gittikçe yok olduğu günümüzde,
karşılaştığı sahici incelikler onu duygulandırıyordu. Hoyrat davranışlarla
hırpalanıyor, aldığı yaralarla yiten dostlukların ardından ağlıyordu. Hüznü ve
melankolisiyle kentin sokaklarını dolaşırken, insanları çıplak düşünürdü.
Duygularını, düşüncelerini neden giyinik yaşarlardı sanki? Gizli, kaçamak,
alabildiğine yalanlı, hoyrat ve hep eksik. Kuşkuya kapılırdınız; yaşananlar,
gördükleriniz sahici mi, örtülerin altında başka gerçekler mi vardı? Konserve
hayatlar yaşanıyordu, kutular, ambalajlar içinde. Evler, taşıtlar, işyerleri,
eğlence yerleri... Buralarda yaşanan kaba, yaralayıcı ilişkiler. Her yan kan ve
et kokuyordu. Dayanılmaz bir koku. Kan emicilerin, et severlerin yaraladığı,
parçaladığı insan bedenlerinden gelen çığlıklarla irkiliyor, öfkeleniyordu.
Hüznüne öfke ekleniyordu.
Bizans eskisi kentin varoşlarında yaşanan hayatları düşündü. Sabahın kör
saatinde yollara dökülüp zengin evlerine temizliğe giden, sanki dünyanın bütün
yükünü omuzlamış yaşlı kadınlar, yüklenen cinsel kimlik altında ezilen “kaba
erkekler” kimin hayatını yaşıyorlardı? Yıkıldı yıkılacak ahşap evlerle çevrili
bir sokakta yürüyordu. Hemen her balkonda çamaşırların asılı olduğu evlerde
yaşanan hayatlara girmek istedi. Cumbalarında artık saksı çiçeklerini sulayan
kadınların olmadığı, sararmış duvar kâğıtları ya da kireç badanalı duvarlarında
zevksiz çerçevelerin, düğün ve askerlik fotoğraflarının asılı olduğu bu evlerde
yaşanan hayat, onun hayatı olabilir miydi? “Kardeşim benim” duyarlılığı, her
türlü yoksulluğun ve yoksunluğun içinde bu evlerde mi yaşanıyordu? Kim bilir?
Artık ertelememeliydi hiçbir şeyi ve yine o her zamanki ‘keşke’lerini
yaşıyorken rastlaştı eski tanışıyla. “Sizi özlemişim.” Kalabalık bir
gemideydiler. Güvertede başka tanıdıkları da vardı. Acıdan söz ediyordu şair
olanı. “Gemi kıyıdan ayrıldığında tedirgindiniz. Tanışlarla ilgiliydiniz daha
çok. Bense gemiyi izleyen martılarla. Önceki yaşantınızdan söz ediyordunuz.
Dinliyordum. Yeni bir oyun başlamıştı işte. ‘Yaz yağmuru gibi serinletici ve
geçici’ yaşanıyordu ilişkiler. Sevgiler bir atımlık, saçlarımız süpürge bile
değil dostluklara. Şeytanın sevgili çocuklarıydık belki de. Tutkularının
izleğini sürmekten yorgun düştüğü anlarda, en çok terk edilmişliklerine
üzülürdü. İnsanları ve ilişkileri bir kez daha çıplak düşündü. Neden her şey
örtünük yaşanıyordu sanki. Kim bilir? Belki de hayatın gizemi buradan
geliyordu.
Düşüncelerimin
bile sana ulaşamayacağı kadar uzaksın. Ördüğün duvarlar sana ulaşmamı
engelliyor. Sana dokunmadan seni yaşayabilir miyim? İçimi fırtınalarından
arındırıp seni bulmaya çalıştığımda, hep bir yerlerin eksik kalıyor. Senin
ellerin yok. Senin dudakların yok. Belki de hiç olmadılar.
Ne zaman seni
düşünsem yitik güzellikler, ölü martılar görüyorum sisler içinde. Sen
kardelenler içinde bütün çıplaklığınla yatıyorsun. Bana mavilikler ve kardelenlerle
gelmiştin. Yorgundun, kırgındın. Beni bırakmanı, unutmanı istemiştim. Bırakıp
gitmeliydin. Bırakmadın. Beni de sürükleyip getirdin bu lanetliler kentine.
Bütün güzellikler öldü.
Seni düşünüyorum da yeniden, hüzünler içinde buluyorum. Her şeyin rengi sarı
oluyor birden. Elime fırçayı alıp sarıya boyuyorum yeryüzünü.
Balkondan
balkona asılı iplerdeki çamaşırların renklendirdiği sokaktan geçerken kulağına
bir şarkı çalındı; “Sesler, yüzler, sokaklar...” Sevdiği şairin yazdığı sözler
yankılandı kulaklarında…
“Taş baskısı
bir plakta/ Yorgun bir ses cızırdar/ Küflü sayfalarında bir albümün
Gülümser o soluk fotoğraflar/ Kıvrılırken bir kentin alanına/ Tutunur geçmiş yıllarına/ Tutunur anılarına/ İnce uzun duvarlar/ Kaç hayat yaşadınız söyleyin/ Sesler yüzler sokaklar”
Gülümser o soluk fotoğraflar/ Kıvrılırken bir kentin alanına/ Tutunur geçmiş yıllarına/ Tutunur anılarına/ İnce uzun duvarlar/ Kaç hayat yaşadınız söyleyin/ Sesler yüzler sokaklar”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder