20 Mart 2020 Cuma

MÜLKSÜZ VE ÇIPLAK


 2 Şubat 2014
Ocak 1999’da yayınlamıştık UÇ adını verdiğimiz derginin ilk sayısını. ‘Edebiyat ağırlıklı bir kültür-sanat dergisiydi’ Uç. Farklı, ‘aykırı’ tasarımıyla, içeriğiyle hemen dikkat çekmiş, kısa sürede “fanları”, takipçileri, katılımcıları oluşmuştu.
Uç’ta yayınladığım yazıların üst başlığı ‘Mülksüz ve Çıplak’tı. Reddederek yaşamanın ‘kişisel serüveni… Anımsamalar, sayıklamalar, kırgınlıklar, kızgınlıklar, öfke… Kimi zaman ‘Bütün güzellikler ölüyordu’ oldu bu ‘edebi metin’lerin başlığı, kimi zaman ‘Yenilen kaybediyordu bu oyunda’ oldu,  ya da ‘Bir varmış bir yokmuş’, ‘Kaçıncı kez’. Seçerek ve reddederek yaşamak.
Uzun zamandır sağlığıyla ilgili olumsuz haberlerin yansıdığı Nejat İşler, geçtiğimiz günlerde fenalaşarak hastaneye kaldırıldı. Sinemamızın, televizyon dizilerinin güzel gülüşlü, ayrıksı oyuncusunun hastalığı hepimizi çok üzdü. Son aylarda yaşadığımız vakitsiz vedaların, yaprak dökümünün verdiği endişeyle ‘Diren Nejat’, daha yapacak çok işin var’ diyerek bir an önce sağlığına kavuşmasını beklemeye başladık. Aynı günlerde fotoğraf sanatçısı Ara Güler usta da rahatsızlanarak hastaneye kaldırılıyordu.
Nejat İşler bir mesajında şöyle diyordu:
“Amacım zamanı satın almak. Mülk edinmek gibi bir derdim yok. Mülkiyet hırsızlık gibi bir şey. Sevmiyorum işte. Biz kuşak olarak böyleyiz. Bize sevmeyi, bir şeylere bağlanmayı öğretmediler. O tarafımız gelişmedi. Benim tek bir düşüncem var; çıplak geldim, çıplak gideceğim. Ben dünyanın bir parçasıyım, şurayla ve bedenimle sınırlı değilim. Bir şeyler yanlış gidiyor, birileri acı çekiyor. Ben de çekiyorum aynı acıyı. Altıma son model bir araba çekip, güzel bir ev alınca mutlu mu olacağım yani? Hayır olmam. Aramızda mutlu olanlar varsa zekâlarından şüphe ederim, bir de gözlerinden. Çünkü iyi görmüyorlar!”
Mülksüz ve Çıplak diyordu Nejat İşler de. Benzer duruşu olanlar benzer cümleler kurabiliyordu. Albert Einstein dil çıkarmıştı, Ara Güler usta da el hareketi yaptı. Delilikle dâhiliğin iç içe geçtiği duruşlar. Hayatı ‘marjinaller’ dönüştürür. Uç dergi de yayınladığım ilk ‘Mülksüz ve Çıplak’ yazısını buraya da almak istedim. Nejat İşlerin, Ara Güler’in bir an önce sağlıklarına kavuşması dileğiyle.
TUTKULARIN İZLEĞİNDE ÖZLENEN, ÖNEMSENEN HAYATLAR
“Hiçbir şey saklamadan, hayatımı, apaçık önüne serdim. Bu yüzden çözemiyorsun beni.” (R. Tagore) Kentin büyük ve kalabalık caddesinde yürüyordu. Oradan oraya koşuşturan insan kalabalığı içindeki bir başınalığını hissetti, irkildi. Kara duygularıyla sarı sıcak kentlere göçüp, orada da aykırı duran sonbahar sürgünlerini düşündü.  Aynı yerlerden aynı sözcüklerle geçiyordu kaçıncı kez. Sözcükler öldürüyordu sanki her şeyi. Bu kenti terk etmeye hazırlanıyordu. Mülksüz ve çıplak. Sevgiliye siz diyen şarkıları anımsadı. Böylesine inceliklerin gittikçe yok olduğu günümüzde, karşılaştığı sahici incelikler onu duygulandırıyordu. Hoyrat davranışlarla hırpalanıyor, aldığı yaralarla yiten dostlukların ardından ağlıyordu. Hüznü ve melankolisiyle kentin sokaklarını dolaşırken, insanları çıplak düşünürdü. Duygularını, düşüncelerini neden giyinik yaşarlardı sanki? Gizli, kaçamak, alabildiğine yalanlı, hoyrat ve hep eksik. Kuşkuya kapılırdınız; yaşananlar, gördükleriniz sahici mi, örtülerin altında başka gerçekler mi vardı? Konserve hayatlar yaşanıyordu, kutular, ambalajlar içinde. Evler, taşıtlar, işyerleri, eğlence yerleri... Buralarda yaşanan kaba, yaralayıcı ilişkiler. Her yan kan ve et kokuyordu. Dayanılmaz bir koku. Kan emicilerin, et severlerin yaraladığı, parçaladığı insan bedenlerinden gelen çığlıklarla irkiliyor, öfkeleniyordu. Hüznüne öfke ekleniyordu.
Bizans eskisi kentin varoşlarında yaşanan hayatları düşündü. Sabahın kör saatinde yollara dökülüp zengin evlerine temizliğe giden, sanki dünyanın bütün yükünü omuzlamış yaşlı kadınlar, yüklenen cinsel kimlik altında ezilen “kaba erkekler” kimin hayatını yaşıyorlardı? Yıkıldı yıkılacak ahşap evlerle çevrili bir sokakta yürüyordu. Hemen her balkonda çamaşırların asılı olduğu evlerde yaşanan hayatlara girmek istedi. Cumbalarında artık saksı çiçeklerini sulayan kadınların olmadığı, sararmış duvar kâğıtları ya da kireç badanalı duvarlarında zevksiz çerçevelerin, düğün ve askerlik fotoğraflarının asılı olduğu bu evlerde yaşanan hayat, onun hayatı olabilir miydi? “Kardeşim benim” duyarlılığı, her türlü yoksulluğun ve yoksunluğun içinde bu evlerde mi yaşanıyordu? Kim bilir?
Artık ertelememeliydi hiçbir şeyi ve yine o her zamanki ‘keşke’lerini yaşıyorken rastlaştı eski tanışıyla. “Sizi özlemişim.” Kalabalık bir gemideydiler. Güvertede başka tanıdıkları da vardı. Acıdan söz ediyordu şair olanı. “Gemi kıyıdan ayrıldığında tedirgindiniz. Tanışlarla ilgiliydiniz daha çok. Bense gemiyi izleyen martılarla. Önceki yaşantınızdan söz ediyordunuz. Dinliyordum. Yeni bir oyun başlamıştı işte. ‘Yaz yağmuru gibi serinletici ve geçici’ yaşanıyordu ilişkiler. Sevgiler bir atımlık, saçlarımız süpürge bile değil dostluklara. Şeytanın sevgili çocuklarıydık belki de. Tutkularının izleğini sürmekten yorgun düştüğü anlarda, en çok terk edilmişliklerine üzülürdü. İnsanları ve ilişkileri bir kez daha çıplak düşündü. Neden her şey örtünük yaşanıyordu sanki. Kim bilir? Belki de hayatın gizemi buradan geliyordu.
Düşüncelerimin bile sana ulaşamayacağı kadar uzaksın. Ördüğün duvarlar sana ulaşmamı engelliyor. Sana dokunmadan seni yaşayabilir miyim? İçimi fırtınalarından arındırıp seni bulmaya çalıştığımda, hep bir yerlerin eksik kalıyor. Senin ellerin yok. Senin dudakların yok. Belki de hiç olmadılar.
Ne zaman seni düşünsem yitik güzellikler, ölü martılar görüyorum sisler içinde. Sen kardelenler içinde bütün çıplaklığınla yatıyorsun. Bana mavilikler ve kardelenlerle gelmiştin. Yorgundun, kırgındın. Beni bırakmanı, unutmanı istemiştim. Bırakıp gitmeliydin. Bırakmadın. Beni de sürükleyip getirdin bu lanetliler kentine. Bütün güzellikler öldü.
Seni düşünüyorum da yeniden, hüzünler içinde buluyorum. Her şeyin rengi sarı oluyor birden. Elime fırçayı alıp sarıya boyuyorum yeryüzünü.
Balkondan balkona asılı iplerdeki çamaşırların renklendirdiği sokaktan geçerken kulağına bir şarkı çalındı; “Sesler, yüzler, sokaklar...” Sevdiği şairin yazdığı sözler yankılandı kulaklarında…
“Taş baskısı bir plakta/ Yorgun bir ses cızırdar/ Küflü sayfalarında bir albümün
Gülümser o soluk fotoğraflar/ Kıvrılırken bir kentin alanına/ Tutunur geçmiş yıllarına/ Tutunur anılarına/ İnce uzun duvarlar/ Kaç hayat yaşadınız söyleyin/ Sesler yüzler sokaklar”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder